Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

İslam Islahatçıları ve Modernlik Şoku

Islahatçılar, modernliğin ya da kendi ifadeleriyle medeniyetin taşıyıcısı olduğu şeyin sahip olduğu gücü ve riski aynı anda kavramış değillerdi.

18 Yıl Önce Güncellendi

2008-07-09 09:05:00

İslam Islahatçıları ve Modernlik Şoku


Refik Abdüsselam*

İslam dünyasını istila eden Batı modernliğinin yaşattığı şokla birlikte gelen Avrupa?nın askeri işgalleri, siyasi ve diplomatik müdahaleleri, İslam dünyasında düşünce, kültür ve siyaset alanında büyük sarsıntılar yarattı. Bu şokun etkileri halen sürmekte, artçı sarsıntıları devam etmektedir.

İslam ülkelerindeki modernleşme projeleri, daha sonra Tanzimat olarak isimlendirilecek Osmanlı Devleti?ne Avrupa devletlerinin dayattığı ?modernleştirme? olgusuyla başlamış ve bu proje, öncelikle devlet dairelerinde ve yönetim kademelerinde harekete geçmiş, bilahare sosyal ve fikri alanları daha geniş bir biçimde etkisi altına almıştır.

Bu atmosfer içerisinde, 19. yüzyılda Islahatçı İslam düşüncesi söylemi gelişmiş, neo-selefilik diyebileceğimiz bir çerçevede Batı modernliğinin şiddetli şokuna karşı İslami ihyacılıkla karşı durmaya çalışmıştır.

İslami ıslahatçıların projesi, aralarındaki birçok farklılık ve anlaşmazlıklara rağmen, teoride Kuran ve Sahih Sünnet pratikte ise asr-ı saadet ve hulafa-i raşidin dönemine dönüşü esas alma ve aynı zamanda geçmişteki donukluk ve içtihattan yüz çevirmeye karşı durma, buna mukabil çağın ruhunu yakalama çabası ve modern medeniyetin dinamiklerine tutunmaya çağırma şeklinde özetlenebilir?

İslami ıslahatçılar, 19. yüzyılda, modern İslam düşüncesi olarak isimlendirilebilecek söylemin tohumlarını ekmişlerdir. Bu söylem, modern medeniyeti kökleri Kuran, Sünnet ve sahabenin mirasında bulunan orijinal İslami bir zihniyet içerisinde kucaklamayı esas almıştır.

Onların en öncelikli ilgi alanı, Batı medeniyetinin müdahalelerinin ve Tanzimat olgusunun dayattığı gelişme ve dönüşümleri, İslami meşruiyet çerçevesinde ve İslam?ın modern dünyayla kopuşuna neden olan nedenleri izale ederek kavramaya çalışmaktı.

Onların teorisi, donukluk ve taklitten uzak bir İslam rasyonalizmiyle ordularının gücü, kapitalist ekonomilerinin imkânları, Batılı misyoner okullarının yayılması, basın ve medyasının gücüyle giderek genişlemekte olan Batı liberalizmi arasındaki ahenk imkânına dayanıyordu.

Renan, Hanoteau ve Comon gibi bazı Batılı oryantalistlerin İslam?la medeniyetin bir araya gelemeyeceği yönündeki tezlerine cevap vermek için en büyük çabayı Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve onların talebeleri vermiş ve bu uyumun mümkün olduğunu savunmuşlardır.

Fransız oryantalist Hanoteau, işi, İslam?ı hastalık, çarpıklık, delilik ve cüzzamla nitelemeye kadar vardırmış, Müslümanları ?İslam Hastalığı? adlı kitabında zararlı vahşiler şeklinde tavsif etmiştir.

Islahatçıların, modern dünyanın kavram ve düşüncelerini İslam dünyasına kazandırma ve bu düşünceleri kitlelerin anlayacağı şekilde özetleme noktasında katkıları büyüktür. Çünkü onlar, Tanzimatçıların ve liberallerin aksine Arap ve İslam dünyasının ihtiyaçlarını biliyordu. Liberal Tanzimatçılar, ne kendilerini bu işlerle uğraşmayla yormaya niyetleri vardı ne de çapları ve sahip oldukları vizyon bu işi başarmaya yeterdi.

Bu çerçevede, İslam modernliği projesinin sosyal taşıyıcısı olarak isimlendirilen şeyin oluşturulmasında ıslahatçıların rolü kayda değerdir. Onlar, ıslahatçı söylemi geleneğin kalelerinden modern kurumlara, ulema sınıfından modern Müslüman entelektüele intikal ettirmişlerdir.

