Haber Merkezi/ TIMETURK
Son dönemde AKP?nin kapatılma davası ile ortaya çıkan süreçte, Türkiye?de devlet yapısı da tekrar sorgulanmaya başlandı. Umran dergisi son sayısında Türkiye?de siyaset, devlet, dinin konumlanışını onun tarihi dayanaklarını ele alarak Sayın Doç. Dr.Mustafa Aydın?la görüştü
Aydın, Türkiye?nin yaşamakta olduğu süreci merkez - çevre denklemi ile, tarihsel gelişimi içerisinde Osmanlı?dan Cumhuriyet?e batılılaşma süreci içerisinde ele alarak; topluma yabancılaşma, özellikle de İslam ekseninde, devlet içinde İttihat ve Terakki kadrolarında belirginleşen bir yabancılaşmanın ve ethos farklılaşmasının [kabaca değerler farklılaşmasının] varlığına dikkat çekerek başladı Türkiye?nin hikayesini anlatmaya.
?Siyasi söyleme ünlü Alman sosyolog Weber?in armağan ettiği ethos kavramı, bilindiği gibi kültürel, sosyal politik hedefleri de işaretleyen ortak din ve ideoloji anlamına gelmektedir. Buradaki asıl sorun, bir toplumda merkez ve çevre ethoslarının farklılaşması, birbirine zıt ethosların ortaya çıkmasıdır. Osmanlı?da merkez ve çevrenin ethosları aynı iken batılılaşma sürecinde çevre ve merkez ethosları arasında bir farklılık meydan gelmeye başlamış, durum derinleşerek günümüze kadar devam etmiştir? dedikten sonra Aydın; devletin vizyonunu belirleyen bu değerler farklılaşmasının Osmanlı?dan Cumhuriyet?e adım adım, yavaş yavaş merkez ile çevre arasında geliştiğine ve merkezde seçkinci despotik bir mantığa dönüştüğü tespitinde bulunmuştur.
Cumhuriyet?in ilk yıllarında belirlenen yapının, 19. yüzyıl sonlarında bir grup fizyokratın belirlediği ve genelde modern ulus/devlet anlayışlarında seçkinci yapıların izlediği ve ?kameralizm? olarak adlandırılan bir merkeziyetçi siyasete dayandığına ve bu mantığın; devletin, dinden aileye, eğitimden ekonomiye kadar hayatın tüm alanlarını yukardan planlayıp kurmaya dayalı bir siyaset anlayışına dikkatlerimizi çekmektedir.
Kameralizm nedir?
19. yüzyılda, fizyokratlar da denen bir grup toplum teknisyeninin görüşlerine de dayanarak Kameralizm adı verilen tamamıyla pratik bir yeni seçkinci proje üretildi. Bu projenin temel esprisi, artık kendi ayakları üzerinde durma noktasına gelmiş bulunan ve daha sonraları modern devlet diye nitelenecek olan merkezi otoriter devletlerin yaptırımlarına dayalı bir kalkınma modeli olmalarıdır. Bu projenin öyle aydınlanma gibi düşünürleri falan yoktu. Bunun en önemli temsilcileri Prusya krali gibi yöneticilerdi. Ortada sadece fizyokratların basit denebilecek tavsiyeleri vardı. Burada devlet gücü toplumun üstünde icra ediliyor, yönetici aydınların gücüne güç ekliyordu.
Bu işi yöneticiler çok sevmişti, çünkü güçlerine güç katıyordu. Toplum nezdinde de planlı kalkınma ve benzeri kavramlarla meşrulaştırma imkanı buldular. Esasen güç ellerinde olduğuna göre itiraz edenin tepesine vurmak zor değildi. Kaldı ki toplumun hatırı sayılabilecek bir kesimine bu merkezi despotizmin önemi iyi anlatılmıştı: Kişisel hak ve özgürlüklerimizi kısıtlasa da bu gelişme toplum için iyi bir şeydi, dolayısıyla katlanılmalıydı. Ne var ki kameralizm denen bu siyasal felsefe uygulandığı her yerde genel olarak toplumu merkez - seçkinci yapı veya çevre - halk olarak iki sınıfa böldü. Merkez devletin sahibiydi ve her şeyin en iyisini bilmekteydi, yönetim bakımından cahil halk katlarına fazlaca bir prim vermenin anlamı yoktu.
