Raşid Gannuşi*
Çağımızda insan hakları, 1948 yalında yayınlanan BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 1966?da yayınlanan sivil, siyasal ve toplumsal haklar hakkındaki iki evrensel beyanname, devletlerin, toplumların ve grupların kanunları uygulayıp uygulamamalarının kriteri olma açısından medeni ya da geri kalmış olarak değerlendirildikleri asli bir ölçüttür.
BM, üye ülkelerin anlaşmalara olan bağlılıklarını denetlemek için bir örgüt kurmuştur. Aynı şekilde insan hakları konusunda uzmanlaşmış uluslararası ve yerel örgütler de ülkelerin ve toplumların bu beyanname ve anlaşmalar karşısında ne gibi bir tutum takındıkları hakkında raporlar hazırlamaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi bölgesel mahkemeler, AB?ye üye olan ülkelerde meydana gelen insan hakları ihlalleri hakkında karar vermek için kurulmuştur. Uluslararası mahkemelerin yetkileri ise devlet başkanlarına kadar uzanır ve bu kayda değer bir gelişmedir.
Bu gelişme, zayıf toplulukların insanlıklarına soykırım derecesine varan saldırılar karşısında sergilenen insani bir vicdanı temsil eder. Fakat bu değerler içerisinde bir takım iki yüzlülükleri de barındırmaktadır. Zira en diktatör rejimler ve örgütler bile bu ikiyüzlülüğe sığınmış ve insan hakları temellerine aykırı işledikleri suçları kamufle etme konusunda bunu sığınılacak bir mazeret olarak kullanmışlardır.
Bu çifte standart, zayıfı (Sudan) göz hapsinde tutmaya ve güçlüye (Amerikalılar ve İsraillilere) göz yummaya izin verir.
Bununla beraber bu gelişme İslami açıdan ırk, renk, din ve sınıf ayrımı yapılmaksızın insanın sadece insan olması hasebiyle kazandığı eşit hakları tanıması açısından bile övgüye değerdir.
Çünkü İslam, insanoğlunun Allah tarafından ilahi bir ödül olmak üzere gelmiştir. ?GERÇEK ŞU Kİ, Biz Âdemoğullarını üstün ve onurlu kıldık;? .(İsra/70) Kuran?ın son ve en kısa iki suresinde insan kelimesi 5 kez tekrarlanmıştır. İslam peygamberinin veda hutbesi insan haklarının kamuoyuna ilan edilmesiydi. İnsanın en temel asli değeri ve hakkı olan insanların eşit olduğu ilkesini vurguluyordu: Kadınlara iyiliği tavsiye ediyor, ırk ve renk ayrımını ortadan kaldırıyordu. Başka bir insanın ihtiyacı için insanın istismar edilmesini öngören herhangi bir hükmü tanımıyordu.
İslam?da insan Allah?ın halifesidir. Bütün hak ve görevler, halifelik anlaşması, bir başka ifadeyle İslam şeriatı içinde sunulmuştur.
İslam?da, kişisel haklarla kamu menfaati arasında örtüşme vardır. Kişiye ait bütün haklar Allah?a yani topluma aittir. Ferd ve toplum hakları arasında uyumsuzluk meydana gelirse öncelik toplum hakkındadır.
Çünkü İslami hükümler, dünya ve ahirette kulların menfaatlerini gözetmek için gelmiştir. Bunlar, zorunluluk derecesinden başlayıp mükemmel iyileştirmeye varan tedrici maslahatlardır. Bu maslahatların, içerisinde kişilerin davranışlarının düzenlendiği, bireysel ve kamusal hürriyetlerin kullanıldığı genel bir çerçeve olarak kabul edilmesi tabiidir.
Bu nedenle Endülüslü âlim Ebu İshak Eş-Şatıbi?nin eşsiz eseri el-Muvafakat?ta tarif ettiği şer?i hükümlerin amaçları (Mekasıdü?ş Şeria) konusu, İslam düşüncesinde kamusal hürriyetler ve haklar teorisine temel olarak kabul edilmiş; sınırların belirlemesi açısından çağdaş İslam düşünürlerince kabul görmüştür.
