RÖPORTAJ: 2.BÖLÜM
Gayrı Müslimlerle Müslümanların bir araya geldiği iftar sofralarında şöyle bir mesaj verilmiş oluyor: ?Ben barış içerisinde bir arada olmak istiyorum, birileriyle bir arada ortak bir duygu yaşamak istiyorum, kimse bunu kopartmasın. Ben barış istiyorum.? Bu da Ramazan vasıtasıyla ortaya çıkan incelikli bir ruh halinin göstergesidir.
Biraz daha gündelik hayatın pratiklerine gelecek olursak; mesela iftar sofraları toplumsallığımız açısından bizim için ne ifade eder?
Şimdi genellikle eş-dost iftar yemeklerinde bir araya gelirler ama ilginç olan bir şey var; kamusal alanda bildiğimiz iftarlardan çok daha farklı pratikler gerçekleşmeye başladı. Mesela Müslüman cemaatler, Müslüman kurumlar ve insanlar Gayrı Müslim kesimden insanları iftara davet ediyorlar. Ya da tersi oluyor mesela... Gayrı Müslimler Müslümanlara iftar yemeği veriyor. İşte burada karşımıza son dönemlerde yaşadığımız onca çatışmalara, işlenen cinayetlere rağmen Ramazan vasıtasıyla bir araya gelebilme imkânının var olduğu çıkıyor. Toplumumuzda son zamanlarda görülen bazı olaylardaki (cinayetler ve suikastlar) 'toplum olmama' 'olmak istememe' eğiliminin aksine Ramazan ve dinin bu gündelik pratikleri vasıtasıyla bir arada olabileceğimiz vurgulanıyor. Bu iftarların anlamını şöyle özetleyebiliriz; 'Ben barış içerisinde bir arada olmak istiyorum, birileriyle bir arada ortak bir duygu yaşamak istiyorum, kimse bunu kopartmasın. Ben barış istiyorum.'
Ramazan Ruhumuzu İnceltmek İçin Bir Fırsat
O sofralarda bir duygu paylaşımı yaşanıyor: Şunu düşünelim mesela; Gayrı Müslim kimse o sırada oruç tutmuyor, ama karşısındaki Müslümanı anlayıp bir şeyler yemiyor, bir duygu ortaklığı ortaya çıkıyor. Müslüman da o kişinin oruç tutmadığını biliyor ve hani o zaman zaman karşımıza çıkan 'Oruç tutmayanları şöyle şöyle yapalım' şizofrenisinden çok daha başka bir şey çıkıyor meydana. Bu çok takdire şayandır. İncelikli bir ruh halinin göstergesidir. Belki de en doğru tabirle ruhumuz inceliyor bu sofralarda... Ramazan ruhumuzu inceltmek için bir fırsat oluyor.
Ya Ramazan Etkinlikleri?
Her ne kadar kapitalizm Ramazanı bile kullanmak istiyor felan desek de yine de Feshane ve Sultanahmet örnekleri bambaşka. Sultanahmet özellikle inanılmaz duygulu bir yer. Yani insan orada sadece Ramazan'da yaşayabileceği bir şeyler yaşıyor. Gidiyorsun tanımadığın bir sürü insanla aynı anda, karşı karşıya dip dibe kaşığın elinde vaktin gelmesini bekliyorsun. Bu, bir maçın başlamasını beklemek gibi bir şey de, muhteşem bir gösterinin başlamasını beklemek gibi bir şey de değil. Ben orada ortak bir duyguyu yaşıyorum. Yaşanması beklenen o ortak şey bir duygu. Yani bir görsel zevk felan da değil. Aynı zamanlarda beraberce aç kaldık ve şimdi o açlığımızı dindirecek maddi ve ardından ruhani bir şeyler bekliyoruz. Ortaklaşıyoruz. Bütün farklılıklarımızla birlikte ortaklaşıyoruz.