Bu siyasal felsefe şu ana kadar genelde modern ulus yapılarının ana düşüncesini oluşturdu. Modernleşme diye bilenen çoğu ilkel bir aydınlanma mantığından esinlendiği söylenen pek çok girişim, aslında bütünüyle kameralist bir yapı özelliği taşımaktadır. Günümüzde de söz konusu kameralist mantık kendisi pratikte tarihe karışsa da faşizm diye bildiğimiz sistemce belirlenmiş ilkelerle takviye edilerek sürdürülmektedir.
Seçkinciliğin Din Karşıtlığının Arka Planı nedir?
Türkiye?de merkez - çevre denklemi İslâm ekseninde süregelmiştir. Osmanlıda İslâm hem merkezin hem de çevrenin hem genel anlamda dini hem de siyasal etosu konumunda idi. Cumhuriyet döneminde İslâm merkez ve çevrenin genelde ortak dini ise de İslâm ortak bir ethos değildir. İslâm yine çevrenin değişmez etosudur, tüm seçkinci yapılanmalara karşı kendini ancak onunla var kılabilmektedir. Ancak artık çevrenin etosu, ethos olarak İslâm?ın karşısına yerleştirilmiş ve tarihsel bağlamından farklı bir anlam kazandırılmış laikliktir.
Seçkincilik bu haliyle din karşıtı bir yerde bulunmakta, her geçen gün bu karşıtlığın dozajını da artırmaktadır. Halk katlarının en tabii dini pratikleri rejim karşıtı bir eylem olarak değerlendirilip mahkum edilmeye çalışılmaktadır. Başörtüsü ile ilgili gelişmeler bunun çarpıcı bir örneğidir. Bu durum her geçen gün toplumsal barışı bozan ciddi bir politik sorun olmaya doğru gitmektedir.
Türkiye?de seçkinciliğin din karşıtlığının arka planında bir seri tarihsel gelişmeden söz edilebilir.bu konudaki ilk etki Aydınlanma felsefesi ve bunun pozitivist yaklaşımı gelmektedir. Bilindiği üzere pozitivizme göre gelişme dışı bir yapı oluşturan din dönemi bitmiş, seküler aşamaya geçilmiştir. Bu kendi kendini bir kandırma mekanizması olan pozitif yaklaşımın bizim aydınlarca çok iyi özümsendiği söylenemez. O bir ideoloji ve duygusallık bazında kalmıştır.
Aydınlar üzerinde daha etkili olan proje burada da söz konusu edilen kameralizmdir. Aydın despotizmi anlamına gelen kameralizm seçkinci kurguya daha uygun düşe gelmiş, buna müdahale edebileceği düşünülen din de hep karşıya alınmıştır. Ayrıca belirtmeliyiz ki seçkinciliğin din karşıtlığı faşist düşünce ve uygulamalardan da destek almıştır. Çünkü sistem ve devlet adına din sık sık kullanılsa bile faşist süreç, doğasında bir dine hep karşı ola gelmiştir. Bütün bunlar yan yana getirildiğinde seçkinciliğin din karşıtlığını anlama imkanı buluruz.
M. Aydın: Türkiye?de seçkinci yapının dayanaklarının ne olduğu üzerinde çok tartışılmıştır. Yaygın bir kanaate göre dayanılan fikri temel Batıdaki 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesidir. Genelde evrimci olan bu anlayışa göre insanlık tarihi ve tüm toplumlar ilkelden gelişmişe zihinde yeniden kurgulanırlar. Rousseau Voltairer gibi filozoflar bu düşüncenin ilk akla gelen isimleridir. Ne var ki bu evrimci anlayış devrimci kurguya uygun değildir, çünkü evrimcilik kendiliğinden bir oluşumu ihtiva eder. Halbuki Türkiye?deki olup bitenler dahil çağımızdaki tüm merkeziyetçi seçkinci yapılar, tepeden kurmaya yönelik devrimci hareketlerdir. Bu temel tespitten hareketle bakıldığında ülkemizdeki seçkinci hareketin Aydınlanmacı olmaktan çok 19. yüzyıl sonlarında oluşan ve kameralizm olarak tanına bir siyasal anlayışa dayandığını söylenebilir. Bu kameralist mantık daha sonra faşist siyaset anlayışıyla desteklenmiş, İttihat ve Terakki Partisi gibi örgütsel pratiklerle pekiştirile gelmiştir.
Kameryalist seçkinci yönetime göre yukarıdaki merkez toplum için ne gerekiyorsa her şeyi yapar. Yapılacak işler için aşağıdaki yönetilen insanların kanaatlerinin sorulmasına gerek olmadığı gibi onların olmasını istediklerinin önemi yoktur.