İslam?da ve onun medeniyet tecrübesinde özgürlük, kelime-i şehadetin sağlıklı olabilmesi için asli ve temel bir özelliğe sahiptir. İslami inançların, hak ve görevlerin temeline gelince; mümin, akıllı ve özgür bir birey olarak Allah?ın varlığını ve resulün doğruluğunu ikrar eder.
?Ene? (ben) bilinçli ve özgür olduğunda ?(ben) Allah?tan başka ilah olmadığına tanılık ediyorum ve (ben) Muhammed?in Allah?ın resulü olduğuna da tanıklık ediyorum? cümlesini tasdikler.
Özgürlük, ideal örneği afakta (dış âlem) ve enfüste (insanın iç dünyası) somutlaştırabilmek için sarf edilen sürekli bir çaba ve her gün yapılan bir mücadele ve verilen bir kavgadır. Burada insan, bazı filozofların zikrettiği gibi özgür değildir. Fakat onu içten ve dıştan kuşatan zalim güçlere karşı verdiği mücadele ve en ideal ahlaki örnekliği gerçekleştirdiği ölçüde özgür olur.
İslam dininin tazammun ettiği insan haklarından biri de inanç özgürlüğüdür. Bunu destekleyen birçok ayet mevcut olduğu gibi Medine Vesikası da bunun uygulanmasıdır. Bütün dini ve ırki unsurların hak ve hürriyetleri tanınmıştır. İslam tarihi ?Dinde zorlama yoktur? (Bakara/255) ilkesinin ilan edilmesi sebebiyle etnik ve dini kökenli soykırımlardan uzak durmuştur. Hak ve özgürlükler alanında İslam?daki en yüce ilke ve en sağlam temel, kendisine karşı çıkan her şeye (ona izin vererek) yönetici olmuş olmasıdır.
Bu ilkeyi ihlal eden bütün metinler ?Özgürleştirici ve aydınlatıcı yoruma göre- ya mensuh ya da tevil edilmesi gereken metinlerdir.
Haklar, inanç özgürlüğünden doğmuştur. Bunların en önemlisi İslam toplumunda ilişkilerin temelini oluşturan eşitlik hakkıdır. İslam toplumunda insanların renk, ırk ve inanç açısından birbirlerine üstünlükleri yoktur, hukuk önünde herkes eşittir.
Hz. Ali, ülkede yaşamakta olan gayrimüslimlerin haklarına dair şunu ifade etmiştir: ?Eğer zimmetimiz (vatandaşlığımız) altına girerlerse lehimize ve aleyhimize olan her şeyde ortaktırlar.? Vatandaşlar arasındaki eşitlik temelindeki istisnalar, genel sistemin gereklilikleri, toplumun kimliği, aile ve toplumda işlerin dağılımı gibi (bazı miras paylarındaki ihtilaflar) çok dar bir alanla sınırlıdır.
Burada zimmet ehli (yani Müslüman devletin himayesindeki gayrimüslimler) teriminde ayıplanacak bir yön bulunmamasına rağmen, -her ne kadar vatandaşlar arasında kaynaşma sağlanmış olsa da- devlet vatandaşlık (yani hak ve görevlerde eşitlik) temeli üzerine kurulmuş olduğundan İslami siyasal fikirde kullanılması gerekli şer?i terimlerden olmadığı gözden kaçmamalıdır.
İslam, zorlamanın olmaması ve dini özgürlükler ilkesi gereği, tüm inanç sahiplerinin mabetlerini kurmalarına imkân vermiştir.
Halifeler, komutan ve askerlerine, ibadet edenleri ve kendilerini dinlerine adayanları serbest bırakmalarına dair kesin tavsiyelerde bulunmuşlardır. Bu yüzden bütün dinler, güçlü İslami yönetimin idaresi altında birlikte yaşadılar. Fakat güç dengeleri Müslümanların aleyhine bozulduğunda Müslümanların sonları, eskiden olduğu gibi şimdi de eziyet görme hatta Endülüs, Bosna, Kosova ve Çeçenya?da olduğu gibi soykırımlara uğramak olmuştur; tarih buna şahittir.
