Yeni Davetçiler ve Dinin Laikleştirilmesi
Husam Temmam*
90?lı yılların ikinci yarısı daha sonra yeni-davetçiler olarak bilinen bir akımın ortaya çıkmasına şahit oldu. Bu olgu, resmi dini müesseselerde olduğu gibi resmi şekliyle (Ezher-i Şerif, Evkaf Dairesi Başkanlığı ve Fetva Kurumu gibi) ya da örgütsel yapıya sahip mutedil (Müslüman Kardeşler) ve devrimci İslami akımlarda (İslami Cihad ve Cemaat-i İslami gibi) hareketlerin genel İslami konjonktüre hâkim olduğu ?Kurumsal İslam? olarak isimlendirilen şeyin gerilemesi ile eşzamanlı olarak gelişti.
Bu dönem, Mısır Devleti?nin İslamcı muhaliflerine karşı bir araç olarak gördüğü Ezher-i Şerif?e ve diğer dini kurumlara hâkim olma sürecinin tamamlanması olarak algılandı. Bu kurumlar, aslında devletin muhaliflerine karşı sertlik yanlısı tutumunu meşrulaştırmaktaydı. Bu durum, söz konusu dini kurumların önemli bir bölümünün itibar kaybetmesine yol açtı çünkü halk, eskiden nispeten bağımsızlığa sahip bu kurumların devlete bağlı hale gelip bağımsızlığını kaybettiğini düşünmeye başladılar. İçinde Devrimci İslamî unsurların da bulunduğu genel anlamda İslami hareketin durumu da daha iyi değildi. İslami hareketin mutedil kanadı olan Müslüman Kardeşler, yaklaşık olarak 10 yıl boyunca rejimle çatışmaya girerek kamusal alandaki görünürlülüğünü yitirdi, halka yönelik çalışmalarını aksattı.
Devrimci ve cihatçı İslami akımlar ise 1997 yılında, Mısır tarihi boyunca meydana gelen en kanlı eylem olan el-Aksar katliamına imza atmalarının ardından sonlarını ilan etmiş oldular. Bu tarihten sonra şiddet tamamıyla durdu, bu hareketin üyelerinin bir kısmı hareketin çizgisini yeniden gözden geçirirken kalanları ise yurt dışına çıkarak el-Kaide?ye katıldılar.
Bu genel hava ise o zamana kadar var olan çizginin dışında, farklı bir davet anlayışının bir başka ifadeyle yeni davetçi anlayışının ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Yeni davetçi anlayışla birlikte yaşça genç ve geleneksel olmayan bir davetçi profili ortaya çıktı. Bunlardan bazılarının isimlerini saymak gerekirse, Amr Halid, Halid el-Cündi, Halid Abdullah, Safvet Hicazi, Mustafa Hüsni, Muiz Mesut vs.. Aralarında hiç de azımsanamayacak müşterekler vardı. Bu isimlerin çoğu dini bir eğitim almayıp pozitif bilim ya da sosyal bilimlerde eğitim görmüş kişilerdendi. Ancak dine yatkınlıkları vardı ve dini konularda kendi kendilerini yetiştirmişlerdi. Önemli bir bölümü ise ayrıcalıklı toplumsal sınıfların üyeleriydi. Çoğu ?Kurumsal İslam? çerçevesinin dışında kalan insanlardı. Hiçbir hareket veya örgütle bağlantıları bulunmuyordu. Geçmişte böyle bir bağları vardıysa da bu bağ, ya geçmişte kalmış ya da etkisiz ve zayıf bir bağdı. Hepsi, söylemlerinde dini mercilerle dini olmayan merciler arasında herhangi bir çelişki meydana gelmesi konusunda en küçük bir rahatsızlık duymadan ikisini de aynı anda kullanıyorlardı.