Anayasa değişikliği, başörtüsü ve parti kapatma gibi hukuki alandaki yorumlamaların devlet geleneğimizdeki mantıksal dayanağının izlerini sürmeye çalışırken de Aydın dikkat çekici tespitlerde bulunuyordu:
M. Aydın: ?1960?lara kadar bu yukarıdaki seçkinler yapısının halkın düşünceleriyle ilgili herhangi bir kaygısı, yapılanları onaylamadığında da buradan doğan bir endişesi yoktur. Ancak 1950?li yıllarda onları çok partili hayata zorlayan şartlar ortaya çıkınca durum değişir. Batının da zorlamasıyla seçimli bir ortama girilir, çevreye yani halka söz hakkı doğar. Seçkinler demokratik bir ortama zorlanır. Bu tarihe kadar sadece CHP nin değil aynı zamanda seçkinci devlet devlet ideolojisini özetleyip sembolize eden 6 okun içerisinde demokrasi diye bir ilke yoktur. Ve bu kesimin kafasında hala demokrasi diye bir şey yoktur. Daha ilginci topluma karşı kendilerinin bir korunma zırhı olarak kullandıkları laiklik de 1937 ye kadar bu altıokun içerisinde yer almaz. Daha sonra siyasi literatürde anlamı bulunmayan bir laiklik türetirler.
Cumhuriyet tarihinde Meclisin açılışını yeni dönemin başlangıcı sayarsak 1920 den 1960 a kadar herhangi bir darbe olmaz. Bu önemli bir şeydir. Sebebi de halkın müdahale etmeyi gerektirecek bir irade beyanının olmamasıdır. Yani toplum hesaba katılmadığında da bir sorun yoktur. 1950 den itibaren toplum seçimlerle talebini dile getirmeye başlayınca, tercihini çevre olarak ortaya koymaya başlayınca durum değişir.
1950, 1954, 1957 tarihlerinde yapılan üç seçim, çevrenin inisiyatifini temsil eden, onun seçimiyle içinde temsilcilerden oluşan meclis, çevrenin inisiyatifiyle ülkede etkin bir konuma gelir. Bu durum, merkeziyetçi bürokratik yapıya karşı halkın inisiyatifini gündeme getirir. Aslında bu gelişme seçkinciliği yok saymaz, inisiyatifini ortadan kaldırmayı düşünmez. Bir kısmı seçkinciliği güçlendirmeye yönelik kararlar alınır, uygulamalar olur. Mesela daha sonra seçkinciliğin sırtını dayayacağı düzenlemelerden birisi olan, Atatürk?ü koruma kanunu Demokrat Parti döneminde çıkarılır. Sistemi toplumsal ve konjonktürel olarak dönüştürme anlamına gelecek hiçbir değişiklik yapılmamış olmasına rağmen halk inisiyatifi seçkinleri tedirgin etmeye yeter, telaşa kapılırlar. 1960 yılında 27 Mayıs diye bildiğimiz Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesi yapılır. Bu hareket merkezin çevreye ilk müdahalesidir ve ortalama her on yılda bir tekrarlana gelecektir.
Umran- 27 Mayıs, ilk darbesi dediniz, siyasi tarihimizdeki darbeleri daha öncelere götürebilir miyiz? Mesela İkinci Meşrutiyetin ilanına sebep olan, yani o zaman Cumhuriyet kurulmuş değil ama seçkinlerin iktidar inisiyatifini ele alması anlamında değerlendirecek olursak ilk askeri darbeyi aslında cumhuriyet öncesinde ve seçkinci sistemin kuruluşu anlamında 1908?e kadar götürebilir miyiz?
M. Aydın: Götürebiliriz. Seçkinci müdahaleleri Cumhuriyet dönemiyle sınırlandırmak uygun olmaz. Osmanlıda 17. yüzyıldan itibaren üç yüz yıldır yaşana gelen saray çevresindeki bazı entrikalar ve nihayet söz konusu edilen İkinci Meşrutiyet hareketi sonuç itibariyle birer askeri darbedirler. Ancak şimdikilerden farkları halkı/ çevreyi dizayndan çok mevcut yönetimi formatlamayı amaçlamaktadır. Mesela Meşrutiyet, şartlı saltanat, kayıtlandırılmış padişahlık demektir. Enver, Talat gibi hiçbir İttihatçı paşa kendini padişahın yerine koymayı düşünmemişti. Çünkü meşruiyet sorununu aşamayacaklarının farkındaydılar. Yeri gelmişken belirtelim şimdiki seçkincilik demokratik teamülün gereği olan kendilerini halk ile meşrulaştırmayı rahatlıkla göz ardı etmeyi düşünebilmektedirler.