Aynı şekilde İslam karşıtlığı (İslamofobi), İslam?ın özgürlük ve dini çoğulculuk hakkının tanınmaması sebebiyle ortaya çıkmıştır. Oysaki İslam daha başlangıçta inanç sahibinin özgürlüğünü tanır. ?Benim dinim bana sizin dininiz sizedir.? İslam?ın Allah?ı birlemek ve zulme karşı mücadeleye dair ortak noktaya gelme ve en güzel şekilde tartışmaya yaptığı çağrı tekrar tekrar vurgulanmıştır: ?De ki; Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimeye gelin? Allah?tan başka ilah tanımayalım, O?na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve bazımız bazımızı Allah dışında rabler edinmesin.?(Ali İmran/ 64)
Avrupa?daki En Eski Mescidin Ömrü Yüzyılı Geçmez.
Bu yüzden İslam ülkelerinde kadim dönemlerden kalma havra, kilise ve hatta putperest mabedlerinin bulunması şaşılası bir durum değildir. İslam yurdu ve orada yaşayanlar İslam?ın hoşgörülü kanunlarının himayesi altında rahat bir yaşam sürmüşlerdir. Oysaki Avrupa?daki en eski mescidin ömrü yüzyılı geçmez.
Daru?l İslam farklı İslam mezheplerinin birlikte yaşadığı yer olmuştur. İslam yurdu ?istisnai olaylar hariç- katliam ve etnik soykırımı tanımaz, aksine her milletten mazlumların sığınağı olmuştur.
İslam?ın kefil olduğu bir diğer insan hakkı ?dinde zorlama yoktur? kuralının uzantısı olması itibariyle düşünce, dini propaganda, bilgilendirme ve tartışma hakkıdır.
Genelde sertlik yanlısı olmakla suçlanan Mevdudi şöyle der: ?İslam devletinde Müslüman olmayanlar konuşma, yazma, düşünme ve bir araya gelme özgürlüğünden Müslümanlar ne kadar yararlanıyorsa o kadar yararlanacaklar, bu bağlamda Müslümanların ne gibi sorumlulukları ve bağları varsa onların da olacaktır?Hükümeti, çalışanlarını eleştirirebilirler. Hatta hükümet başkanı da bu kuralın dışına çıkamaz. Müslümanların kendi mezheplerini ve inançlarını tenkit etme hakkı olduğu gibi onların da İslam dinini tenkit etme hakları olacaktır.
Müslümanlar gayrimüslimler gibi eleştiri yaparken kanunun sınırları dışına çıkmamalıdırlar. İnançlarını övmede sınırsız özgürlüğe sahip olacaklardır. Eğer bir Müslüman dininden dönerse bunun vebali kendinedir. Bundan dolayı gayrimüslim suçlanmaz. Ve İslam devletinde gayrimüslimler vicdanlarına aykırı gelen hiçbir inanç ve işe zorlanmayacaklardır.
?Devlet kanunuyla çatışmadığı sürece vicdanlarına uygun olan işi yapabileceklerdir.? (Ebu?l Ala el Mevdudi, İslam Nazariyesi ve Hukuk, Siyaset ve Anayasadaki Yol Göstericiliği, Beyrut, Şam, Daru?l Fikr,1964, sayfa: 316)
İrtidat meselesi bu hakka engel teşkil edebilir. Kur?an kıyamet günü en şiddetli cezaya çarptırılacaklarını vaat etmesine rağmen dünyadaki bir cezadan bahsetmez. Fakat bu konuda hadis bulunmaktadır. İslamcı düşünürler bunu Peygamberin lider olmasından kaynaklanan davranışlar olarak kabul eder ve olgunun tehlike boyutunun belirlenmesini ve sorunun çözülmesini her dönemdeki devlet kurumlarının eline bırakırlar. Bu, tehlikeli olmayan kişisel irtidat ile toplumun varlığını tehdit eden toplumsal irtidat arasında ayırıma gidilerek yapılır. İslam?ın ilk dönemlerinde meydana gelen ridde olayları bu cinstendi. O dönemde meydana gelen olaylar sadece fikir düzeyinde olmayan, yönetimi tehdit eden silahlı siyasi irtidat hareketleri yani siyasi suçlardı.
