Mehmet Ali Gökaçtı'nın yorumu
Belki ilk bakışta kitabın adından hareketle son zamanlarda çok konuşulan ama bir arpa boyu yol alınamayan bir konuyla karşı karşıya olduğunuzu düşüneceksiniz. Elbette alışılagelmiş yorumların ve belki o bildik lafların da sayfalar boyunca sıralandığını düşüneceksiniz. Bu değerlendirme ilk bakışta haksız da sayılmaz açıkçası. Din konusu Türkiye?de son yıllarda alabildiğine konuşuldu ve tartışıldı. Herkes bulunduğu zaviyeden meseleye bakarak kendi meşrebince bu konuda bir şeyler söyledi veya yazdı.
Ama bütün bunların ardından baktığımızda çözmeyi amaçladığımız meselelerin olduğu gibi yerinde kaldığını da gördük. Hatta sorunları falan çözmek bir yana kafamızdaki pek çok soruya kabul edilebilir cevaplar bulamadığımızı da fark ettik. Dolayısıyla da tartışmaya bir şekilde devam etsek bile kabul edelim ki, bu tartışmadan artık yorgunluk hatta bıkkınlık duymaya da başladık. O nedenledir ki, konusu İslam olan bir kitapla karşılaşınca acaba aynı şeyleri bir kez daha mı okuyacağız düşüncesinin akıllarda oluşmasını da normal kabul etmemiz gerekecek şüphesiz ki.
İslam?ı nereye konumlandıracağız?
Ancak, elimizdeki kitap konuya İslamcı kesimin (bunu dindar kesim olarak da okumak mümkün) bugüne kadar dinden ne anladığı ve beklediğinden hareketle bundan sonrasında ne yapabileceğini incelemeyi amaçlıyor. Bu durum İsmail Kara?nın kitabın önsözünde vurguladığı üzere bir paradoksu da içeriyor aslında. O da, İslam ve bu toplumun onunla olan ilişkisi dünyanın yeni koşulları bağlamında farklı bir okumayla hayatımıza adapte edilecekse üzerinde bir tartışma açmaya değeceği, yoksa mesele insan hakları, demokrasi, diyalog, küreselleşme ve bu tarz söylemler üzerinden yürütülecekse, bütün bunların İslam?ı daha anlaşılmaz ve o ölçüde vasıfsız hatta değersiz hale getireceği ve bir işe yaramasının söz konusu olmayacağı saptamasına dayanıyor. Temel sorun İslam?dan ne anlaşıldığı ve ona ne oranda değer verildiğiyle ilgili. Elbette bu konudaki beklentilerle de.
Kitabın omurgasının oluşturulduğu bu anafikirden hareketle tam da bu noktada elimizdeki çalışmanın meseleye içeriden bakan bir çalışma olduğuna bir kez daha işaret etmemiz gerekecek. İslam meselesi İslamcı kesimin zaviyesinden masaya yatırılıyor. Kitap yazılış amacı itibarıyla İslam ve onunla ilgili meseleleri ülkenin içinde bulunduğu kritik durumu da göz önüne alarak herkesi kapsayacak şekilde bir kez daha tartışmaya çağırıyor. Peki, tam da bu noktada akıllara şu soru gelecektir. Bugüne değin sürekli tartıştığımız ve asgari düzeyde bile olsa mutabakata varamadığımız bir konuda farklı bir biçimde ve düzlemde olsa bile tartışınca bu kez neyi halledeceğiz? Ve daha da önemlisi nasıl halledeceğiz?
İsmail Kara?nın bu noktadaki tezi Türkiye?de hiçbir meselenin din olmaksızın ele alınamadığı değerlendirmesi üzerine oturuyor. Cumhuriyet Türkiyesi?nde İslam meselesinin birçok tarafı ve katmanı olduğuna özellikle vurgu yapılıyor. Ve buradan hareketle de, bunların nasıl ve niçin ortaya çıktığı, varlıklarını nasıl sürdürdükleri ve zaman içinde ortaya çıkan koşullara bağlı olarak nasıl yeni biçimler kazanarak etkili oldukları din, siyaset ve toplum bağlamında inceleniyor.
