Röportajdan Başlıklar:
-Din modernizm için bir bariyerdir
-Kapitalizm Ramazanı manipüle ediyor
-Akla inanmak otomobile inanmaktan farksızdır
-Modernite kendini Allah'ın ve Kur'an'ın yerine yeni bir kutsal olarak ikame etmek istiyor
-İftar sofraları ruhumuzu inceltmek icin bir fırsattır
-Ramazan ayında din vasıtasıyla toplum yeniden üretiliyor
-Türbe ziyaretleri modernizmin dayatmalarına karşı bir tepki hareketidir
BU BAŞLIKLARIN AYRINTILARI ALTTAKİ UZUN RÖPORTAJDA....
Ferhat Kentel makro teorilerden çok gündelik hayatın pratiklerini toplumsal okumalarının odağına oturtan bir sosyolog. Muhatap aldığı konuya yahut kitleye yabancılaşmadan yaklaşabilen bir kimse. Modernizmin büyük anlatıları yerine, gündelik hayatın hikâyeleriyle ilgilenmeyi yeğliyor. Kendisiyle din ve modernitenin gerilimli ilişkisinin yanı sıra Ramazan ayının anlam ve pratikler dünyasının toplumsal yönünü konuştuk. Kentel'in türbe ziyaretlerine dair sorumuza verdiği cevap da ezber bozan türdendi.
Modernizm açısından baktığımızda din ne kadar sorgulanamaz kalırsa modernlik o kadar ilerleyememiş demektir. Bunun kapitalizmle bağlantısını düşünürsek kapitalizmin yayılamaması, piyasayı ele geçirememesi, metasını satamaması anlamlarına geldiğini görürüz. Dolayısıyla din her bakımdan modernizm için bir bariyerdir.
Modernite ve din ilişkisiyle başlayalım isterseniz.
Bu konuya iki cepheden yaklaşılabilir. Birincisi konunun esası itibariyle dine yakın bir analiz olabilir. Diğerinde ise daha çok sosyolojinin alanına girerek içeriği ne olursa olsun herhangi bir dinin, toplumun bir aradalığı açısından ne gibi bir anlam ifade ettiği üzerinde konuşabiliriz.
Modernliği, içinde yaşadığımız modern dünyayı okullarıyla, yurttaşlığıyla ve siyasetiyle birlikte düşündüğümüzde onun çok da işine gelmeyen bir dünyadır dini dünya. İşine gelmeyen, bu yüzden de zaten onun tarafından denetlenmesi gerektiğine inanılan bir dünyadır. Çünkü dindar düşünmek demek, dinî düşünmek demek (bu konu üzerinde yüzlerce tartışma yapılabilir ama) en azından sorgulanmayan bir dünyadır. Allah'ın varlığını sorgulamaya başladığınız zaman dinin sınırları dışına çıkmaya başlıyorsunuz demektir. Modernizm açısından baktığımızda din ne kadar sorgulanamaz kalırsa modernlik o kadar ilerleyememiş demektir. Bunun kapitalizmle bağlantısını düşünürsek kapitalizmin yayılamaması, piyasayı ele geçirememesi, metasını satamaması anlamlarına geldiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla din her bakımdan modernizm için bir bariyerdir.