İslam, ferdin mülkiyet hakkına da vurgu yapar. Mülkiyet kişinin dini vicdan ve toplumsal otoritenin gözetimi altında, toplumsal menfaat ve halifelik teorisi kapsamında belirlenen şeriat sınırları içerisinde uyguladığı toplumsal bir görev olarak kabul edilir. Burada mülkiyetten kastın toplumsal dengeyi korumak olduğu gözümüzden kaçmamalıdır. Bu anlamıyla mülkiyet, dengesizliği -özellikle de eğer bu dengesizlik yolsuzluk, tekelcilik, hırsızlık ve fakirin ihtiyacını kötüye kullanma (faiz) ve siyasi nüfuz gibi gayri meşru temele dayanıyorsa- körükleyen sınıfsal yapının yasaklandığı bir mülkiyet anlayışıdır.
Mülkiyet verilmiş bir haktır fakat kapitalist sistemden köktenci bir şekilde farklıdır. Mülkiyetin temeli meşru bir iştir ve kamu yararına bağlıdır.
Toplumsal haklar açısından çalışmak dini bir görevdir. Ve zenginlerin malında fakirlerin hakkı vardır. Eğer devlet bu görevi yerine getirmezse fakir bunu zenginden alabilir. Toplum muhtaçken malın dokunulmazlığı yoktur.
Toplumsal haklardan bir diğeri de eğitim hakkıdır. Bu zorunlu bir haktır (farzdır). Sağlık, barınma, giyinme, aile kurma, seyahat ve güçlülerin zayıflara dayattığı sözleşme şartlarını değiştirebilmek için ?ki bu tür sözleşmelere bağlı kalmak gerekmez- greve gitme hakkı. ?Hak kendi üzerinde olan (borçlu) yazsın? (Bakara/282) Yani sözleşme şartlarını yazsın.
Haklardan bir diğeri genel işlere katılımdır. Eşitlik ve ilahi adalet ilkesinden hareket edildiğinde her Müslüman iyiliği tavsiye ve kötülükten nehyetmekle sorumludur. İslam, kamusal işlerde katılıma davet ederek diktatörlüğü devirmiştir. ?Onların işleri aralarında şura iledir.? (Şura / 38)
İslam?ın bugün demokratik sistemde ifadesini bulan şura (meclis) araçlarının gelişmesinden yana kesinlikle mutludur. Demokratik sistem; vatandaşlar arasındaki eşitlik, siyasi çeşitlilik, ifade hürriyeti, rejimin seçimlerle değişmesi ve yargının bağımsızlığı esasına göre halkın yöneticiler üzerine hâkim ve koruyucu olmasına izin verir.
İslam öğretilerinde ve hatta amaçlarında demokrasi temelleriyle çelişen bir durum söz konusu değildir. Hatta bu öğretiler, insan aklının şu ana kadar zalim yönetimlere son vermek için yaptığı düzenlemelerden daha üstündür. İslam bütün güzelliklerin ötesindedir.
İslam âlimleri nezdinde siyaset, temelleri İslam?da sabit olsa bile akıl ve deneyimin gelişmesiyle uygulama araçlarının geliştiği bir olgudur.
Peygamber (s.a.v.) ?siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz? buyurmuştur. Yani ziraattan sanayiye, iletişim ve idari işlerin düzenlenmesine kadar bütün dünya işlerinin organize edilmesinin araçları ve teknikleri şeriatın amaçlarıyla uyumludur onun sabiteleriyle çelişki arz etmez.
Kötüyü değiştirmek, zulmü ortadan kaldırmak, gösteriler, basın kampanyaları yapmak ve birlik oluşturmak gibi her türlü aracı kullanarak buna teşvik etmek Müslüman?ın hakkı hatta görevidir. Zulmü ortadan kaldırıp adaleti sağlayıncaya kadar ona rahat yoktur. Şayet bunu yapmazsa günah işlemiş olur.
İslam?da adil muamele görme ve işkence görmeme hakkı vardır. İslam; toplumsal sistemi, adalet temeli üzerine kurmuştur. Yönetimde, yargıda ve bütün alanlarda adalet. Bunun getirisi ise zulmün olmadığı bir ortamda yaşama hakkıdır. Bundan sonra da işkence etmeme gelir ki Peygamber (s.a.v.) kediye eziyet etmesi sebebiyle bir kadının cehennemlik olduğunu söylemiştir.