Cumhuriyetin ilk darbesi olan 27 Mayıs halkın büyük çoğunluğunun onayını almış bir başbakanı ipe çekerken, 28 Şubat daha ileri giderek halkın kahir ekseriyetini ?iç tehdit? olarak nitelendirebilmişti. Yani müdahalelerin yasal bir dayanağı olmadığı gibi meşruiyetin yegane dayanağı olan halkı tehdit etmek gibi bir etiksel sorunu da vardır. Yani tabir caizse Osmanlı darbeciliğinden daha geri bir darbeciliktir bu.
Kısaca işaret ettiğimiz gibi Cumhuriyet dönemi darbeleri hem merkezi hem de çevreyi yeniden dizayn etmeyi hedeflemişlerdir. Bu seçkinci düzenlemelerin en önemlisi de 1960 darbesinden sonra gerçekleşmiştir. Şimdi yaşamakta olduğumuz süreci iyi anlayabilmek için bu söz konusu düzenlemeyi iyi bilmek gerekir. İşe her zaman olduğu gibi bir darbe anayasasıyla başlanır. Daha meşru, insan hak ve özgürlüklerinin önünü açan, çok demokrat dedikleri bir anayasa ile bir kısmı burada yazımlaş, bir kısmı zımnen kabullenilmiş bir seri değişiklik gerçekleştirilir.
Buna göre siyaset ve bürokrasi yalnızca ilkece değil, fiilin birbirlerinden ayırılır. Bilindiği gibi bürokrasi asker-sivil atananlardan, siyaset ise bizzat seçilenlerden oluşur ve demokratik teamüle göre atananlar seçilenlerin emrinde olur, ülke yönetiminde nihai sözü onlar söyler. İşte 1960 darbesi halkı temsil eden Demokrat Parti inisiyatifinden hareketle kuruluşundan itibaren Cumhuriyet sisteminin kalbi sayılan Meclisi ve onun içinden çıkan hükümeti güvenilmez bulur, hep gözetim ve denetim altında bulundurmayı düşünür. Bunu sağlamak için de merkezi yeniden biçimlendirir. Başta silahlı kuvvetler olmak üzere yeniden ilave edilen Anayasa Mahkemesi ilavesiyle yüksek yargı organlarının örgütsel yapısı, yüksek öğretim kurumu, besleme basın ve yarı özerk bazı kurumlar çevreye karşı bir blok oluştururlar. Ve kendilerine sistemin yegane sahibi, toplumun vasisi olduklarını, ihtiyaç duyulduğunda yasal ve meşruiyeti olmayan müdahaleye haklarının bulunduğu sıkı sıkı tembih edilir. Buna göre siyasal tabloyu tamamlayıcı bir figüranlığın dışında gerçek iktidar hiç bir şekilde halkla paylaşılmayacaktır. Halkın ethosu genelde İslâm olduğu için de siyasi literatürün dışında kendilerince tanımlanmış laiklik bu işin koruyucu zırhı olarak düşünülmüştür. Çağdaş değerlerle de bağdaşmayan ve insanlığın önemli bir kısmının ikinci Dünya savaşı sonrasında tarihe gömdüğü bu yapılanma söylemde çağdaşlıkla nitelendirile gelmişti. Yani seçkinlerimiz hep kendilerini cahil halkın bilemediği çağdaşlığın temsilcisi, halkı da hep dorğru yoldan sapmaya namzet bir güruh olarak göre gelmişlerdir.
Umran: Bir anlamda 60 Anayasasıyla beraber seçkinci yapının hukukileştirildiği söylenebilir mi?
M. Aydın: Bir bakıma öyle, gerçek anlamda hukukileştirilmiş olmasa bile yasallaştırılmış oluyordu. Bir parantez açarak belirtmek gerekirse sosyal bilim dilinde hukukilik ile yasallık arasında önemli bir fark vardır. Hukuk toplumsal tabanlıdır, yasa biçimsel olarak şartları yerine getirilmiş halka rağmen bir düzenleme olabilir. Bir anayasa halk oyuna sunulmuş bir metin ise de sonuç itibariyle bir darbe ortamında gerçekleştirilmiştir.