Islahatçılar, kendi ıslahatçı projelerini kurtarması ve medeniyetin dinamiklerini yakalamak için kendisinden umut kestikleri ulemadan ellerini çekerek bu konuda modern kurumların oluşturucusu olan Modern Müslüman entelektüele bel bağlamışlardır.

Yukarıda ıslahatçılar hakkında söylediğimiz birçok olumlu unsura ve elde ettikleri birçok kazanıma rağmen, onların kendi çağlarının insanı olduğunu söylemeliyiz. Sürekli yükselmekte ve yayılan Batı ile çatışma içerisinde olan İslam dünyası arasındaki dengesiz ilişkiden etkilenmişlerdi.

Islahatçıların Batı medeniyetiyle girdikleri ilişkide izledikleri yolda büyük çaba sarf etmelerine rağmen, sahip oldukları görüşler kusur ve hatalardan uzak olmadığı gibi, bugün bizim kabul etmemiz mümkün olmayan birçok teorik yanlışlarla doludur. Bu nasıl oluyor?
Islahatçılar, bu söylemin sınırlılığına vakıf olmaması nedeniyle modern söylemin evrene ilişkin iddialarını yutmuşlardır. Onların yapmak istediği en uç şey, teşbih ve kıyasla, modern medeniyetin benimsenerek İslami bilinç kalıbına dökülmesinin meşru bir olgu olduğunu kabul ettirmekti.

Onların genel tutumları, çoğunlukla modernliğin tam ve mükemmel, dolayısıyla İslami düşünce kalıbına dökülebilir ve yeniden inşa edilebilir varsayımından hareketle geliştiriliyordu. Tek şartları bu medeniyetin iyi bir şekilde karşılanması ve kucaklanması için uygun zeminin yaratılması, ayrıca dinin ve ahlakın genel kaidelerine dokunulmamasıydı. Onlar İslam?ın gerçek müçtehitleriydi, bununla birlikte modernlik hakkındaki düşünceleri sığdı, bu noktada içtihat taklide ağır basıyor, modernliğin arkasından sürüklenirken yaratıcı düşüncelerden kendilerini uzak tutuyorlardı.

İslami ıslahatçıların söylemi incelendiğinde onların İslamcı oldukları kadar ciddi bir şekilde ?aydınlanmacı? ve ?liberal? oldukları da söylenebilir. Belki de bu, onların kitaplarını okuyan ve hayatları hakkında malumat sahibi olanlar için karışık ve müphem bir konu olabilir.
Onlar gerçekten mutlak ve evrensel bir akla inanıyorlardı. Ayrıca bilim ve teknolojiye karşı büyük umut besliyor, Avrupalı aydınlanmacıların inandıkları tarzda bir ilerlemeye iman ediyorlardı. Aynı zamanda modern medeniyet olarak adlandırdıkları şeyin evrensel karakterine de inançları tamdı. Onları kimlik, yani modern Batı üstünlüğü sayesinde inşa ettiği medeniyeti benimsemekle birlikte din ve ahlaka bağlı kalmak sorunu hakkında sorulan sorular kadar başka bir şey rahatsız etmezdi.

Bugün ıslahatçıların Batı medeniyeti hakkındaki görüşlerini ya da en azından bu görüşler içerisindeki bazı unsurları kabul etmek mümkün görünmemektedir. Bunun nedeni sadece bizim ıslahatçı seleflerimizden daha bilgili ve olgun olmamızdan değil, gerek düşünce gerekse canlı tarihin tecrübeleri konusunda köprünün altından çok sular geçmesinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda yaşadıklarımız ve deneyimlerimiz, modern medeniyetin bize dikte ettirdiği şeyleri yerine getirirken çok daha dikkatli olmamıza yol açmış durumda. Eski nesillere nazaran biz modernliğin birçok kötülüklerine, dezavantajlarına, yıkımlarına, başarısızlıklarına şahit olduk.

İslami ıslahatçıların kendi dönemlerinde ifade ettikleri şekilde bu medeniyetin maddi yüzüyle manevi yönleri arasında ayrım yapabilmek o kadar olay olmamakta, bu sadece zihni bir varsayım olarak kalmaktadır. Bu medeniyete daha yakından bakan bir kişi, bu toplumlardaki ahlakla edebiyatın, sanayiyle düşüncenin, sistemlerle teorilerin birbirlerinden ayrılmaz halkalar olduğunu görecektir.