Din modernite tarafından kamusal alandan özel alana itilmek isteniyor dedik. Fakat Ramazanda da dinin toplumsal pratikleri ön plana çıkıyor ve bu şekilde din kendine kamusal alanda yeniden yer açıyor. Burada bir gerilim oluşması söz konusu olabilir mi?
Ramazan ayında bir de bakıyorsunuz hani o en modern, en seküler yayın organlarında bile baştan aşağı Ramazan sayfaları hazırlanıyor. Bütün o seküler kesimler inanılmaz dini bütün insanlar haline geliyorlar. Hâlbuki şimdiye kadar onlara göre din özel alana itilmesi gereken, kamusal alandan dışlanması gereken bir şeydi. Bu olay aslında denetleme, manipüle etme kaygılarından ileri geliyor. Bir de tabi bunun çok basit bir sebebi var; kâr sağlama, daha açık söylersek çıkar sağlama. Onların mantığı da şudur; Ramazanda insanlar kendilerini daha dindar hissettiklerine göre onların taleplerini karşılayacak ürünler sunmak lazımdır. Gazeteler de bunu yapıyor kola üreticileri de...
Bir yandan da bazıları için inanılmaz bir korku unsurudur bu. O kadar sosyalleşen, o kadar kamusallaşan bir hareket var çığ gibi büyüyen. Aynı zamanda girmiş olduğu o yeri nasıl elinde bulunduracağını öğrenen bir hareket bu. Müslümanlık tam da bu kapitalist mantıkla çalışan, modernist mantıkla çalışan bütün o kampların, organların Ramazan sonrası paniğine de neden oluyor. Sonuçta bu duygular Ramazan sonrasında pat diye sönmüyor ve kamusal alana girmiş bir din olgusuyla karşı karşıya kalıyorsunuz uzun vadede. Burada ciddi bir paradoks var. Hem kullanmak istiyorsunuz çıkarlarınız doğrultusunda, ama kullanmak istediğiniz şey sizin için bir tehlike de oluşturuyor zamanla.
Ramazan ayında bir de bakıyorsunuz hani o en modern, en seküler yayın organlarında bile baştan aşağı Ramazan sayfaları hazırlanıyor. Bütün o seküler kesimler inanılmaz dini bütün insanlar haline geliyorlar. Hâlbuki şimdiye kadar onlara göre din kamusal alandan dışlanması gereken bir şeydi. Bu olay aslında denetleme, manipüle etme kaygılarından ileri geliyor.
Mesela Ramazan Çadırları önemli bir pratik örnek. Tamam Ramazanda birileri gazete köşelerine kimi dindar isimleri taşıyor, onlara ayetleri hadisleri yorumlattırıyor ve modernistler olarak dini hayatın içerisine giriyorlar. Bu bir çıkar ilişkisi doğrultusunda gerçekleşiyor ama iftar çadırlarında durum başkadır. İftar çadırları herhalde o gerginliğin tam da kristalize olduğu bir yer, bir pratik olarak var oluyor. Çünkü, modernistler yani pozitivist inanca sahip olanlar Müslümanlık oyunu oynuyorlar. Çünkü dertleri o Müslümanlık halinin cemaat olarak tezahür etmemesi. Ama iftar çadırlarında başkaca, o kontrol ve manipüle mekanizmasının dışında bir şeyler oluyor. Cemaat duygusu çok daha güçlü bir şekilde kuruluyor orada.