Bu arada bir parantez açarak bir başka ilginç gelişmeye de dikkat çekmek istiyorum. 1950 li yılların ortalarında NATO üyesi ülkelerde ortak karara dayalı bir başka merkezi örgütsel yapı da devreye girer. Batı dünyasında gladio olarak nitelendirilen bu yapı bizde derin devlet, özel harp dairesi, gibi nitelemelerle adlandırılan, pratikte ise Ergenekon, Jitem ve saire gibi çoğu emekle üst subaylardan oluşan yarı sivil, yarı resmi bir örgütsel yapı varlığını günümüze kadar sürdüre gelir. Gece silahlı gündüz külahlı bir yığın eyleme karışır, darbeler planlar. Devletin arkasına mevzilenmiş, bütün olup bitenler karşısında gözlemci, topluma yön veren, iktidarı denetleyen ve belli güçleri gerektiğinde harekete geçiren bu yapılanma 1970?li yılların sonunda Batı dünyasında yasa dışı işlere karıştıkları için temizlendi. Ama bizde toplumu yeni dizayn planlarıyla varlığını sürdürmektedir.
Umran: Demek oluyor ki merkez çevre yapılanmasının daha da belirginleştiği bir süreç yaşıyoruz. Esasen buna zaman zaman eklemeler yapıla gelmiş. 1960 darbesinden sonra Anayasa mahkemesi, 1980 darbesinden sonra YÖK bunun tipik örnekleridir. Diğer tüm kurumlarıyla bu yapı varlığını sürdürüyor. Söylediğiniz gibi atanmışların seçilmişler üzerindeki mutlak inisiyatifi devam ediyor. Anayasa Mahkemesinin son kararı, Yargıtayın parti kapatma talebi gibi seçkinci girişimlere bakıldığında gerçekten toplumun hesaba katılmadığı görülüyor. En tabii taleplerinin üstüne yatılabiliyor. Sizce bu gelişmeler insanlarda ne gibi sorunlar ortaya çıkarabilir?
Seçkinci zihniyetin halktaki olumsuz etkileri, bir güvensizlik, bir meşruiyet sorunu ortaya çıkarmıyor mu, hukukta, eğitimde ve diğer bütün alanlarda halkın bu düzeyde dışlanması taleplerinin, oylarının geçersiz sayılması sosyal problemler doğurmaz mı?
M. Aydın: Evet, her şeyden önce bir meşruiyet problemi yaşanmaktadır. Meşruiyet siyasette çok önemli bir sorundur. Meşruiyet genel olarak, toplumun, yöneticilerini ve yönetim biçimlerini itaate layık saygıya değer bulması; gerilimsiz, sıkıntısız kabul etmesi demektir. Siyasi literatürdeki meşruiyetin dayanağı, demokratik bir teamüle bağlı olarak toplumdur. Ancak bu işi topluma bırakmak istemeyen seçkinciler meşruiyetlerini kendilerinde görmektedirler. Bu da onları kerameti kendinden menkul hale getirmektedir. Genel kuraldır, şeyhin uçtuğuna önce müritleri inanmış olmalıdır. Ortada böyle bir kanaat yoksa şeyhir iddiası sorun çıkarmanın ötesinde hiçbir işe yaramaz. Siyasiler ben meşruyum demekle meşru olmazlar.
Bundan dolayıdır ki tarih boyunca en katı yönetimler şöyle ya da böyle halk nezdinde kendilerini meşrulaştırmanın yollarını araya gelmişler, hiçbir zaman ?bizi tanırsanız tanırsınız, tanımazsanız bu, bizim için hiç de önemli değil??diye düşünmezler.
Demokratik ortamların en temel meşruiyet esprisi seçimlerdir ve buna bağlı olarak seçilenlerin atanalar üzerinde etkin olmasıdır. Nihai söz, mevcut bir anayasal düzen içerisinde, yasal çerçevede gerçekleşir. Bu yasaları da seçilenler çıkarır.