Bu olgu, yeni ve daha önce bilinmeyen bir dindarlaşma anlayışını yani bireycilik üzerine kurulu bireysel dindarlığı da beraberinde getiriyor, refah, tüketim ve faydayı yüceltiyordu. Kendilerine göre bu çizgi aslında daha çağdaş; kültürüyle, düşüncesiyle dünyaya daha açık bir dini anlayışı temsil ediyordu. Bu anlayış temelde ahlakiliğe dayanıyor, akaidi tartışmalara önem vermeden, insanların ahlaki standartlarını yükseltmeyi amaçlıyordu. Bu, devrimci olmayan, barışçıl ve vakıada en küçük bir değişiklik yapma hedefinden yoksun bir anlayışı beraberinde getiriyordu. Aslında bu kimseler, temsil ettikleri toplumsal sınıf olan orta-üst tabakanın dini duygularını ve zevklerini tatmin etmeye daha yakın duruyorlardı. Bu, tamamen siyaset alanının dışında kalan bir dindarlaşma olup en küçük bir siyasi hedefe bile sahip değildi. Köklü bir toplumsal değişimi asla hedeflememekteydiler. Ayrıca ne konumlarını ne tutumlarını ne de toplumsal duruşlarını değiştirme ihtiyacı hissetmeyen, yandaşlarına külfet getirmeyecek bir dini anlayış sunuyorlardı.
Davetçilerin geleneksel mekânlarının mescitler geleneksel araçlarının da Cuma hutbeleri, vaaz halkaları, fetva dersleri olmasına rağmen bu yeni davetçiler geleneksel mekânlar ve araçlarda değişikliğe gitmişlerdir. Artık onlar interneti ve TV?yi en önemli araçlar olarak kullanmaktaydılar.
Başlangıçta bu yeni davetçiler ya ulusal kanallarda ya da dini programlarında yeniliğe gitmek isteyen uydu kanallarında görünmeye başladılar. İslam?ı insanlara geleneksel olan metotların dışında bir yöntemle anlatan bu yeni davetçilerle birlikte söz konusu dini programlar canlılığını yeniden kazanmaya ve aslında bu tür programları izleme gibi bir alışkanlığı olmayan devasa bir kitle tarafından izlenmeye başladı. Aslında halkta da, yapılmakta olan dini programların içeriğinin değiştirilmesi yönünde bir istek vardı, özellikle de devlete bağlı olan TV kanallarında bu istek daha bariz bir şekilde görünüyordu. Bu çerçevede Mısır Televizyonu?nun Amr Halid?in dini vaazlarına, ülkenin en önemli TV yıldızlarından biri olmadan önce yer vermeye başladığını görüyoruz.
Amr Halid gibilerinin tespih taneleri gibi dağılan programlara ve dini vaazlara ilgi artınca İkra gibi vaaz ve İslam?ın anlatımı konusunda geleneksel İslami yöntemlere sahip olan TV kanalları dahi bu kişilere kucaklarını açtılar. Ancak burada İkra TV?nin sahibi olan Salih Kamil?in aynı zamanda içinde LBC gibi Lübnan?daki Maruni Hristiyanlara ait kanalların bulunduğu ART grubunun sahibi olması da dikkat çekicidir.
Daha sonra bu olgu iki ayrı yönde ilerleyecekti. Birinci yönelim söz konusu yeni davetçi anlayışın Arap uydu kanallarında yaygınlaşıp moda haline gelerek el-Mihver, Dureym gibi TV kanallarında sürekli yayınlanan programlar haline gelmesi. İkinci yönelim ise er-Risale, en-Nas, Hikmet, Rahmet gibi İslami nitelemeler taşıyan yaklaşık 25 TV kanalında yayınlanan programların en can alıcı bölümlerinde yer almaya başlamaları.