Modernite Ötekisini Ehlileştirerek Ele Geçiriyor
Modernlik ise bu bariyeri çok kollu bir şebekeyle aşmaya çalışıyor. Hayatın her alanında dinin yerine geçebilecek bir anlam dünyasından bahsediyoruz modernlik dediğimiz zaman. Yani din eğer vicdansa, kalpse, -sadece bu kadar değil ama- akıl ile kalbin iç içe geçmiş bir bütünlüğü ise modernlik de rasyonaliteyi ön plana çıkarmaya çalışan, daha çok akla dayanmaya çalışan bir dünyadır. Dolayısıyla bu açıdan baktığımızda modernlik Türkiye'de ve dünyanın her yerinde dini inançları ve düşünceleri marjinalize edip yok etmek, ya da belli bir dar alana hapsetmek istiyor. Kamusal alandan dışlayıp özel alana sıkıştırmak istiyor. Evinizin içinde Hristiyan da olabilirsiniz veya başka bir dini kültürü de yaşamaya devam edebilirsiniz ama modernliğin üretmiş olduğu kamusal alanda bambaşka bir hayat tarzını yaşamanız gerekiyor; modernite bize bunu öğretmeye çalışıyor. Modernite bunu bize öğretirken de dini ötekileştiriyor, dışlıyor. Ama bu dışlamanın üzerinde durulması gerekiyor. Çünkü dinin diğer yanda kendisinin bir ötekisi olarak kalması da modernitenin işine gelir. 'Bu benim ötekimdir' diyebileceği bir karşıtlığın olması gerekir. Çünkü modernite kendisini o öteki üzerinden inşa edecektir ve mantığını geçerli kılabileceği bir alan oluşturacaktır. Dolayısıyla sürekli bir çatışmadan bahsediyoruz din ve modernite dediğimiz zaman. Çünkü ötekileştirilen insan, grup ve kültür de diğer yandan boş durmuyor. Oyuna dahil olmak istediğini gösteriyor. Bırakalım şimdi bu büyük modernlik kavramlarını felan; en basitinden okula gitmek. Okul bana meşru bir şey olarak gösteriliyor ama okula girmem de başörtülü olduğum için engelleniyor. Ben yine de olduğum halde girmeye çalışıyorum. İşte oluşturulan bu çatışmalı, gerilimli -ve bazen de müzakereli- ortam modernitenin belki de son tahlilde yapmak istediği şeydir esas olarak. Dışarıda kalanlar bir şekilde içeriye giriyor ama bunu bir de öteki türlü okumak lazım; modernite aslında o dışarıda kalanları da ele geçiriyor. Çünkü onları ehlileştirerek, dönüştürerek içeri alıyor. Bunun en basit örneği olarak şuna bakabiliriz; Türkiye'de hala birçok güçlü tarikat ve dini cemaat var ama onların da sonuna kadar modernleşmiş olduklarını görüyoruz. Teknoloji ekonomi vs. ile ilişkilerine baktığımız zaman çeşitli cephelerden modernite ile iç içe geçmiş durumdalar. Ve son tahlilde dünya küresel ve kapitalist sistemi içerisinde birçok dindar insanın rol aldığını görüyorsunuz.
Genel anlamda din ve modernite arasındaki bu gerilimli ilişki kendini gündelik hayatın içerisinde; söz gelimi Ramazan ayı özelinde nasıl gösteriyor?
Dini pratiklerin yoğunluk kazandığı, daha gürnur bir şekilde ortaya çıktığı, hatta toplumsal hayatın görünümlerini değiştirecek kadar önemli olan bir ay olarak Ramazan söz konusu olduğunda da aynı şeyleri görürüz. Hani klasik bir Ramazan nostaljisi vardır ya 'Nerde o eski Ramazanlar', 'Nerde o eski bayramlar' diye... Bu nostalji ile kaybedilmiş bir değere atıfta bulunuluyor, kapitalizm bu kaybedilmiş değeri bile metalaştırıyor. Kapitalizm bunları bile kullanabilir bir örgütlenme.
Hani dedik ya modernite ilerleyebilmek için eskiyi ötekileştirmek zorunda. Hani hep dedik ya 'O eski Ramazanlar nerde, o eski bayramlar nerde' diye... İşte onları böyle diyerek ötekileştirdiğimiz için bizim alanımıza giremediler. Onları aslında biz ötekileştirdik. O süreç içerisinde Ramazan bayramını şeker bayramı yaptık örneğin. Bayram ziyaretlerinde likörler de içildi?
Eleştirmek amacıyla söylemiyorum; benim de hoşuma giden bir sürü şey var. Mesela Sultanahmet'teki Ramazan eğlenceleri... Feshanedeki Ramazan eğlenceleri... Ben oralara gitmekten keyif alıyorum. Orada hoşuma giden bir toplumsallık var: Toplum dindarlığı ve dinsel bir takım tezahürleri vasıtasıyla başka bir dünyanın içinde dolaşmaya başlıyor. Ama ben de sonuçta modern bir insan olarak bundan zevk alıyorum. Feshane ve Sultanahmet'teki Ramazan şenliklerinde dönen hareket, dönen sermaye hareketi sonuna kadar modern. Ama sonuçta o eskiden olup da kaybedildiği söylenen bir şey yeniden gündemde bugün. Hani dedik ya modernite ilerleyebilmek için eskiyi ötekileştirmek zorunda. Hani hep dedik ya 'O eski Ramazanlar nerde, o eski bayramlar nerde' diye... İşte bu şekilde ötekileştirdiğimiz için onlar bizim alanımıza giremediler. Onları aslında biz ötekileştirdik. O süreç içerisinde Ramazan bayramını 'şeker bayramı' yaptık örneğin. Bayram ziyaretlerinde likörler de içildi. Ama şimdiki zamanlara geldiğimiz vakit o ötekileştirilmiş Ramazan daha çok modernleşmiş bir Ramazan olarak yeniden karşımıza çıkıyor.