Camiye gitmek örneği o modernist zihin için bir tehlike değil, çünkü insanlar her zaman camiye gider. Ama iftar çadırları çok daha Ramazana ve toplumsallığa özgü bir şey. Ve iftar çadırları bu kesimin kontrol edemediği bir şey. İnsanlar orada camilerdekinden de farklı bir duygu yaşıyorlar. Camide sadece manevi, ruhani, çok daha yükseklerde bir takım duygularla baş başa kalırsınız. Ama iftar çadırlarında en aşağıdan, karnınızı doyurmaktan başlıyorsunuz. En insani duygularınızdan birini tatmin ediyorsunuz önce. Daha sonra bu en dipten en yükseğe, Allah'a ulaştıracak manevi duygular yaşanıyor. Camilerde sadece üst düzey bir duygu varken, iftar çadırlarında en aşağıdan en yukarıya kadar çok farklı duygular peş peşe yaşanıyor. Diğer zamanlarda başka bir takım gerekçelerle göstermelik olarak da camiye gidilebilir, namazda başka şeyler de düşünülebilir... Orasını bilemiyorsunuz vs. Ama iftar çadırındaki pratik baştan sona bir hareket içerisinde, dünyalıktan ruhani olana kadar yükseliyor. İşte oradaki dinsellik modernistler tarafından manipüle edilemez, çünkü insanı baştan aşağı kuşatıyor. Ve bazı çevrelerin iftar çadırlarına bu kadar saldırmasının sebebi de budur. Oradaki duygunun dışarıdan kontrol edilemezliğidir. 'Dinciler iftar çadırlarıyla yoksul halkımızı kandırıyorlar, aldatıyorlar' gibi söylemlerde bulunulması buradan kaynaklanıyor. Ama hayır. İnsanlar oraya öncelikle karınlarını doyurmak için -belki de başka fırsatları olmadıklarından- gidiyorlar. Ancak orada sınıf farkı ortadan kalkıyor. Çok daha başka bir dünyanın pratikleri gerçekleşebiliyor. Ayrıca iftar çadırlarında yemek vermek, oralara sponsor olmak kapitalist dünyanın içine girdiğimde, sermaye hareketine katıldığımda işlediğim bazı 'günah'lar için de bir vesile oluyor belki. Fabrikalarındaki insanlara en ufak bir sosyal hak vermeyen, onları acımasızca çalıştıran insanlar da iftar çadırlarına sponsor olarak belki de kendilerine bir çıkış yolu buluyorlar. Tabi bu da kapitalist ve çıkarcı bir din anlayışı...
Bir de Ramazan ayında yoğunluğu artan bir olay var: Türbe ziyaretleri. Bir sosyolog olarak bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben açıkcası bu konuya biraz daha gülerek bakıyorum. Ama bu gülmeyi sakın bir alaycılık olarak algılamayın. Yani daha hoşgörülüyüm gibi bir şey.
Bu olaylar karşısındaki değerlendirmelere gelecek olursak; iki türlü tepki var başlıca. Bir tanesi 'Hurafe bu' diyerek, 'Bu kadar da olmaz' diyerek her türlü aşağılamayı, dalga geçmeyi yapıyor. Bir bu var.
İkincisi ise Müslüman entelektüller ve alimler tarafından verilen bir tepki. İslami açıdan bakarak 'Bunlar Kur'ân'da yoktur, hurafedir, yapmayın böyle şeyler' diyerek ders veren bir tepki.
Birincisini bir defa hiç ciddiye almıyorum çünkü onlar baştan kaybediyorlar. O şekilde bakma hakkına bile neredeyse sahip değiller. Çünkü sen hem Müslümanlıkla ilişkini alabildiğine çıkarcı ve kapitalist mantıkla kuruyorsun, sonra kalkıp İslamın içine girerek bunun doğruluğunu tartışıyorsun. Bu hakka sahip değilsin. Müsümanlığı bir defa ciddiye almıyorlar. Bu yüzden ben de onların tepkilerini ciddiye almıyorum.
Ve asıl önemli olan şu: Modernizm o insanlara bir şey dayattığı için onlar türbelere gittiler. Alternatif bir şeyler ürettiler. Kendilerine orada bir yaşam alanı kurdular/kuruyorlar. Oradaki hikâye şu: ?Eğer türbe modernizme ait değilse ben de onun değmediği bir yerde kendimi var ediyorum.?