Anayasal düzenin Hukuk dilinde ?kurucu irade?, bütün bir toplumun topyekun seçime katılıp verdiği karardır. Karar veren bütün bir kitledir. 70 milyonun diyelim 30 milyon seçmeni vardır bu 30 milyon seçmen sandığa gitmiş ve sandıktan bir karar çıkmıştır. Bunun üstüne kimsenin söz söyleme hakkı yoktur.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye?nin esas problemi, seçkinlerin, dönüşüme katılmadan işin merkezinde durmasıdır. Buna siyasal literatürde, otoriter ve totaliter devlet mantığı denir. Orada duruyor ve toplumsal dönüşüme katılmıyor. Kendisi toplumsal dönüşüme katılmayıp bulunduğu yerden toplumu hizaya sokmaya çalışıyor. Toplumsal uyumsuzluğunu toplumsal uyum ölçeği kabul ediyor. İleri gitmeyi de geri kalmış olmayı da toplumsal gelişme dinamiklerinin dışında o belirliyor. Buna göre öndekilere biraz geri çekilin, arkadakilere biraz ilerleyin, hey sağdaki biraz sola yanaş diyor. Bu bağlamda bir 28 Şubat paşası 1930 sonrasındaki günümüze kadar ki toplumsal gelişmeyi sapma olarak nitelemiş, ne yapıp edip toplumun oraya çekileceğini ilan etmişti.
İşte toplumsal değişme dinamiğinin sonucu olarak toplumun bir yerlere geldiğini gören seçkincilik her 10 yılda bir onu geriye çekmek için müdahalelerde buluna gelmiştir.
Umran: Türkiye?de yukarıdan yapılan bu müdahalelerde başarılı olundu mu?
M. Aydın: Önce bir noktanın altını özel olarak çizmek gerekir. Tarih boyunca tüm yönetimler toplumları için bazı palanlar yapar kararlar alırlar. Bu tabii bir şeydir. Ancak bu çağımızda yeniden türetilmiş, seçkinler seçkinci bir konum almışlardır. Bu başlangıçta söz konusu ettiğimiz kameralist mantıktır. Toplum dışılığı da dayatmacılığından gelir.
Günümüzde toplumlar (çoğu kere modernleştirme söylemi içinde) seçkinlerce planlı olarak değiştirilmek istenmiştir. Seçkinler toplumu hesaba katmayan bu değişim planlarının mutlak gerçekleşeceğine inana gelmişlerdir. Halbuki nerden bakarsak bakalım toplumların değişmesi çoğu kere yukarıdan planlandığı gibi gerçekleşmez.. Çünkü toplumların kendine has dinamikleri vardır. Ekonomik, sosyal, siyasal, dini 70 milyon insanın bir yığın potansiyel eğilimleri vardır. Dini hayat, etnik sorunlar, dış dünyaya bakış, aileye ilişkin konular, vb. vardır. Bütün bu konularda toplumlarda belli potansiyel eğilimler vardır. Üstten ne planlanırsa planlansın değişim bunları gözeterek gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki değişim bütünüyle seçkincilerin öngördükleri gibi gerçekleşmez. Bu ise onları sükütu hayale uğratır, hırçınlaştırır. Türkiye?de buna verilebilecek pek çok örnek vardır. Mesela din bitecekti, gittikçe canlanıyor. Eğitilen herkes seküler olacaktı olmadı, kamusala herkes onların istediği gibi mesela başörtüsüz çıkacaktı olmadı, vb.
Umran: Türkiye?de son dönemdeki, özellikle Abdullah Gül?ün Cumhurbaşkanı seçilmesi, AKP?nin ikinci defa iktidara gelmesi gibi gelişmelerin yer aldığı sürece bakıldığında artık seçkinlerin işlerini rahat götüremedikleri izlenimini vermektedir, sizce bu izlenim doğru mudur?
M. Aydın: Şüphesiz bu izlenim doğrudur, işler seçkincilerin istediği gibi gitmiyor. Çünkü, toplumun gelişim dinamikleriyle, seçkinlerin beklentileri bir birini tutmuyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi seçkinlerin beklentileri ve kafalarındaki mantıksal kurgularıyla toplumun beklentileri ve potansiyel imkan ve dinamikleri aynı değil. Planlar genelde yaklaşık yüzyıl öncesinin öngörüleri iken toplum doğal olarak sürekli değişiyor. Seçkinci planlar orada duruyor, ama toplum bir yerde durmuyor, sürekli değişiyor.
Umran: Bu söylenenler açısından dönüp baktığımızda ülkenin son zamanlarda yaşamakta olduğu Anayasa Mahkemesi kararları hakkında ne söylenebilir?
M. Aydın: Bu kararlar bir kere seçkinci yapının bir yüzyıl önceki pozitivist kameralist bir çizgide durduğunu, değişimin kendini etkilemediğini göstermektedir. Otoriter despotik bir kafa yapısıyla hala orada dimdik duruyorlar. O zamanki ilke ve prensiplere göre bu toplumun yönetilmesi gerektiğini düşünmektedirler.