Söz gelimi kola üreticileri bile reklamlarını Ramazana endeksliyor. Top atışı ve gazoz kapağının açılışı gibi iki sembol aynı anda ekrana getirilerek kafamızda örtüştürülebiliyor. Ramazan topunun atılmasıyla kola kapağının açılması aynı şey olarak karşımıza getiriliyor.
O zaman Ramazan bu tarafıyla kapitalizmin içine dahil edilmiştir. Ama bu ayrıca şu demektir; o ötekileştirilmiş dediğimiz, cemaat denen kesim bizzat modernitenin içine girmiştir. Burada kimin kazançlı çıkıp çıkmayacağı kolaylıkla öngörülebilir, kategorize edilebilir, kolaylıkla hakkında yargıda bulunulabilir bir durum değil. Hayatın kendisi böyle zaten; mücadelelerle geçiyor. Ama birileri daha güçlü ve o güçlü olanların damgası bugünkü Ramazanımızın içine de giriyor galiba.
Esas Mesele Toplum Olmak
Peki din bir şekilde müdahil olduğu bu modern hayatta nasıl bir işlev yükleniyor?
Buraya kadar modernite din ve Ramazan ilişkisine genel olarak değindik, genel bir gerilimli ilişki söz konusu burada. Artık sosyolojinin alanına girerek spesifik
bir şeyler söylemek mümkün. Galiba burada esas mesele toplum olmak. Günümüzü, gündemimizi işgal eden asıl mesele bu: Ne kadar toplumuz? Mesela ulusal kimliğimizin sorun haline geliyor olduğu, 'Biz kimiz' sorusunun her geçen gün daha farklı yollarla sorulduğu bir zaman diliminde din gene karşımıza çıkıyor. Ramazan da tam bu sorunsallaştırılan alanda karşımıza çıkıyor. Çünkü toplumun kendisini ifade etmeye çalışırken başvurduğu yollardan biri dindir. 'Biz kimiz' sorusuna din aracılığıyla cevap verilmesi söz konusu burada. Şimdi tabi blok halinde ve makro bir kavram olarak dinden bahsetmek çok fazla bir şey ifade etmez. Dini gündelik hayatımızın içerisinde bir yerlerde aramalıyız. Bakkaldan içeri girerken 'Selamun aleyküm' demek örneğin... O dünyanın kelimeleriyle, Allah'ın selamıyla içeriye giriyor olmak en azından benim o konuştuğum bakkalın kültürüyle bir tür irtibat halinde olduğumu varsayıyorum demektir.
Hayatımıza bir ay giriyor. O ayın bütün işaretleri hayatımızı şekillendiriyor. Yani sahurundan iftarına teravihine ve arefesine kadar bizim gündelik hayatımızın içerisinde kullandığımız kelimelere, sergilediğimiz davranışlara doğrudan damgasını vuran bir ay oluyor Ramazan. Yani sonuçta şöyle bir şey oluyor; ben demek ki gündelik hayatta din vasıtasıyla toplumu yeniden üretiyorum. Ya da toplum kendisini yeniden üretirken o işin bir parçası oluyorum.
Yani bir tür ortak zemin oluşturuluyor....
Evet, bir otak zemin arıyorum bunu yaparken. İşte birbirimizi iftara çağırıyoruz. İftar saatlerinde başka bir davranış koduna giriyoruz. Pide kuyruğu, bakkaldan yapılacak alış-veriş, iftar sonrasında teravihe gitmek, teravihten sahura kadar geçen sürenin düşünülmesi... Sonuç olarak hayatımıza bir ay giriyor ve o ayın bütün işaretleri hayatımızı şekillendiriyor. Yani namazından ilk cumasına ve son cumasına, sahurundan iftarına teravihine ve arefesine kadar bizim gündelik hayatımızın içerisinde kullandığımız kelimelere, sergilediğimiz davranışlara doğrudan damgasını vuran bir ay Ramazan. Yani şöyle bir şey oluyor; ben demek ki gündelik hayattaki bu işaretler aracılığıyla toplumu yeniden üretiyorum. Ya da toplum kendisini Ramazan aracılığıyla yeniden üretirken ben de o işin bir parçası oluyorum. Dinin kuruculuk vasfı Ramazan ayında artıyor neticede.