Uygulamalar ve araçlar her ne kadar ıslahatçılara tarafsız ve evrensel olarak gözükmüşse de son tahlilde bunların da aslında uzun tarihsel tecrübenin bir sonucu olarak gelişmiş olduğu gerçeği, karşımızda gün gibi aşikâr bir şekilde durmaktadır. Bu nedenle ıslahatçıların siyasetten topluma, bilimlerden sanayiye kadar birçok şeyin evrensel, mutlak ve tarafsız olduğu noktasındaki kanaatlerine teslim olmamız beklenemez.

Bu tür araç ve uygulamalar uzaydan gelmediği gibi eksiksiz olarak da meydana gelmemiştir. Halkların tarihsel bilinçlerinin derinliklerinde sakladıkları kültürlerinden ve tarihsel tecrübelerinden oluşmuştur. Birçok uygulama ve aracın bölgesel ya da yerel olmaktan çıkıp evrensel olma kabiliyetinin olduğu doğrudur ancak, medeniyetler dünyadan bağımsız bir adada değillerse eğer, aralarında etkileşimde ve bilgi alışverişinde bulunurlar. Bunun yanında İbn-i Haldun?u hatırlatır biçimde ümran şekilleri ya da medeniyetler, birbiriyle iç içe geçmiş halkalar şeklinde olduklarından maddiyat ya da ruhaniyat gibi bir taksime tabi tutulmayı kabul etmezler. Medeniyet araçları ya da sistemleri, ıslahatçıların düşündüğü gibi istediğimiz şekilde kullanabileceğimiz ya da istediğimiz yerde görevlendirebileceğimiz sessiz ve pasif şeyler değildir. Tersine bunlar, bazen düşüncelerin ve değerlerin otoritesiyle bireysel ve toplumsal iradeleri aşan olgulardır ve kendilerine has güçleri vardır. Modernlik de zaten araçlar ve uygulamalar dünyasında meydana gelen büyük değişiklik sonucu oluşmuş bir sistem değil midir? Bu araçların bizzat kendisi insani varoluşun şartlarını değiştirmiş ve yaşam biçimlerini, değerler manzumesini ve düşünme yöntemlerini şekillendirmemiş midir?
Max Weber bize, modernliğin en temel boyutu içerisinde içinde sermaye biriktirmenin, rekabetin ve kârın olduğu kapitalist pazarın yayılması, sahip olduğu rasyonalizm ve pragmatizmle bu pazarı idare edecek bir bürokrasinin çıkması olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Bu nedenle bu iki zorba güç (pazar ve bürokrasi), Alman sosyal bilimciye göre insanın yaşam biçimlerinin yeniden oluşturmakta, bireysel ve toplumsal değerler sistemini yeniden biçimlendirmektedir.

Weber, kapitalizmin ve bürokrasinin çarkları arasında doğup ölen modern insanın derinliklerinde, başka herhangi bir şeyden daha fazla kârı ve faydayı esas alan bir düşüncenin ve ahlakın bulunduğuna kanidir. Dolayısıyla modern insan, kendisini bu dünyevi/seküler işlerinden alıkoyması nedeniyle kutsal ve yüce olan ne varsa ondan yüz çevirmektedir.
Öte yandan Marks, bize katı olan her şeyin buharlaştığını, kapitalizmin sert sopasının her şeyi yumuşattığını söylüyordu. Bununla o, aslında alet/araç üzerinde yoğunlaşan, kârı ve faydayı tanrılaştıran kapitalizm karşısında hiçbir ahlaki değerin ve büyük düşüncenin uzun süre ayakta kalamayacağını kast ediyordu. Doğru, belki bu modernizm sihirli ve kahredici tanrılar gibi değildir ancak ıslahatçıların düşündüğü gibi istediğimiz gibi biçimlendirebileceğimiz bir hamur da değildir.

Islahatçılar, modernliğin ya da kendi ifadeleriyle medeniyetin taşıyıcısı olduğu şeyin sahip olduğu gücü ve riski aynı anda kavramış değillerdi: Belki de bunun nedeni, onların içinde yaşamış oldukları durumun ve solumakta oldukları atmosferin kendilerine modernlik üzerinde derinlemesine düşünme imkânı sağlamamış olmasıydı. Onlar mücadele ve çabalarını İslam dünyasının içinde bulunduğu krizden kurtulması ve ilerleme kompartımanına katılmasını sağlama üzerinde yoğunlaştırıyorlardı.