Öbür tarafa gelelim biz. Tamam İslami külliyatın içine girdiğinizde böyle bir şey yok. Bir türbeye cüzdan sürtmek, bir ölüden hayır beklemek gibi bir şeyler yok. Ama iyi de senin o insanlara böyle diyor olman, onlara doğruyu öğretiyor olmanda bir hata yok mu acaba? Bir üslup hatan yok mu burada? Yani böyle yukardan bir şeyler öğretir pozisyonunda olduğunda, hele de üslubun da tepedense modernistlerden hiçbir farkın kalmıyor. Çünkü modernistler de bana hep bir şey öğretmeye kalktılar, at başörtünü dediler. Osmanlıca kelimelerini unut dediler. Şunu kullanma, şu hayat tarzından vazgeç dediler. Biz Kur'ân'ı böyle yorumladık, gel bunu oku dediler. Modernizm bunu yaptı. Bu ikinci tepkiyi verenler, tepeden üsluplarını muhafaza ettikleri sürece modernistlerle aynı hataya düşmüş olacaklardır.
Ve asıl önemli olan şu: Modernizm o insanlara bir şey dayattığı için onlar türbelere gittiler. Alternatif bir şeyler ürettiler. Kendilerine orada bir yaşama alanı kurdular/kuruyorlar. Oradaki hikâye de şudur: 'Eğer türbe modernizme ait değilse ben de onun değmediği bir yerde kendimi var ediyorum.'
Yani itikadi boyutunun dışında bu olayı sosyolojik bir hareket olarak, insanların modernizmin dayattığına alternatif bir yaşam alanı oluşturmaları şeklinde okuyorsunuz.
Tabi ama oraya giden insan ben sosyolojik veya kültürel bir şey yapmak için gidiyorum demiyor; inanarak gidiyor. Ben bu kültürel ritüellerin kendilerini yargılamaktan çok, onları mahkûm etmekten çok, onlarla konuşarak, onlarla biraz daha diyalojik bir irtibat kurarak konuya yaklaşma eğilimindeyim. Yoksa zaten sen istediğin kadar bir doğruyu va'z etmeye çalış senin doğrun yine sadece senindir.
Peki, onları buralara sevk eden denetlemeci ortam bir gün ortadan kalkıp normalleşme süreci başlarsa, bir rahatlama yaşanırsa bu tip olaylar da artık ortadan kalkar mı?
Evet, tabi ki... Bu çok genel bir rahatlama sorunu aslında. O modernist sistem benim değerlerimi, dillerimi şimdiye kadar tabiri caizse adam yerine koymadı. Buna karşılık ben de bunlar bu kadar değersiz değil diyor ve tepki veriyorum. Amerika'daki siyah-beyaz kavgası da aynen bu şekildeydi. Siyahların özgürlük hareketi 'siyah güzeldir' sloganıyla başlamıştı. Hâlbuki yok böyle bir şey, ne siyah ne de beyazda güzellik. Burada bir tepki var. Dolayısıyla Telli Babaya, Oruç Babaya gidenler de böyle bir tepki veriyor. Oraya gittikten sonra 'Ben bunu bir sürü faydasını gördüm' demeyi de öğreniyor o insan. 'Türbeye gittim, kısır gelinim doğurdu', 'Oğlum istediği okulu kazandı', 'Faydasını gördüm' diyor insanlar.
Bu olaylar (türbe ziyaretleri) kaybedilen bir anlam dünyasının izlerini aramaya dair inanç bir bakıma. Eskiden bir anlam dünyam vardı. O anlam dünyamda mahalledeki imamım, kadım, büyüklerim, yaşlılarım gibi bir bütünlük vardı. İşte artık bana bazı şeyleri verecek medreseler, alimler olmadığı için ben de onlardan kalmış bir takım bilgi türlerini başka bir şekilde yaşatmaya devam ediyorum demektir bu ziyaretler bir bakıma.