Ramazan ve Din Vasıtasıyla Toplum Yeniden Üretiliyor
Modernite ve din ilişkisi başlığında söylediğimiz o alt yapıyı burada tekrar kullanacak olursak şöyle bir şey çıkıyor karşımıza: Benim gündelik hayatta bu toplumu üretmem, gündelik hayattaki ilişkiler içerisinde toplumu yeniden üreten bir birey, bir aktör olmam bütün modernite tartışmalarından soyutlanmış olduğum anlamına da gelmez. Ben artık modernleşmiş bir birey olarak, Ramazan vasıtasıyla, din vasıtasıyla bu toplumu yeniden üretiyorum. Bir zaman ötekileştirilmiş, gettolaştırılmış olan benim dinim, inançlarım, artık bugünkü modern hayat içerisinde getto olmadan, kendi içine kapanmadan, cemaatleşmeden [sosyolojik anlamda cemaat-Ş.E.] modern dünyanın içine giriyorum. Modernleşmiş bireyler olarak dini yaşıyoruz, gündelik hayatımız içerisinde dinin argümanlarını kullanıyoruz. Ve bu dinle beraber toplumu yeniden üretiyoruz.
Fakat şöyle bir şey de var: Din o bütün kavimlerden, etnik gruplardan, ulusal aidiyetlerden bağımsız bir şey olmasına, evrensel bir mesaj taşıyor olmasına rağmen moderniteden bağımsız ilişkiler sergilenmiyor gündelik hayatta. Örnekle söyleyecek olursak mekansal bakımdan Almanya'daki Türk işçilerinden Bosna'ya, İran'dan Türkiye ve Endonezya'ya uzanan, Afrika'nın nerelerine kadar giden, zamansal bakımdan da 1400 yıl geriye giden, yani hem zamansal hem de mekânsal olarak bu kadar geniş bir alanda dört bir kola dağılmış bir hikâye var karşımızda. Ben böylesine bir hikâyeden bahsetmeme rağmen yine de modernitenin ulus-devletinin bir bireyi olarak bu dini yeniden üretiyorum gündelik hayatımda. Her ne kadar camilerde bir yerlerde tüm din kardeşlerimizle bir tür dayanışma içerisinde olsak da ben bunu modern Türkiye'de yapıyorum.
Akla Ve Bilime İnanılmaz
Ramazan dışındaki hayatımıza baktığımızda dinin o moderniteyle ilişki kurduğu alanların dışında başka birtakım özellikler daha çıkıyor. Çünkü modernleşiyorsak eğer, modernlik bize kendi inançlarını da bir yandan öğretiyor. Mesela akla inanmak... Akıl sadece bir şeyleri görmek için bir araç olmaktan çıkıyor, inanılan bir şey haline geliyor. Bizzat akla inanıyoruz, bilime inanıyoruz. Aslında bu iki kelime bir araya geldiğinde çok tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. Dine inanırsınız, Allah'a inanırsınız, zaten inanç üzerine kuruludur din. Ama akla inanılmaz ki. Akıl sadece bir araçtır. Akla inanmak otomobile inanmak gibi bir şeydir. Akıl sadece pratiğe dairdir. Bir sorunla karşılaştığınızda onu çözmek için kullanırsınız aklı, o inanılacak bir şey değil ki. Bilime inanmak da aynı şekilde... Sonuçta burada eski dünyanın -moderniteye göre eski dünyanın- kavramlarını kullanıyoruz; modernite kendisini inancın yerine, Kur'ân'ın ve Allah'ın yerine koymak isterken onlara nasıl inanıyorsak kendisine de öyle inanmamızı istiyor. Modernite mekânda ve zamanda genişleyen bir aidiyet duygusu yerine çok daha sınırlı bir aidiyet duygusuna inanmamızı öğretti bize. Üniversitelerin bir tür tapınak haline gelmesi örneğin... Ülke sathındaki herkesin aynı şekilde giyinmesi, aynı dili konuşması, modernitenin şartları doğrultusunda aynı şekilde sosyalize olması beni Endonezya, Fas ya da Bosna'daki Müslüman kardeşlerimle bir ortak duygu birliğinden uzaklaştırdı. Çok daha sınırlanmış bir duygu birliğine itti. Ama ben sonuçta duygusuz biri de olmadım. Modernite de bana bir duygu öğretti dinin öğrettiği duygudan farklı olsa da. Dolayısıyla modernite aslında sadece akıl da değildir bu tarafından baktığımızda. Modernitenin kendisi de bir inançtır. Kendisi de bir duygu durumu öğretiyor. İşte biz Müslüman kimliğimizle, sosyolojik olarak toplum diye bir şey yapmaya çalışırken bir taraftan da geleneklerimizden kalan, neredeyse toplumsal genlerimize işlemiş olan inanç meselesinin başka tezahürleri modernlik vasıtasıyla ortaya çıkıyor. Ve biz bu yüzden başka şeylere de kutsallık atfetmeye başlıyoruz. Kanımızın üstün olduğuna inanıyoruz, Türk olarak üstün olduğumuza inanıyoruz vs. Hani asıl kutsallar indirilen Kur'ân'dı, Hz. Muhammed (sav)'in kişiliğiydi?.. Hani Kâbeydi bizim için kutsal olan?..
Biz oraya (Kâ'be'ye) her yıl bir defa gidiyorduk. Bir şeyin etrafında tavaf ediyorduk, orayı dünyanın, arzın, duygumuzun, kalbimizin merkezi olarak yaşıyorduk. Modernlik ne yapıyor peki? O da bize başka bir takım kâbelerin etrafında tavaf etmeyi, az önce zikrettiğimiz başka bir takım sembollere inanmayı, onları kutsallaştırmamızı öğretiyor. Biz Türk ve Müslümansak eğer böyle Türk ve Müslümanız demek istiyor. Bizim Müslümanlığımız, yani ortalama toplum Müslümanlığı moderniteyle birlikte var oluyor galiba. Bu toplumu toplum yapan hikâye demek ki sadece dinden gelen bir aidiyetle yaşanmıyor. Evet, o aidiyet var ama bunun aynı zamanda o modernlik koşullarında biçim değiştirip başka şeylerle eklemlendiğini görüyoruz. Modernitenin öğretmiş olduğu duygularla eklemlenmiş bir varoluş ortaya çıkıyor.
Modern birey demek çıkarlarını savunan adam demektir. Kendi özerkliğini, kendi tekliğini inanılmaz bir güç olarak gören birinden bahsediyoruz modern birey derken. Ramazanda oluşan dünya vasıtasıyla da ben o çıkarcı modern dünyayla arama mesafe koyuyorum. Ya da en azından bunu yoğun olarak düşündüğümden böyle bir potansiyel ortaya çıkıyor.
Peki, genelde din özelde Ramazan ayı modern dünyayla kurduğumuz ilişkiler açısından alternatif bir fırsat olabilir mi?