Ve son olarak sığınma ve siyasi iltica hakkı gelir. Bu, İslam?ın insanların ırkına ve milletine bakmadan herkese verdiği bir haktır. Kim Müslümanlardan yardım ister ve korunma talebinde bulunursa Müslümanların yardım isteyen kişi vatanına dönmeye karar verinceye kadar bu isteğini yerine getirmeleri ve onu korumaları gerekmektedir. Bunun gerekliliği Tevbe suresinin 6. ayetinde zikredilmiştir: ?Ve eğer müşriklerden biri sana sığınmak isterse ona aman ver ta ki Allah?ın kelamını dinlesin. Sonra da onu güvende olacağı yere gönder.?
İbn-i Kesir şöyle demektedir: ?Kim daru?l harptan daru?l İslam?a mesaj iletmek, ticaret ya da barış yapmak maksadıyla gelir ve imam ya da onun yardımcısından güvenlik dilerse İslam yurdunda kaldığı müddetçe yurduna dönene kadar ona aman (güven içerisinde olma hakkı) tanınır.?
Sonuç olarak; insan haklarına ve evrensel anlaşmalara yönelik genel eğilim İslami kurallar ve onun adalet, hürriyet, eşitlik ilkesindeki hedefleriyle örtüşmektedir. Bu durum övülmeye değer bu gelişme karşısında bize keşke dedirtir. Keşke onunla uyum içinde olan hatta üstün özelliklere sahip olan bu gerçekle övünebilse.
Tarih tecrübesi insanın ilahsız yaşayamayacağını ispatlamıştır. İbn-i Kayyim el-Cevziye?nin zikrettiği gibi:?İnsan ruhunda, sadece Allah?a vardığında teskin olacak bir açlık vardır?.
İnsan hakları beyannamelerindeki temel eksiklik çoğunlukla sadece bir döneme hitap eden bir mantaliteye dayanıyor oluşudur. Bu felsefe, insanın mutluluğu yakalamasının yaratıcısından koparak özgürleşerek hayatını düzene koymakta olduğunu iddia eder. Sonuç; sınırlı ilerlemeye rağmen güçlünün zayıfa egemen olması, çevrenin kirletilmesi ve insanoğlu arasında iletişim ve merhamet bağlarının koparılmasıdır.
Oysa ki insan hakları, yaratıcıya dayandığında ona bir kudsiyet kazandırır ve onu her müminin sorumluluğu haline getirir. Bu dini bir görev olmuş olur yapınca sevap kazanır terk edince cezalandırılır.
Allah bu haklara bütün toplumsal, bölgesel ve ırksal farkların ötesinde insani bir boyut katar. Çünkü Allah sadece bir kavmin ya da bir milletin ilahı değildir. Bütün insanlar onun ailesidir.
Haklar yaratıcı temel inde şekillendiğinde, ona şekilcilik ve parçacılıktan kurtulacağı kapsamlılığı ve pozitifliği verir. Çünkü Allah insanları yaratandır ve yarattıklarının ihtiyacını en iyi o bilir. Bu hakların koruyuculuğunu yapan kanunun hâkimiyetini, Müslüman?ın daima Allah?ın gözetiminde olduğu hissinde ifadesini bulan dini vicdanın gücüyle sağlar.
Ama neden günümüzde İslam ülkelerinin insan hakları bakımından dünyanın geri kalmış ülkeleri arasında bulunduğuna gelince, bu İslam?dan kaynaklanan bir suç değildir. Onun ilkeleri ve medeniyet tarihindeki ortaya koyduğu örneklik, bu dinin yüceliğine ve toplumlarının ilerleyişine şahittir. Bu suç Müslümanların da değildir. Çünkü onlar, kendilerini temsil etmeyen hatta kendilerine yabancılaşmış hükümetlerce yönetilmektedirler. Bu hükümetler ?Biz o günleri insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz? (Ali İmran/140) hükmü gelinceye kadar onlar üzerinde hegemonik yapılarını sürdürmeye çalışırlar.
*Tunuslu düşünür-yazar.
Bu makale İslam Özkan tarafından TİMETURK için tercüme edilmiştir.