Ayrıca şöyle bir şey de var; hastalık, sağlık, iyileşme vs. gibi şeyler sadece modern tıbbın hikâyesi değil ki. Başka bir takım iyileşme yöntemleri de var. Fizyolojik bir açıklaması olmayan, artık ona inanç mı denir, duygu mu denir, manyetik alan mı denir bilmem ama bir sürü iyileşme yolu var. Çünkü bilgi dediğimiz şey sadece modern bilgi değil. Rüya dediğiniz şeyi anlayabiliyor musunuz? Freud bize bir takım şeyleri açıklamaya çalıştı diye her şey bitti mi ki?.. Hayır bitmedi. Orada başka bir takım hikâyeler var. Neden açıklanamayan dünya kadar olay var? Muhtemelen modern bilginin yetmediği yerlerde başka bir takım öğrenme, hissetme gibi başka bir takım yollar var. Eğer benim kültürümde böyle bir şey varsa gidip türbeden bir şeyler beklemenin de yolları açılıyor demektir.
Bu olaylar kaybedilen bir anlam dünyasının izlerini aramaya dair inanç bir bakıma. Eskiden bir anlam dünyam vardı. O anlam dünyamda mahalledeki imamım, kadım, büyüklerim, yaşlılarım gibi bir bütünlük vardı. İşte artık bana bazı şeyleri verecek medreseler, alimler olmadığı için ben de onlardan kalmış bir takım bilgi türlerini başka bir şekilde yaşatmaya devam ediyorum demektir bu bir bakıma. O bilgi çarpılıyor çarpılmıyor bu başka bir tartışma konusudur ama ben orada bir şekilde o bilgiyi yaşatıyorum. Belki o bilgi çok orijinal halde olmuyor ama sonuçta bir ilişki kuruyorum.
Özetleyecek olursam şöyle bir şey demek istiyorum; Modernlikle bu kadar radikal bir karşılaşma yaşamadan önce bizim bilgilenme türlerimiz çok farklıydı. O bilgilenme kültürü artık meşru değil çünkü onun kurumları kaldırıldı; tekkeler, medreseler kapatıldı. Fakat toplumu bir günden ikinci güne değiştiremiyorsunuz. Travmalar yaşatıyorsunuz ama bende ve benim geleneğimde hikâye devam ediyor. E dolayısıyla ben de medreseye ya da tekkeye gidemediğim için türbeye gidiyorum çünkü türbeler kapatılmadı. Eğer onlar da kapatılsaydı ben başka bir yere gidecek, başka bir yol bulacaktım. Sovyetler birliği örneğine bakalım; dağıldıktan sonra dünya kadar kilise ve cami çalışmaya başladı. Ne oldu nasıl oldu bu iş? Yıllarca yasaktı bunlar ve nasıl birdenbire tekrar ortaya çıktılar yok olmadan? Dinsizleşmeyi öğreten o totaliter devlet yönetimi aslında insanlar kendilerine bir yol bulmuşlar. Her ev içerisinde cami diye düşünülen bir yer oluşturulmuş. Sadece o köşe cami olarak düşünülüyor. Orada ibadetler yerine getirilmeye devam ediyor. Yani insanlar değişime ve dayatmaya karşı kendi önlemlerini alıyorlar, yapabildikleri kadarını yapıyor, yaşayabildikleri kadarını yaşıyorlar. En azından hayatta kalmaya çalışıyorlar ve bu da çok insani bir şey olsa gerek.
Kaynak: http://www.sonpeygamber.info/tr/
İLGİLİ HABER
Tunuslu düşünür ve yazar Raşid el-Gannuşi'nin sitemizde yer alan bu konuya katkı sağlayacağını düşündüğümüz Kalkınma Okulu Ramazan yazısı için lütfen tıklayın!