Söz konusu TV kanalları, bu yeni davetçileri, star üretimine uygun olarak yıldızlaştırdığı gibi aynı zamanda geleneksel davetin mekanı olan mescitlerde iyi bir dinleyici kitlesine sahip vaiz ve davetçileri de kendine çekmeye başladı. Bu da geleneksel davette sembol isimler haline gelmiş kişilerin TV starı olma süreçlerini başlatmış oldu. Özellikle bu noktada en-Nas kanalının selefî davetin önder isimleri olan Şeyh Muhammet Hüseyin Yakub, Şeyh Ebu İshak el-Huveyni, Şeyh Muhammet Hasan, Şeyh Mahmud el-Mısri gibi kişiler, bu süreçte aktif olarak yer aldı. Aslında ilginç olan, en-Nas?ın, kardeş kanal el-Haliciyye gibi şarkı video kliplerinin yayınladığı bir kanal olmaktan çıkıp süreç içerisinde dini bir kanala dönüşüyor olmasıydı. Bu iki kanalın da sahibi Mansur bin Kedese idi.
Dini vaazla ilgili yeni bir planlama geliştiren en-Nas adlı kanal, mevcut dini vaazın ve davetin önde gelen starlarına ilgi göstermeyip daha çok kanallarda görülmeyen selefi davetin önde gelen isimlerine yer ver vermeye ve onlara dini görüşlerini insanlara telkin etme fırsatını vermeye başladı. En-Nas, diğerlerinden çok daha zekiydi, Arap ve İslam ülkelerine uydudan yayın yapmakta olan TV kanallarında, kendilerini ifade edemeyecek konumda olan selefi âlimlere yer açmış oldu. Ancak bu da en azından siyasi açıdan risksiz bir alandı. Özellikle de hiçbir siyasi yönelimi olmayan selefi din adamlarının seçilmesi ilginçti. Çünkü bu selefi çizgi, siyasi olmadığı gibi, diğer selefi akımlarıyla karşılaştırıldığında güvenlik güçlerinin tepkisi ve öfkesi nedeniyle hiçbir zaman politikleşmesi mümkün olmayan bir akımdı. İlmi selefiliğin bazı isimlerini dahi televizyona çıkarabilirler ancak siyasileşme ihtimali olan selefilik bu kanallarda kesinlikle yer bulamazdı. Örneğin selefi akım içerisindeki İskenderiye ekolü, ilmi selefilik olarak değerlendirilmekte olup yetmişli yıllarda Cemaat-i İslami?nin halen Mısır Üniversitelerinde faal olduğu dönemlerinden kalma ileri bir siyasi bilinç ve örgütsel bir ruhu korumaktadır.
Dini Kanallar ve Dindarlığın Laikleştirilmesi
Burada yeni davetçi anlayışın ortaya çıkışıyla dini kanalların yaygınlaşması arasında birbirini tamamlayan kopmaz bir bağ vardır. Bu bağ birçok seviyede izlenmesi ve gözlenmesi mümkün olan bir olgu olup, bazen birbirleriyle pazarlık etmekte bazen birbirini etkilemekte ama her ikisi de birbirini desteklemektedir. Bu paradoksal durum, uydu kanallarındaki dini programların giderek laikleşmesine neden olmaktadır.
İslam?ın bir din olarak özelliklerinden ne kadar bahsedersek edelim, İslam?da dini olguyu irdeleyen herhangi bir ciddi araştırmanın, evrensel bir karakteristiğe sahip gibi görünen dini yaşantıda meydana gelen değişim ve dönüşümlerden bağımsız bir şekilde ele alınamayacağını düşünüyorum.
Aksine dinin son yükselişi ve dinin uydu kanallarında yeni davetçilerin vaazlarında da görüldüğü gibi kamusal alanda çokça boy göstermesini, büyük anlatıların sona ermesi ve modern devletin tesisiyle birlikte laik bir karakter arz eden dindarlaşma gibi son döneme damgasını vuran gelişmelerden ayrı telakki edemeyiz.
Dünyaya düşüncelerini, kanaatlerini, siyasi, toplumsal ve ekonomik projelerini anlatan büyük anlatıların (ideolojilerin) çöküşü, kamusal alanın ihtiyaç duyduğu ritüeller ve sembolleri içeren temel kaynak olması nedeniyle dine olan talebin artmasına yol açtı. Dine olan talebin artışındaki temel faktör sadece ekonomik ya da toplumsal olmayıp bu dönüşümü algılama noktasında çok daha hassas olan medyadan da kaynaklanmaktadır. Medya bunların yanında din ve kimlik hakkındaki soruların ve arayışların son dönemlerde tırmanış göstermesiyle birlikte bu dini talebi yerine getirmeye çok daha elverişli bir yapı özelliği arz etmektedir.
Bu evrensel dönüşümler, dinin kamusal alanla olan irtibatı noktasında sadece semboller, ritüeller ve anlamlarla yetinmemiş; derinde dinin kendisini de kavram ve yaşayış olarak dönüştürme düzeyine ulaşarak dini laikleştirmeye başlamıştır. Dini laikleştirmeye çalışan olguların başında dini uydu kanalları ve yeni davetçiler gelmektedir.
Dinin kurumsallıktan bireysel yaklaşıma evrilmesiyle birlikte dindarlığın laikleştirilmesi tamamlanmış, dinle insan arasındaki anlamlar bütünü, bireysel bir ilişki haline getirilmiştir. Bu tür bir bireysel din anlayışı da maalesef toplum bazında büyük kabul görmüş, son tahlilde dini kurumsalcılığı ya da dinin kurumsal boyutunu yok sayan bir noktaya indirgenmiştir. Bu da yeni-davetçilerden birer TV starı çıkarma noktasında dini uydu kanallarının üslendiği misyonu layıkıyla yerine getirdiğini gösterir. İzleyicinin dinle olan ilişkisi bir seçme ilişkisine indirgenmekte, böylece izleyici, dini kanaatler arasında karşılaştırmada bulunarak tamamen bireysel bir tercihte bulunmaktadır. İzleyici yine bu din konusunda toplumun gösterdiği büyük teveccühle tamamen bireysel bir mantıkla yüzleşmekte, bunun neticesinde de kurumsal boyutunu yitiren din giderek pazarda arz talep eksenine oturan bir olguya dönüşmektedir. Bu pazarda izleyiciler kendilerine en uygun olan dini seçeneği almakta ve ona prim vermektedirler.
Din etrafındaki tartışmalar, konu üzerinde uzmanlaşmış kişiler ya da âlimlere değil kamusal alana taşınarak din laikleştirilmektedir. Kamusal alan genelde laik bir karakter arz eder, çünkü medyanın merkezi bir rol oynadığı iletişimin demokratikleşmesi denen işleyiş, tartışma ve diyalog esası üzerine kuruludur. Medya, rekabet mantığına uygun olarak dini tartışma sürecini karşılıklı çatışmaların ve bireysel tercihlerin artışı temelinde hızlandırır. Yavaş yavaş dinin nass üzerinde ittifak edilen, sabit, dokunulmaz olan hususları dahi yok olmaya başlar ki bu da dinin laikleştirilmesi demektir.
Dini uydu kanallarının ve programların oluşmasına katkıda bulunduğu dini referansların ve yeni davetçilerin çoğulculuğunun fetvaların çoğulculuğuna da yol açması nedeniyle din, toplumsal (ki bu İslam?ın özüdür) değil bireysel bir özellik arz eden bir yapıya dönüşür. Bu çoğulculuk ve seçme de arz-talep kurallarına göre işler, ki bu aslında kapitalizmin mantığıdır.
Yeni davetçiler ve dini TV programlarının daha derin bir şekilde incelenmesi, dinle girdiği çoğulculuk ilişkisi bakımından piyasa mantığından çok da farklı olmayan bir anlayışla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini bizlere gösterirken, diğer taraftan da bu yeni davetçilerin pazar mantığıyla hareket etmelerinin sonucu olarak belki de İslam tarihinde bir ilki gerçekleştirerek yaptıkları vaazlarla ilgili telif hakkı iddia etmelerini beraberinde getirmiştir. Bu da, söz konusu yeni davetçilerin fikrî haklarını kabul etmeyen ya da bu hakları ihlal edenlere karşı dava açma ve tazminat isteme sonucunu doğurmaktadır. Örneğin bu yeni davetçilerin sembol ismi sayılabilecek isimlerden Amr Halid, yaptığı TV programlarına karşılık bir milyon Mısır Cüneyhi?ne yakın para istemiştir.