İslam?ın Osmanlı?nın son dönemiyle Cumhuriyet?in aşağı yukarı ilk 40 yılındaki durumunu ele alan çalışma 1960?lardaki büyük kırılmaya vurgu yaparak Türkiye?de bugünde güncelliğini ve sorun olma özelliğini koruyan meseleye dikkat çekiyor. Bu değerlendirmeye göre din meselesi en geniş manasıyla 60 ihtilaline değin Türkiye?de yaşayan herkesin meselesiydi ve kapsama alanına bir şekilde herkesi dahil ediyordu. İslam, üzerine yapıştırılmaya çalışılan olumsuzluklar da dahil olmak üzere tüm etkisizleştirme ve biçimsizleştirme çabalarına rağmen bu ülkedeki tüm toplum kesimleri için bir ortak payda oluşturmayı başarıyordu.
İhtilaller zincirinin ilk halkası olan 1960 darbesi ile başlayan süreç, toplumu daha önce aynı hat üzerinde karşıtlıkları içerse bile bir şekilde buluşturan zemini ortadan kaldırmış bulunuyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, toplum ve aydınlar arasında başlayan ayrışma ve giderek kapatılamaz bir şekilde yarılmaya dönüşen durum, karşımıza yepyeni bir sorunu getirmiş bulunuyor. Daha açık söylemek gerekirse, dine mesafeli sol hareketler, dışlayıcı yönü ön plana çıkan dini hareketler, din merkezli partileşme çabaları, bu ayrışmayı hızlandıran etkenler oldular. Ve sonuçta İslam artık herkesin değil, daha çok belirli bir kesimin meselesi haline gelmiş bulunuyordu.
Bütün bu olan biteni anlamak için aslında öncelikle Türkiye?nin modernleşme tarihine bir göz atmak ve orada ne olup bittiğini anlamak gerekecek. Osmanlı döneminde modernleşme biraz da kaçınılması mümkün olmayan bir gerçek olarak kabul edilmişti Bu dönemde modernleşme çabalarının dinle olan ilişkisi daha sonraki dönemlerde ortaya çıkacak olan reformcu yaklaşımdan oldukça farklıdır. Bu aşamada modernleşmeyi mümkün kılabilmek için İslam?ın yeni yorumlarına ihtiyaç duyulmuştu. Bu durum Osmanlı?nın modernleşme sürecinde modernite ile dinin atbaşı gitmesine olanak sağlamış ve ilginç bir şekilde modernleşme ile birlikte dinileşme de bir arada yürümüştü.
İsmail Kara?nın kitabında dillendirdiği üzere, 1923 bu anlamda ilk büyük makas değişikliğini oluşturmuş ve Türkiye modernleşme ile dinileşmenin aynı istikamette yürüdüğü bu güzergâhı terk etmişti. Yine yazarın tanımladığı şekliyle, bu dönemde Cumhuriyet ideolojisi en yumuşak tabiriyle İslam?ı parantez içine alarak modernleşme sürecinde yeni bir evrenin kapılarını açacaktı. İslam artık parantez içinde olması dolayısıyla Osmanlı?nın modernleşme sürecindeki gibi belirleyici unsurlardan birisi olmayacak ama gerektiğinde parantezin içinden çıkarılarak kendisinden yararlanılacaktı. Bu durum aynı zamanda çatışmaları da içeren yeni bir dönem olacaktı.
İslam hep gündemimizdeydi.
Cumhuriyet Türkiyesi'nde Bir Mesele Olarak İslam başlığını taşıyan kitap kimileri için siyasal İslam?ı referans alarak sorunlara yaklaşması dolayısıyla taraflı bir yaklaşıma sahip olduğu gibi bir itirazla karşılaşacaktır hiç şüphesiz ki. Belki de öyledir. Ancak şu da çok açık olarak karşımızda duruyor ki, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca İslam, ister laik bir duruşa sahip olduğu tartışma götürmez bir gerçeklik olan Cumhurbaşkanı İnönü adının cami mahyalarına ?Varol İnönü? ibaresiyle yerleştirilmesinde olsun, isterse de Mehmet Akif?in ?Asrın idrakini İslam?a okutmaya? çabalayan mısralarındaki gibi olsun her zeminde, her zaman için herkesin meselesi olmaya devam etti. Bu durum, ihtilaller dönemiyle birlikte İslam?ı herkesin meselesi olmaktan çıkardıysa da, tartışma konusu olmaktan çıkaramadı. Üstelik sorunun şimdilerde önceki dönemlerden daha çetrefil bir hal aldığı göz önüne alınırsa bu tartışmaların bitmeyeceği de görülecektir.