Tasvir etmeye çalıştığımız bürokratik yapı içerisinde silahlı kuvvetler hep müdahale ede geldi. Bütün müdahalelere rağmen toplumun hala kendi doğrultusunda gittiği görüldü. Ama 28 Şubat süreci asker konusunda derin güvensizlik uyandırdı. Bu silahlı kuvvetlerin kendi içinde yaptığı araştırmalarda kayda geçti.
Bu arada merkezde, ?bu iş pek böyle olmuyor, toplumla partallaşmanın anlamı yok farklı bir şeyler yapmak ve ona biraz kapı aralamak gerekiyor? kanaatini taşıyan bir kesem oluştu. Bu oluşum sanıyorum Cumhurbaşkanın seçilmesi gibi olaylarda kendini gösterdi. Silahlı kuvvetlerin en azından legal yapısı biraz kenara çekildi. Öyle görünüyor ki müdahale toplumla yüz yüze gelmeyen, ona verilecek ekstra bir hesabı bulunmayan yargı kurumuna havale edildi. Yani toplumsal iradeye karşı sistemi tekelinde gören bürokrasi görev başında. Başörtüsüyle ilgili anayasal düzenleme üzerine bazı Rektörlerin çıkışını hatırlayalım; bildiri okuyan ÜAK başkanı militan bir üslupla ?devletin pek çok kurumu birer birer teslim oldular, YÖK olarak teslim olmayacağız ve sonuna kadar direneceğiz? diyor. Yani gerekirse anayasal düzenin rafa kaldırıldığı bir savaş ilan ediliyor.
Bu arada direnme bağlamında yüksek yargı organları devreye girdiler. Önce bildiriler sökün etti, arkasından Anayasa Mahkemesi pek çok açıdan hukuk skandalı denebilecek iptal kararını verdi. AK Partinin kapatılması davası da hemen sıraya kondu. Tabii ki burada asıl sorun sırf başörtüsü değildir, merkezin çevreye karşı bir manifestosudur.
Burada dikkat çeken önemli noktalardan birisi hukukun bizzat hukukçular tarafından kabaca bir araç olarak kullanılması, makul bir gerekçe bile bulma ihtiyacı duyulmamasıdır. Aynı Anayasa Mahkemesi 1547 sayılı YÖK yasasının 17. ek maddesinde yer alan ?Her hangi bir yasaya aykırı olmamak kaydıyla üniversitelerde her türlü kılık kıyafet serbesttir? yargısını açıkça iptal edememiş, ancak ?burada mevcut anayasa bir aykırılık yoktur, ama bir yorum yapmak gerekirse başörtüsü uygulamasına fırsat verilmemesi uygun olur? anlamında bir yargıda bulunmuştu. Bu bir yasa olmamasına rağmen rektörler bu yorumu yasa saydılar ve yalakçılıklarını sürdürdüler. Bu yeni yargıda bu ılımlı üslüp bile kullanılmadı. Dayanaksız karar sanki bir meydan okuma şeklinde gerçekleşti.
İşin gerçeği bu mahkemenin bu tartışmalı iptal kararı geçerli sayıldığında da başörtüsü konusundaki yasaksızlık devam etmektedir. Ancak anayasal düzen istenilen yerde sabote edilebildiği ve yürütme gerekli fonksiyonunu yerine getiremediği için yasa dışı dayatma devam ediyor.
Tartışılan ihlallerle ilgili olarak, bir sosyal bilici olarak, sosyal bilim çerçevesinde kısa bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Hukukçuların görüşlerini özetlemek gerekirse mahkeme bir kere içerik olarak çok açık bir şekilde anayasanın 148. maddesini gerekçesi ne olursa olsun ihlal etmiş, yetkisi olmadığı halde yasanın içeriğine karışmıştır. İkincisi hukukla hiç bağdaşmayacak şekilde, lafızları bir kenara bırakıp niyet okumaya kalkışmıştır. Hukukta çıkış noktası lafızlardır, oradan anlama doğru gidilir; yorumlar, ictihatlar da onun üstüne oturtulur. Hukukun temel esprisi budur. Bilindiği üzere iptal edilen yasa metninde kılık- kıyafet ve özel olarak başörtüsü ile ilgili, hiçbir ifade geçmemektedir.