Buraya kadar modernitenin getirdiği zıtlıklar ve kutuplaşmalardan bahsettik. Ama bu işin bir de çıkar meselesi var. Modernitenin içerdiği başka bir düzlemden de bahsetmeliyiz. Bu düzlemdeki hikâye de şu; çıkarlarımızla biz modern oluyoruz aslında. Modern birey demek çıkarlarını savunan adam demektir kabaca. Kendi özerkliğini, kendi tekliğini inanılmaz bir güç olarak gören birinden bahsediyoruz modern birey derken. Aslında bu bir kurgu. Böyle bir şey yok. Mümkün değil. Bir insan tek başına var olamaz, bir şeyler yapamaz. O insan ancak başkalarıyla beraber bir anlam ifade edebilir. (Zaten modern bireyin kuruluşunda bir sürü problem vardır ve onlar başka meselelerdir.) Sonuçta burada bir çıkar var. Toplum olurken biz bir yandan çıkarları da öğreniyoruz. Sendikanı kur, oy ver vs. diye bize telkinde bulunulurken bunlarla çıkarlarımızı savunmamız öğütleniyor aslında. Sadece bu güzel kelimeler altında da olmuyor tabi her şey, çalarsın da çırparsın da, mafyalık da yaparsın, ihale de koparırsın bu çıkarcı mantığa göre. Rüşvet verirsin gibi hikâyeler de bunların beraberinde gelen bir durum ayrıca. Demin bahsettiğimiz o ideal durum ise hiçbir zaman mutlak olarak var olan bir şey değil. Akla dayalı böyle bir çıkarlar dünyasında en iyi üretimi yapmak, en çok parayı kazanmak için de en çok çalışan olmak gerekiyor. Modernite tüm bunların olduğu bir dünyadan bahsederken, din çıkarların olmadığı başka bir dünyadan bahsediyor. O dünyada çıkar olarak düşünülebilecek şey de en fazla yarın öbür gün öldüğünde cennete gitmek hesabı olabilir belki salt bir dindar bakış açısıyla baktığımız zaman. Ama tabi din de sadece bu kadar basit bir hesap değil. Çünkü gündelik hayatta ben başka şeyler yaşıyorum dini açıdan. Ramazan ayında da şöyle bir şey oluyor: Toplumsal bir yeni anlamlar dünyası, işaretler dünyası ortaya çıkıyor. Ramazanda oluşan dünya vasıtasıyla ben o çıkarcı modern dünyayla mesafe koyuyorum arama. En azından bunun yoğun olarak düşünülmesinden dolayı böyle bir potansiyel ortaya çıkıyor. Bu genelde sadece Ramazan için de geçerli değildir. Ortodoksların Azvazvazil törenlerinden Yahudilerin Şabatına ya da yine Müslümanların Cumasına... Hepsi için geçerli bir durum sayılabilir. Ben orada bir birliktelik içine giriyorum. Cemaat haline geliyorum.
Benliği topluluk içinde eritmek yani...
Evet, aynen öyle. Yani benim o rasyonalist, bencil, çıkarcı modern hayatımın dışına çıkmam için fırsatlar aslında bunlar. Her dinde buna benzer uygulamalar var. Böyle bir takım ayinler yapmak, ritüellere girmek alternatif bir dünyanın imkânlarını aramak anlamına geliyor. Camilerde 'Ey müminler, Ey Kardeşler' diye hitap edilmesi aslında o benim var olduğum, ait olduğum modern dünyamın içindeki prangalardan kurtulup başka bir şeylerin, işaretlerin yoğunlaştığı bir alana davet edilmem demektir. Dolayısıyla okullarda ve başka yerlerde varlığımı bir yerlere armağan ederek, ödevler yüklenerek, bir kurban kültürü yaşamaya sevk ediliyorsam, o ödevleri ezberleyip ben oluyorsam, bunun dışında da başka bir hayat var demektir dini alanda. Yani her Türk kendini kurban etmek zorunda değil modern dünyaya ait alanlara. Allah'a kurban etmek çok daha makbul bir şeydir. Kişinin kendini Allah'a adaması her türlü otoriteyi de reddetmesi anlamına geliyor ve bu dayanışmanın kendisi, modernitenin sosyalizasyonundan, modernitenin kıskacından özgürleşmek demektir aslında. Alternatif bir özgürleşme alanı oluşturmak yani. Tabi bu idealde olan bir durum. Kişinin kendini dünyadan tamamen soyutlaması, kendini tamamen Allah'a adaması gibi bir şey bireysel açıdan pek mümkün değildir ama bunun bir işaret olarak bir kenarda kalması, en azından şu gün yürüdüğüm yolda attığım adımların dengelenmesini sağlayan bir şeydir. Yani 'Ne kadar para kazanacağım', 'Paramı dolara mı yoksa başka bir şeye mi yatıracağım' gibi kaygılarla attığım adımlarımı öte yandan bu işaretlerle de dengelememe imkân var. Din de bu yüzden modernizmin işine gelmiyor; onun kapitalist sitemini sekteye uğratma potansiyeli var çünkü.
RÖPORTAJIN 2. BÖLÜMÜ İÇİN TIKLAYIN LÜTFEN!
Kaynak: http://www.sonpeygamber.info/tr/
İLGİLİ HABER
Tunuslu düşünür ve yazar Raşid el-Gannuşi'nin sitemizde yer alan bu konuya katkı sağlayacağını düşündüğümüz Kalkınma Okulu Ramazan yazısı için lütfen tıklayın!