Bu çerçevede bu yeni davetçilerle söz konusu uydu kanallarının sahipleri arasında kullanılma, tekelleşme ve rekabet şeklinde tecelli den piyasa ilişkisinden de söz edebiliriz. Örneğin yeni davetçi, herhangi bir uydu kanalıyla yaptığı dini vaazların (davetin!) başka televizyon kanalında (rekabet!) yayınlanmaması konusunda bir sözleşme yapabilmektedir. Bu ilişki biçimi özellikle bu kanalların faaliyetleri ve yatırımlarıyla ilgili bazı konularda dinin özünü etkilemektedir. Burada biraz durup davetçi Halit Amr?la İkra kanalının yanında şifreli yayın yapan birçok başka kanalın ve bütün bu kanalların çatı grubu olan ART?nin sahibi olan Suudi iş adamı Salih Kamil?le ilişkisi üzerinde düşünmek gerekmektedir. Bu piyasacı ilişki modeli ışığında bakıldığında kendisinin daima müftü değil bir davetçi olduğunu söyleyen Amr Halid, ülkenin fakir mahalleleri de dâhil olmak üzere birçok yerinde yaygın olan şifre çözücülü uydu alıcılarının kullanılmasının -kendi programlarının parasız seyredilecek olması hasebiyle- haram olduğuna ilişkin fetva vermektedir.
Öyleyse, uydu kanallarında boy gösteren dini programlar tam da Fransız filozof Patrick Michael?in işaret ettiği gibi izleyicinin diniyle tüketim ilişkisine girdiği bir ilişki biçimini temsil etmektedir. Böylelikle izleyici, içinde zorlama durumunun olmadığı bir değerler sistemine uygun olarak konforlu bir haleti ruhiye içerisinde dinden istediğini alıp istediğini atma özgürlüğünü hissetmektedir. Dinle girilen bu tür bir tüketim ilişki sonucunda izleyici, kendisine sunulan bu dini anlayışı reddedebilecek ve başka bir kanaldaki başka bir davetçinin yorumlarını kendisi için daha kabul edilebilir görüp tercih edecektir. İzleyicinin dini uydu kanallarıyla olan ilişkisi, içinde filmlerin, video kliplerin ve şarkıların yayınlandığı diğer normal kanallarla ilişkisinden farkı olmayacaktır. Listedekilerden en çok hoşuna giden birini seçecek ve onu izleyecektir. Kriter aynıdır: Kişinin rahatına ve konforuna uygun bir tüketim biçimi.
Uydu kanallarının ortaya çıkardığı dini starlar, dinleri ne olursa olsun kendi aralarındaki ayrılıklardan çok benzerliklerin bulunduğu bir yapı ortaya koymaktadır. Bu nedenle, kendisinden çok daha önce bu programları yapmakta olan ABD?deki Hıristiyan Protestan din adamlarıyla yeni davetçiler arasındaki bu benzerlik garip karşılanabilir. Ortak yönleri ise starlık vasıflarıdır. Star olan vaiz ya da vaizin starlığı ve bunlar üzerine kurulu olan reklama, piyasaya dönük ilişki biçimi. Değerini kendisinde barındıran ve her an ticari bir markaya dönecek olan bir ilişki biçimi.
Ancak star vaiz profili İslami davet alanında hiçbir zaman orijinal bir yere oturmayacaktır. Sadece yeni davetçilerin davet alanında oturtturduğu piyasa mantığının ve uydu kanalları çağının bir çocuğu olarak kalacaktır. Çünkü dine yönelik bu yaklaşım biçimi, kökleri çok derinlerde olan ve takvayı, zühdü, şöhretten uzak kalmayı hedefleyen geleneksel davet biçimleriyle bütünüyle çelişmektedir.
*Mısırlı araştırmacı-yazar
Bu makale İslam Özkan tarafından TİMETURK için tercüme edilmiştir.