Laiklik üstünde titizlenen mahkeme ruhbanca bir yol izleyerek bu temel haklarla ilgili düzenlemenin başörtüsünü serbest kılmayı amaçladığı, başörtüsünün laikliğe aykırı olduğu, laiklikle ilgili bir girişime mutlak müdahale hakkına sahip olduğu gibi bir seri mevhum yargıya dayanmıştır. Aslında mahkeme temel hak ve özgürlüklerde bütün vatandaşların eşit olmadığını, bunun da laikliğin gereği olduğu yargısına ulaşmıştır. Ama CHP gibi bekleşen yandaşlar da mahkeme gibi düşünmekte, başörtüsü dosyasının artık kapandığını iddia etmektedirler. Halbuki bu karar geçerli sayıldığında da sayas olarak önceki döneme dönülmüş olur ki bu başörtüsünü yasaklayan hiçbir hukuki düzenlemenin olmadığıdır.
Bu seçkinci kararın daha ilginç bir yönü devletin tüm vatandaşlara eşit hizmet götürmesi ve eşit eğitim hakkı tanıması gerektiği yargısına itirazdır. Bu çağdışı bir mantıktır ve hiçbir medeni toplumda kabul edilemez. Bir metin haline getirilmediğinde de sıradan bir anayasanın ihtiva etmesi gereken değerlerdir. Bunun garantisi de bizzat medeni toplumun kendisidir. Ne var ki burada asıl kuşkuyla bakılan ve yerine göre reddedilen bu iradedir.
Ayrıca mahkeme CHP ile sanki bir organik bütünlük görüntüsü vermektedir. CHP başvuru dilekçesinde yasal düzenlemeyi yapan meclis için kullandığı ?AK Parti laikliğin arkasından dolaşmıştır? ifadesi mahkemesinin ilk günkü açıklamasında da yer almaktadır.
Umran: Siyaset üzerindeki bu yükü, vesayeti kaldırma anlamında ne yapmalıdır, yapılabilecek şeyler nelerdir?
M. Aydın: Hiç kimse anayasa mahkemesinin kararları dokunulmazdır, herkesi bağlar düşüncesinin arkasına sığınma hakkına sahip değildir. Eğer bir mahkeme bu kadar siyasal ve bu kadar ideolojik bir karar verirse onu tartışmak herkesin hakkı haline gelir. Gerekçeyi bekleyin gibi telkinler de fayda vermez. Kanaatimce bu konuda yapılması gerekli bir seri bir iş vardır:
1- Toplumun ve ülkenin geleceği için, milli iradeyi yok sayan bu karar mimli iradenin yegane temsilcisi Meclis tarafından geçersiz sayılmalıdır. Anayasal düzenin sağlıklı geleceği buna bağlıdır. Çünkü bu sağlıksız bir siyasal geleceğe atılmış bir adımdır, telafi edilmelidir.
2- AKP aslında reddi hakem talebinde bulunmalıdır. Çünkü mahkemenin bu kararı bundan sonra ele alacağı kapatma davasının en önemli argümanlarından birisini oluşturuyor. Çünkü, AKP?nin iddia edilen en önemli suçu başörtüsünü serbest kılma amaçlı girişimleriyle laiklik karşıtı odak oluşturma iddiasıdır. Bu durum önce bir söylentiden ibaret iken bu tartışmalı kararla gerçek suç haline gelmiş olmaktadır. Yani mahkeme karşıt türden delillerini kendisi oluşturmaktadır.
3- Bu aşamada toplumun ihtiyaç duyduğu bir anayasa değişikliği çok uzun olmayan bir zaman içinde yapılmalıdır. Esasen halka verilen sözlerden birisi de kapsamlı bir anayasa değişikliği yapacağına ilişkin vaadidir. Bu vaat yerinde duruyor, yerine getirilmesi gerekir. Bu durum gerekirse bir halk oylaması ile gerçekleşmelidir.
4- Bundan sonra gerekirse 2009?un baharında mahalli seçimlerle birlikte genel seçime de gidebilir. Ama öncekiler yapılmadan bir genel seçime gitmenin anlamı yoktur.
Aksi taktirde işlemekte olan bu süreç toplumu farklı mecralara sürükleyecektir. AKP kadroları, İslamcı bir söylemden muhafazakar bir söyleme geldi. Toplum yavaş yavaş milli manevi değerleri izole edilmiş daha yıpranmış daha liberal görüşlere, dini duyarlılığı askıya almış bir kitleye dönüştürülmeye götürülüyor.
Umran: Teşekkür ederiz.
M. Aydın: Ben teşekkür ederim?
Kaynak: Umran Dergisi Temmuz Sayısı
www.umran.org