İşte bu gerçeklikten hareketle kitap, İslamcı söylem için eğer bu ülkede bundan sonraki süreçte de söz sahibi olacaksa bazı tutamak noktalarının belirlenmesinin amaçlandığı sonuç bölümünde İslami cemaat ve tarikatların halihazırdaki durumlarına yönelik değerlendirmeleriyle de ayrıca dikkat çekiyor. Osmanlı?dan bu yana yaşanan modernleşmenin doğal bir sonucu olarak ortaya günümüzün modernist söylemleriyle uyumlu bir İslam?ın da çıktığına değinen Kara, cumhuriyet rejiminin beklentileri ile uyumlu olan bu İslam anlayışının Diyanet İşleri tarafından temsil edildiğini vurguluyor. Buna karşın ?Volk İslam? olarak da tanımlayabileceğimiz bir yaklaşımınsa bugüne değin tarikatlar ve çeşitli cemaatler tarafından yaşatıldığına değiniliyor.
Özellikle 1960 sonrasında ortaya çıkan yeni konjonktüre bağlı olarak gerçek anlamda halkla temas halindeki tarikat ve cemaatlerdeki değişim kitapta yakından mercek altına alınıyor. Osmanlı döneminde devletle yakın olmanın getirdiği bir anlayışla sistem içinde yer almanın doğal bir hal arz ettiği tarikatların ve cemaatlerin bu yeni dönemde sisteme adapte olma, adapte olabilenlerin de sistemin nimetlerinden yararlanmak adına geçirdikleri dönüşüm tüm çıplaklığı ve eleştirel değerlendirmeleriyle gözler önüne seriliyor. Holdingleşen cemaatler, birer yayın grubuna dönüşen tarikatlar, dini sembolleri veya din önderlerinin unvanlarını kullanarak liberalizmin nimetlerinden yararlanan dindar kesimin hal ve gidişatına da bu noktada özellikle dikkat çekiliyor. Ve beraberinde bütün bunların hâlâ o bildik haliyle İslam?la ilgisinin olup olmadığı sorgulanıyor. Ya da bir ilgisi varsa da, karşımızda artık ne tür bir İslam olduğunun sorgulanması gerektiğine de işaret ederekten.
Bir söylem inşa etmek
İşte bütün bu gerçekliklerden hareketle kitabın sonunda bir söylem inşasının denemesi de yapılıyor. Bu noktada İslam?ın onu asıl yaşatacak ve taşıyacak unsur olan gelenekle irtibatının zayıfladığı ve bu yeni İslam?ın modernist bir söyleme büründüğü vurgulanıyor öncelikle. Siyasal İslam?ın söylem itibarıyla bir direnişi hem de güçlü sayılacak bir sesle dillendirmesine rağmen neye ve nasıl direneceğini ise açıkça ortaya koyamadığı da belirtiliyor.
Bu noktadan hareketle aslında bir tür direniş içindeymişçesine görünmesine rağmen modernizmin enstrümanlarını kullanan bu söylemin en nihayetinde sistem içinde kendisine bir yer edinmekten öteye gidemeyeceği de özellikle vurgulanıyor. Tektipçi ve merkeziyetçi bir hüviyete büründüğü belirtilen İslamcı söylemin ve hareketin siyasi ve kültürel birliği nasıl sağlayacağının da belirsiz olduğu ayrıca vurgulanıyor. Tarihsel koşullar kadar bugüne değin yaşanan siyasal gelişmelere bağlı olarak İslamcı hareketin savunmacı bir konumda yer aldığı dolayısıyla da yeniden inşa gibi bir durumunun söz konusu olamayacağı, olsa olsa bütün bunların sonunda İslamcı hareketin en fazla mevcudu muhafaza edeceğinin de bilhassa altı çiziliyor.
Elimizdeki kitap, İslam?ı hayatının nirengi noktası kabul eden kesimlerin pozisyonundan İslam?a ve onunla ilgili meselelere dolayısıyla daha geniş bir perspektiften Türkiye?ye nasıl bakıldığını ortaya koymaya çalışıyor. Yapılan değerlendirmeleri veya kitabın yaklaşımını kabul edip etmemek elbette okuyucunun takdirine kalmış bir husus ama yine de konuya İslami kesimin gözünden bakan ve bunu yaparken de iğneyi öncelikle kendine batırmayı prensip edinen bir çalışmayı ciddiye almakta fayda olduğu kanaatindeyiz. En azından olan biteni bir tür empati yaparak sağlıklı bir şekilde anlama adına.
Bu arada kitapla ilgili olarak iki küçük hususa da değinmekte fayda var. Kitabın içine serpiştirilen fotoğraflar anlatılanlara adeta bir canlılık kazandırmış. Somutlaşmayı ve okunanları daha berrak bir algıyla kavramayı sağlamış. Ancak dil konusu üzerine bir not düşülmeyi zorunlu kılıyor. Bilhassa genel okuyucu göz önüne alındığında Osmanlıca kelime ve deyimlerin kitap içerisindeki fazlalığı dolayısıyla bu durum meramın anlaşılmasında sıkıntılara yol açmaz mı sorusu da akıllara gelmiyor değil. Bu arada kitapla ilgili son bir not ise; bu çalışmanın burada bitmediği ve tartışmanın aynı minval üzere ikinci ciltte İmam-Hatipler başta olmak üzere din eğitimi konusuyla devam edeceği bilgisi olacak. Merakla bekliyoruz...
(Radikal kitap)
Milmi Gazete: İslâm ülkesinde bir mesele olarak cumhuriyet...
Yusuf Genç'in yorumu
Prof. Dr. İsmail Kara, Türkiye?nin temel problemlerine ilişkin uzun yıllardır ısrarla ortaya koyduğu, tespit ve tekliflerine bir yenisini daha ekledi: Cumhuriyet Türkiyesi'nde Bir Mesele Olarak İslam, (Dergâh Yayınları / Haziran 2008) Tamamı iki ciltten oluşacak eserin henüz yayınlanmış olan elimizdeki ilk cildinde; Diyanet İşleri Başkanlığı, Cemaat ve Tarikat yaklaşımları ve Türkiye?deki İslamcılık hareketi söyleminin gerçeklik değeri, iyi niyetle ama saygın bir biçimde tartışmaya açılıyor.
Kitap, İsmail Kara okurları için bilindik konular kadar şaşırtıcı yaklaşımları da barındırıyor. Özellikle Din ile Modernleşme Arasında (Dergâh Yay.) ve Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye (Dergâh Yay.) kitaplarından aşina olduğumuz konular daha geniş oylumlu olarak okurun ilgisine sunuluyor. Kitap, yüzün üzerinde farklı gazete kupürleri, resimler, belgeler, ilanlar ve dergi kapaklarıyla görsel olarak oldukça zenginleştirilmiş. Bu eklerin okuyucunun metin üzerindeki ilgisini daha canlı ve uzun soluklu tutacağı kesin.
Kitabın ele aldığı konular kadar, yayınlanış tarihi itibariyle de, (Türkiye?nin din ? devlet ilişkileri açısından hassas bir dönemden geçiyor olması itibariyle) oldukça önemli olduğunu, bu önemin de Cumhuriyet modernleşmesinin ve geleneksel anlayışların anlama ve fark etme açısından birbirini ?görme?diğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
İsmail Kara, her iki tarafa da (ve varsa diğer taraflara da) bugün geldiğimiz yer dolayısıyla, artık bu meseleyi tartışmaya açmak zorunda olduğumuzu söylüyor. Bu teklif sadece akademik kaygılarla yapılmadığı gibi klasik İslamcı anlayışlarla da yapılmıyor. Kitabın mukaddime bölümünde: 'Türk usulü laikliği temellendirmek ve savunmak konusunda nasıl büyük mütefekkirler ve akademisyenler çıkmadıysa onların karşısında yer alan grupta da ?Nurettin Topçu, Sezai Karakoç ve İsmet Özel gibi istisnalar hariç- büyük yorumcular ve sanatkârlar yoktur.' diyor. Çözüm için iğneyi de çuvaldızı da bir kenara bırakarak, herkesin şapkasını önüne koymasını istiyor. Farklı saiklerle doğru ve yanlışı işaret etmekten çok ?soru soran? bir kitapla karşı karşıyayız. İki yüze yakın soru işaretiyle biten cümlenin olması, amacın mesele üzerine düşündürmek olduğunu oldukça net ortaya koyuyor.
Mevcut durumu şerh etmek maksadıyla, ?kim olduğumuz?, ?nerede durduğumuz? ve ?nereye gideceğimiz? bilgisine ulaşıp önümüzdeki haritayı artık incelemek zorunda olduğumuz bir hakikat. Gayrı resmi araştırmalara ve onların rakamlarına inanacak olursak, Türkiye?de yaşayan insanların yüzde elliden fazlası öyle ya da böyle, bir tarikat, cemaat veya herhangi bir dini örgütlenmenin içinde yer alıyor. Hem bu durum hem de Türkiye?deki her tartışmada, bir şekilde din bilginlerinin (hoca efendilerin) görüşlerine başvurulmak istenmesi, Diyanet İşleri Başkanlığından açıklama beklenmesi, doğru veya yanlış, dini etkinin modernleşme sürecinin bugün geldiğimiz noktasında bile etkisini sürdürdüğünü söylememiz için mümkün. Türkiye?deki televizyon yayın sahasını dolduran yüzlerce televizyon programı içerisinde kurumsal konukların en fazla Diyanet İşleri bünyesinden çıkması aslında şaşırtıcı değil. Tüm bunlar İsmail Kara?nın 'İslam?ın Türk toplumu için; kurucu, yaşatıcı ve devam ettirici bir unsur olduğu' söylemini fazlasıyla doğruluyor.
Bu uzun sayılabilecek girizgâhtan sonra, İsmail Kara?nın, tartışmaya açtığı ve akıllara soru işareti olarak takılmasını istediği meseleye, bu hakikat penceresinden bakarak sonuç itibariyle sağlıklı ve kabul edilebilir bir çözüme ulaşmamız mümkün olabilir.
Modernleşme hareketleri mi geleneksel savunmalar mı, hangisi iyi niyetle yapıldı?
Kitabın mukaddime bölümünü geçtikten sonra karşımıza çıkan ilk dosya, M. Kemal Paşa?nın din ile ilgili bazı konuşmaları oluyor. Akla gelen -sorgulama amaçlı- ilk kelimelerin samimiyet ya da iyi niyet olması kuvvetle muhtemel. Zira din ve laiklik üzerine söylenenlerle din ve laiklik üzerine yapılanlar tamamen farklı şeyler olmuş süreç itibariyle.
Cumhuriyet modernleşmesinin, dini reddetme/yok etme/yok sayma ile dini, modernleşmenin bir aracı olarak kullanma arasında sıkıştığını söyleyebiliriz. Türk modernleşmesinin mimarı M. Kemal Paşa?nın burada ikinci yol üzerinde durmak istediği açık. İknaya dayanan değilse bile, iknaya çabalayan bir inançtan söz edilebilir. Ancak yine de M. Kemal Paşa?nın tavrı noktasında net şeyler söylemek sanıldığı kadar kolay değil. Hem din üzerine söyledikleriyle (Mesela Balıkesir Hutbesi) hem de yanlış hatırlamıyorsam Ahmet Hamdi Tanpınar?ın Beş Şehir?de anlattığı bir hikâyesi üzerine, M. Kemal Paşa?nın, sözgelimi Harf inkılâbında bile tereddüt içinde olduğu söylenebilir. Burada bir ikilem içerisine düşüyoruz. Türk modernleşmesinin paradokslarının; Mektep ile medresenin karşılıklı birbirini anlamaması üzerine ortaya çıktığı söylenebilir mi? Türk modernleşmesinin tüm merhalelerine 'samimiyet' ve 'iyi niyet' kelimelerini gözümüzün önünde tutarak baktığımızda, işlerin nasıl olduğunu çözmek kolaylaşacaktır. İçine düştüğümüz ikilemden bu şekilde kurtulmak mümkün gözüküyor. Süreç itibariyle tüm dayatmalar; 'Bu hakikat, bütün medeni milletler ve hükümetler tarafından kabul edilmiştir' cümlesiyle başlamıştır. Oldukça fazla aşina olduğumuz bu dayatma cümlesi, modernleşme hedefleri için dinin kullanılması gibi, medeniyetin bir kavram olarak, medeni hükümetlerin de kaygan bir saha olarak kullanılmasını ortaya çıkarıyor.
Yukarıdaki çok duyduğumuz cümlenin aynısı, Şeri?ye ve Evkaf Vekâleti?nin kaldırılarak müdürlüğe dönüştürülmesi kanununun meclis görüşmeleri sırasında M. Kemal Paşa tarafından kurulmuş. Tarih 1924. Tarihler biraz daha ilerleyip 1933?e geldiğinde, Üniversite reformu için Türkiye?ye çağrılan Prof. Malche?nin, İslam tarihi ve felsefesinin de ders olarak okutulması teklifine hükümetin cevabı olumsuz olmuş. Prof. Malche?nin o ?medeni? milletlerden birisine mensup olduğu bahis dışıdır. Farklı tarihlere ait bu iki karşılaştırmanın tam ortasına samimiyet ve iyi niyet kelimelerini koyduğumuzda, kaz?ın aslında hiç ayağı olmadığını görmek kolaylaşır. Bu bilgiler eşliğinde bu paragrafın son cümlesi kaçınılmaz olarak şöyle olacaktır; Türk modernleşmesi, zekât vermeme ve namaz kılmama özgürlüğünün ilamıdır.
Modernleşme hareketleri sürecinde mecburen oluşan tarafların, aslında karşılıklı anlaşamama / dinlememe problemleri olduğu bir gerçek. Niyetlerin doğru olarak belirtilmemesi de başka bir sorun. M. Kemal Paşa, 1923 yılında Konya ziyaretinde gittiği Dar?ul Hilafe Medresesi?nde söylediği 'İnşallah bu mektep yeni Gazaliler, yeni Farabiler yetiştirir' sözü ile Gazali?yi mi tanımadığını ortaya koyuyordu yoksa modernleşme hareketlerinin sonuçlarını kestiremediğini mi? Birincisi mümkün olmadığına göre sorulacak onlarca soru arasında sadece şunu sormak yeterlidir; Gazali, şapka takar mıydı?
Diyanet, modernleşmenin aracı mı?
?Milli Din? projesinin mimarlarından Reşid Galib?in söyledikleri içinde (sayfa 49) oldukça niyet gösterici bir cümle var: 'Bizde dini cemiyet dışına atmak değil, bilakis inkılâbın emrine vererek yaşatmak lazımdır' Bu cümle, laik devletin neden dini ya da dini kurumları elinin altında tutmak istediğinin göstergelerinden sadece biridir. Devletin Diyanet İşleri?ni, modernleşme hareketlerini daha geniş sahalara yaymak için bir araç olarak kullandığı gayet sarih bir biçimde ortada duruyor.
Bununla beraber, 'Bir cumhuriyet birçok Müslüman' adlı bölümden de, dönem Türkiye?sinde yaşayan endişe sahibi ilim erbabının farklı saiklerle tavır alışları ortadadır. Kitabın ikinci bölümünde, kitabın ilk bölümünde izah edilmeye çalışılan; 'Bu ülke üzerine cümle kurarken dini hassasiyetler göz ardı edilemez' ana mantığını daha net okumak mümkün. Bu bölümde, Cumhuriyet modernleşmesine rağmen, onunla mücadele adına farklı kisvelere bürünen birçok Müslüman tipiyle karşılaşıyoruz. Bu tipler, İttihat ve Terakkiden gelen, idamla yargılanan ve diğer medrese arkadaşlarının aksine yeni devlette görev almayı kabul eden Ahmet Hamdi Akseki?den tutun da, Bediüzzaman Said Nursi?ye, Süheyl Ünver?e kadar uzanan, daha da farklılaşan bir liste. Modern devletin ?kullanma?, medresedekilerin de 'ehven-i şer', 'zararı biraz daha azaltma' düşüncesi, yukarıda belirttiğim karşılıklı ?anlaşamama? ya da ?anlamama?nın tipik bir göstergesidir.
Kitap vesilesiyle sorulması gereken öncelikli sorulardan biri, Diyanet İşleri?nin, Anadolu?daki Müslümanlık işleri nezdinde bir karşılığının olup olmadığıdır. Aranılan bu karşılık sorusu, Anadolu?daki ?dönüştürülmek istenen- geniş halk kitlelerinin, Diyanet?in modern bir kurum olduğunu fark etmelerinin sonucudur.
Türk modernleşmesinin, Osmanlı batılılaşmasının devamı olduğuna inanıyorsak şunu görmek zorundayız; Cumhuriyet modernleşmesi, öyle veya böyle, İslam?ın onayı alınarak gerçekleştirildi. Bu onayın, önce vekâlet daha sonra da müdüriyet olan Diyanet işleri eliyle verildiği gayet açık. Sıkıntılı bir süreçten söz ediyoruz. Ancak genel Müslüman kitle açısından bu onayın kısmen bir önemi olmadığından söz edebiliriz çünkü genel Müslüman kitle açısından Diyanet İşleri?nin sağlıklı bir karşılığı olduğunu söyleyemeyiz. En azından tartışmalı. İlk Diyanet İşleri reisi olan Rifat Efendi?nin, 'Yeni serpuşlar hakkında ne düşünüyorsunuz?' sorusuna verdiği yazılı cevap, (sayfa 121) en basit haliyle şapka kanunu sonrası çıkan isyanlarda dökülen kanların izahını mümkün kılmıyor.
Diyanet İşleri Kurumu, tarihsel olarak nereye yaslanıyor diye soran İsmail Kara, kurumun gerekliliği ya da işlevi üzerine de düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Ancak bilinen ve kabul edilen bir gerçek var ki, hangi düşünceye yaslanırsa yaslansın, muhafazakâr çoğunluk, Diyanet İşleri?ne hiçbir zaman güvenmemekle beraber, kuruma her zaman ?elde var bir? şeklinde bakmışlardır.
Tekkeler çürümüş müydü?
Burada kullandığım ara başlık, İsmail Kara?ya ait bir soru cümlesi. Uyku kaçırıcı bir mahiyeti olduğu kesin. Zaman zaman Cumhuriyet kurulmamış olsaydı, Osmanlı bir şekilde ayakta kalıp, meşrutiyeti cumhuriyete dönüştüren bir iradeyle bugün hâlâ devam ediyor olsaydı, muhafazakâr kitle için şartların şimdikinden daha iç açıcı olmayacağını düşünmüşümdür. Dahası şimdikinden daha baskıcı (ya da siyasal tavra göre daha özgürlükçü) bir tablo içinde olacağına inanmışımdır. Etraflıca değerlendirmeler sonucunda aslında bu sonuca varmak oldukça kolay. Zira Osmanlı batılılaşması da başka bir şeyi öngörmüyordu.
Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili kanunun, toplumda yol açtığı infial(!) ne düzeydeydi? İsmail Kara, kitap vesilesiyle Türkiye?deki bilgiyle irtibatı olan muhafazakâr aydınların da ezberini bozacak bir açılım getiriyor. Tekkelerin kapatılmasının ardından, resmi tezlere göre birçok şeyh isyan etmiş, çevresindekileri de isyana teşvik etmiştir. İslamcılığın bir savunma mekanizması olarak oluştuğu modern Türkiye?nin muhafazakâr aydınlarının cümleleri de sonuç itibariyle aynı kapıya çıkmaktadır. Gerçekten öyle mi?
Birçoğu dönem Türkiye?sinin önde gelen tarikat liderleri olan Abdülaziz Bekkine?den Abdülhakim Arvasi?ye, Kenan Rifai?den Veled Çelebi?ye kadar uzanan geniş listenin, tekkelerin kapatılmasıyla ilgili söyledikleri (sayfa 257) oldukça dikkate değer. Söylenilenlere göre, tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu tarikat merkezleri nezdinde hiçbir infiale yol açmamış. Yeni kanunu, çürümenin sona erecek olmasından ötürü memnuniyetle karşılayan tarik önderlerinin varlığından bile söz edebiliyoruz. Yine İsmail Kara?dan öğrendiğimiz kadarıyla, Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze değin bir şekilde varlıklarını devam ettiren tekkelerin, muhafazakâr muhalefetin sınırlarını belirlemede oldukça etkili oldukları söylenebilir. Hatta muhalefetin sınırlarını belirleyen etken demekle, tekkelere haksızlık yapmış bile olabiliriz. Zira tekke ve cemaatlerin yönelimleri değil muhalefeti, iktidarın şeklini belirlemede bile etkili olmuştur. Müslümanların modernleşme hareketleri karşısında alacakları konumu daha çok tekke şeyhleri ve cemaat liderleri belirlemiştir. (Bugün de böyledir)
Bugünkü itaat ve muhalefet yapısından yola çıkarak tekkelerin çürümüşlüğü sorusuna olumlu cevap vermek durumundayım. ?Dünyaya karışmayan?, ?bir lokma bir hırka? diyerek ?ne gelirse benim de başa sevdadan gelir? anlayışı kadar konuşan/konuşmayı salık veren, büyük çoğunluğunda fikri ya da zikri bir estetik düzeyinin tutturulamadığı tekkeler çürümüştü, demek bana daha doğru geliyor. Bunu yukarıda bir kısmının ismini andığımız dönemin önde gelen hoca efendilerinin ifadeleriyle muhkemleştirebiliriz.
İslâmcı söylemin gerçeklik değeri ve inşa edilmiş bir söylemi yıkmak
Kitabın hacmine göre en ince kısmı olan; 'Bir söylem inşa etmek' başlıklı bölüm, genel olarak vurucu tespitlerle, sağlıklı tartışma başlıklarıyla örülmüş. Kitabın muhtevasının ve tartışmaya açmak istediği meselenin kısaca ama oldukça sağlam verildiği bu bölüm ayrı bir kitapçık olarak basılıp, dağıtılacak kadar önem arz ediyor.
?Bir bilgilenme ve idrak tarzı; o gün için hedefleneni / umulanı getirmiyorsa? diyor İsmail Kara, ?daha önce fonksiyonlarını yerine getirip getirmediğine bakılmaksızın, ondan ve onun arkasındaki zihniyet dünyasından şüpheye düşülmesi beklenebilir. Burada öncelikli olan bilmemek ya da mahrum olmak değil, içinde bulunulan şartların aciliyetine göre, bilginin ya da idrak tarzının işe yarayıp yaramadığının ortaya çıkmasıdır. Modernleşme hadisesi, İslam dünyası için biraz da böyle bir alış-veriş sürecidir? (sayfa 367)
Aslında soru, Cumhuriyet dönemi İslam mütefekkirlerinin arka planı sağlam, derinlikli bir İslamcı söylem inşa edip edemedikleridir. Geliştirilen söylemler, bana daha çok ?portakalın suyunu çıkarmak? gibi, taklit veya değiştirme hadiseleri yüzeyinde geliyor. Öz itibariyle İslamcı söylemin, bir savunma refleksiyle ortaya çıktığı göz ardı edilemez. Kabahatin İslam?da değil de Müslümanlarda olduğunun söylenmesi, kaba hatlarıyla günü kurtarmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Ancak yine de, merkez itibariyle meselenin tartışılmaya açılmadan önce, oluşturulacak bir ön kabul ?bir itaat cümlesi- yeni bir dil inşa etmek için gereken kuvveti ve çalışma sahasını, İslam mütefekkirlerinin eline verecektir.
Kuvvet karşısında nerede ve nasıl durmak gerektiği de İslamcı söylem için muğlâk bir başka konudur. Kara, Mehmet Akif örneği üzerinden bu konuya da yeni bir açılım getirme uğraşında. Oryantalist yaklaşımların, derli toplu belirlenememiş İslamcı söylemi etkilediğinden de söz eden İsmail Kara, oryantalistlerin ?geri kalan? Müslüman dünya üzerine tespitlerini (sayfa 373), İslamcıların sorgulamadan, tartışmadan, eleştirmeden hemen benimsemesinden yola çıkarak, İslamcı söylemin, yerliliği, muhtevası ve istikameti bahse değerdir diyor. Bugün bile hala ?İslamcı söylem içerisinde- geçerliliğini koruyan oryantalist tespitler, İslamcı söylemin, özellikle yerliliği açısından, her türlü eleştiriye açılması gerektiğinin işareti olmalıdır.
Esas itibariyle, Müslüman dilin ?kanaat? ve ?itaat? doğrultusunda oluşan geçmiş serüveni, İslamcı söylemin itiraz eden, muhalif tavrını nasıl karşılayacak, bu şüphelidir. Sağlıklı temellere ve amaçlara yaslanmadan geliştirilen her İslamcı söylemin, gerçeklik değeri tartışmaya açık olacaktır.
Özetle bu kitap, birçok yönüyle tartışılmaya cesaret edilemeyen hususları tartışmaya davet ediyor okuyucusunu. Sadece genel metinler değil, dipnotlar ve belge notları da cesareti cevaplarda değil, mecburen sorularda aramaya mahkûm olduğumuz günümüz Türkiye?sinde esaslı bir yere işaret ediyor.
Bir tespit ve teklif olarak bu kitabın, amaçladığı tartışmayı açmasını ümit ediyorum
(Milli Gazete)