Modernlik sürecinin bütün dünyada büyük başarılara imza atması ve bütün medeniyetler karşısında zaferini ilan etmesi, ıslahatçıların da modernliğe olan itirazlarını zorlaştırmıştı belki de. Onların ilerlemeden ve modernleşmeden bahsetmeleri belki de zaruret halini almıştı. Peki, buradan ıslahatçıların, Batı medeniyetinin alınması çağrılarında ve hastalıklı olan Müslüman vücuda şifa olacak şekilde kullanılmasında hatalı oldukları sonucu çıkarılabilir mi?

Onlar bu açıdan bakıldığında ne hatalıydılar ne de yanılgı içerisindeydiler. Ancak yaptıklarına bugün geldiğimiz noktadan baktığımızdan onların hatalı ve yanılgı içerisinde olduklarını görüyoruz. Ve onların geleceğe ilişkin öngörüleri ve tavsiyeleri bizim açımızdan kabul görmüyor ve bizi ikna etmiyor artık. İslam dünyası, ıslahatçıların medeniyet ve ilerleme çağrısı yaptıkları dönemleri çok gerilerde bıraktı, köprünün altından çok sular geçti ve Müslümanlar eskiye nazaran çok daha fazla olgunlaştılar. Tunuslu Hayrettin Paşa?nın deyimiyle ?kibirli milletler?i yiyecek, içecek ve giyim konusunda takip edip onlar gibi köprüler yaptılar, binalar inşa ettiler, bilim ve teknolojinin sadık birer müşterisi oldular.

Ancak sonuçta gördük ki bizim bunları yapmamız onlarla aramızdaki mesafeyi azaltmıyor tersine artırıyor. Biz her yaklaştığımızı zannettiğimizde bizden daha fazla uzaklaştığını gördük. Toplumlarımız bugün, kimseleri razı edemiyor. Gelenekselciler onu yeteri kadar geleneklerine sadık kalmadığı için küçük görürken modernlik yanlıları ise onu kendi düşlerinde gördükleri kadar modern göremedikleri için ondan nefret ediyor. Kısaca bizim kriz içerisinde olan bir geleneksel toplum ve manipüle edilmiş bir sosyal yapıyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

Konuyu teorik açıdan yani modernliğin kurucusu olan ahlaki, fikri değerlerden ele almak istersek elimizde şu anda modernliğin eleştirisine dair yazılmış devasa bir literatür bulunabilir ki bu olgu da modernliğin etrafında bulunan bilimsellik sihirli halesinin kaybolmasına neden olmuştur. Bunu bizzat yapan Batılı yazarlardır. Çabalarını modernliğin sıkıntıları üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bunların en başında da katı rasyonalizm, ilerleme düşüncesi, hümanizm ve bilimselcilik gelmektedir.

Bu nedenle, şu anki nesiller artık ıslahatçı atalarımızın güzelliklerini abarttıkları medeniyete güven beslemiyorlar. Biz şu anda modernliğin güzellikleri ya da avantajlarından çok medeniyet krizi üzerinde duruyoruz. İçinde yaşamakta olduğumuz çağ, Fransız filozof Jean Francois Léotard?ın da ifade ettiği gibi büyük anlatıların, yani modernlik çağı oluşturan büyük kavramların bittiği çağdır.

Kısaca özetlemek gerekirse, içinde bulunduğumuz asır, büyük beklentilerin bittiği, bilimsel kesinliklerin deforme olduğu bir asırdır. Artık modernlik, içindeki menfi ve müspet yönlerini değerlendirebileceğimiz, önümüzde duran bir tarihsel tecrübe haline gelmiştir.

Hatta Arap ve İslam dünyasında bile modernlik 19. yüzyılın ortalarında ve 20. yüzyılın başlarında Sultan?ın maiyetindekilerin ya da bürokratik elitle bazı aydınları ayartan bir rüya ya da beklentiler yığını değildir artık. Tersine, önümüzde canlı bir tecrübe olarak durmaktadır, muhtevasını keşfetmek, durumunu teşhis etmek ve esrarını çözmek mümkündür, tabii çözülecek bir esrarı kaldıysa?


*Tunuslu araştırmacı-yazar.


Bu makale İslam Özkan tarafından TİMETURK için tercüme edilmiştir.







SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara