Yokluğunu fark edene kadar varlığını hissedemediğimiz mutluluk aynı zamanda bütün bireysel ve toplumsal çatışmaların da kaynağı değil midir? Felsefe işte böyle bir şey? Sizi daha önce aklınızın kıyısından köşesinden geçmeyen konular hakkında düşünmeye, sorgulamaya hatta yeni arayışlara sürüklüyor. Ne yazık ki bizde felsefeye gösterilen ilgi Batıdan olduğu gibi taklit etmekle ele aldığı konuları karmaşıklaştırmak arasında gidip gelen soğuk bir anlayışa dayanıyor. Oysa daha yalın ve anlaşılır bir üslupla başlangıçta karmaşık görünen konuların özüne inilmesi mümkün. Özellikle konuyu hazmetmiş, yetkin kalemlerin yol göstericiliğinde bu hiç de zor değil.
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu Mehmet Kasım Özgen bir eğitimci. Felsefe ve Din Bilimleri anabilim dalındaki doktorasını Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü?nde yapmış. Şimdilerde Kayseri Güzel Sanatlar Lisesi?nin yöneticiliğini yapıyor ve aynı zamanda Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi?nde Sanat Felsefesi derslerine giriyor. Kendisiye yakınlarda yayımlanan kitabı ?Mutluluk Problemi? (Artus Kitap) üzerine bir söyleşi yapmaya niyetlenmiştik. Ancak konu mutluluk olunca sınırları belirlemek hiç de kolay olmadı. Böylece mutluluğun bir formülü olup olamayacağından, modern toplumun korkularına, iktidarlara karşı duyulan sorumluluk duygusunun nasıl olup da mutsuzluğun kaynağı olabildiğine uzanan bir söyleşi yaptık.
Söyleşi: Alper Göktürk / TİMETURK
Günümüzde pek çok insan için mutluluğun formülü iş + eş + ev + araba = mutluluk şeklinde. Sizin formülünüz nedir?
Benim bir formülüm ne yazık ki yok. Ancak Allahın kullanmamız için bize verdiği bir formül var sanırım: Ruh+akıl+zihin+beden. Bu formül farkındalık ile uyumlu şekilde çalıştırılırsa iyi insan olmak, mutlu insan olmak sonucu çıkacaktır.
Pratik olarak şunu söyleyebiliriz: İyi insan olmak için harcanan her çaba bize mutluluğu garanti eder. Mutluluğun iş+eş+araba+ev şeklinde bir formülü olamaz. Çünkü bunlar insanının dünyevi hayatıyla ilgili olsa olsa güven duygusunu geliştirebilecek yani yaşamak, hayatta kalmak için, hayatı kolaylaştırmak için işe yarayacak şeylerdir. Bütün bunların ancak dolaylı olarak ruhla ilgisi vardır. Şimdi olayı, kişinin evinin, arabasının, işinin bir de eşinin olması gerekir şeklinde formülleştirdiğiniz zaman ancak bedensel anlamda kendisini güvende hissedebilmek adına sahip olması gerekebilecek unsurları sıralamış olursunuz. Oysa insan bedensel, ruhi ve akli olarak bütün melekeleri bir arada taşıyan bir varlıktır. İşiniz, eşiniz, arabanız olduğu zaman bütün bunlara sahip olarak kendinizi güvende hissedersiniz. Güven duygusundan sonra zihin daha rahat şekilde tekrar hayatın amacıyla ilgili, huzur bulmasıyla ilgili sorular sorar.
Mutluluğun böyle eşsiz ve her zaman işe yarayacak bir formülü elbette ki olamaz. Ama hem ruhsal hem bedensel anlamda insan doğasını bir bütün olarak düşünürsek mutluluğun formülü değil fakat bir anahtarı olduğunu ve bunun da insanın kendini ve evreni tanımasından geçtiğini görebiliriz. Bir insan, kendini ve evreni tanıyorsa mutluluğun anahtarını elinde tutuyor, kısacası mutluluk yolculuğuna başlamıştır diyebiliriz.
Ev, iş, araba, eş derken güven sadece bedene mi yönelik? O zaman hayatın içinde bunlar gibi unsurların sağladığı ruhsal güven ne olacak?
Doğru, hayatın içindeki ruhsal güven dediğimiz şey ilk etapta bedensel güvenle bağlantılıdır. Eğer beden kendini güvende hissetmiyorsa, örneğin bedenin varlığı tehlikede ise beyin mekanizması bunu stres aracılığıyla bireye bildirir. Beden güvensizlik stresini taşıyorsa ki bugün modern dünyanın yaşadığı temel sıkıntı da budur, insanlar kendilerini güvensiz hissediyorlar kentte güvensiz hissediyorlar, metroda güvensiz hissediyorlar, uçakta güvensiz hissediyorlar; güvensiz hissettikleri zaman da bu doğrudan bedenlere yansıyor. Bedenin stresli yaşaması elbette ruhu etkiliyor. Öte yandan mahkûm olduğumuz bedensel stresleri alt edebilmenin mekanizması ruhun bedene etki etmesinden geçer.
Genel anlamda, denilir ki hep pozitif düşünürseniz, olaylara hep iyi bir şekilde bakarsanız bedensel stresi, güvensizliği atlatmış, en azından azaltmış olursunuz. Bu nispeten doğru bir önermedir. İnsanın zihinsel anlamda pozitif düşünmesi elbette bedenini de etkiler. Beden pozitif düşünmenin etkisiyle stresi azaltır, güvensizlik duygusunu alt etmeye çalışır. Ama beden ve zihin mekanizması dış dünyadaki güvensizliği meydana getiren asıl korkunun hâlâ orada var olduğunu bilir. Çünkü bunlar algıyla ilgili şeylerdir. İnsan algılaması kendisini etkileyen bir olumsuzluk varsa o negatiflik sürdükçe bedensel ve beyinsel anlamda olumsuz etkilerini yaşar. Beynin ve bedenin negatifliği alt etmesi zihnin pozitif düşünmesi ile azaltılabilir. Bunun arkasındaki ruhsal altyapı ise tamamen dünya görüşü ile ilgili bir şeydir. Yani siz dünyanızda size güvensizlik veren varlıkları ortadan kaldırmazsanız yani bir reform, bir değişim, bir iyileştirme yapmazsanız hiçbir zaman bedensel olarak mahkûm olduğunuz korku unsuru ortadan kalkmayacaktır.
Gündeme kesintisiz biçimde akan haberlere baktığımızda çağdaş toplumların büyük bir korku histerisine kapıldığını düşünüyorum. Bunun arkasında insanların kendilerini mutlu kıldığını düşündükleri nesneleri, hazları ve iktidarları yitirme endişesi yatıyor sanırım...
Bakın, tarih boyunca ruhsal alanda fikir üreten filozoflar, siyaset bilimciler, topluma yön gösteren her düzeyde kanaat önderi sonuçta toplum üstünde etkili olmak, bireyleri dönüştürmek, geliştirmek konusu üstünde durmuşlardır. Gerçek mutluluğun ilgilendiği asıl çözüm hem bireysel hem toplumsal anlamda büyük düşünebilmek yani ruhsal anlamda korku unsurlarını ortadan kaldırabilmektir. Eğer bir toplum düşünsel, ahlaki ve sanatsal anlamda bireysel ve toplumsal mutluluğunu gerçekten bir problem edinmişse, bu durumda o toplumun kendisini de değiştirebilmesi gerekir.
Batılı sistemler insana güven verecek, bireylerin hayatını kolaylaştıracak kurum ve süreçleri ortaya koyarak ve nesnel dünyayı alabildiğine iyileştirici bir felsefe ile yaşayabiliyorlar. Örneğin Batıdaki kentlerde gündelik yaşamın kurgulanmasına bakın, bireylerin yaşamlarının alabildiğine konforlu hale getirilmesinin dikkate alındığını görüyoruz. Batı medeniyeti perspektifi bağlamında düşündüğümüzde bu yaklaşım, mutluluk felsefesi açısından birinci adım olarak gerçekten önemlidir. Ama dış dünyadaki güvensizlik ortamlarını ortadan kaldırdığımızda bile ruhun evrene yönelik kendi asıl sorularını sorma konusundaki ısrarı hâlâ devam eder. Ben neyim, işlevim, potansiyelim nedir, niçin buradayım soruları sorulmaya devam eder. İşte bu durumda işinizin olması, eşinizin ve arabanızın olması ruhunuzu tatmin için yeterli gelmez.
Sanırım asıl tatmin, ruhun kendisini tanımasından, tüm korkularını dağıtmasından doğar. Yani ruhun kendine âşık olmasından, sevmesinden, kendine özen göstermesinden, bir başka deyişle kendi içinde derinleşmesinden kaynaklanır. Bu metafizik bir olay da değildir. Ruhun kendini gözetmesinden, derin bir şekilde tefekkür etmesinden, kendi üstünde felsefe yapmaktan zevk almasıyla doğabilecek bir süreçtir. Zor olan nesnel hayatı alabildiğine gailesiz hale getirme gayretini göstermek, bir bütün olarak insan yaşamını bir pratikleştirme sanatı haline getirme yöntemlerini bulmak... Bunları bir araya getirdiğinizde hem bireyin dünyasında hem toplumun dünyasında mutluluk bir yaşam felsefesi, bir siyaset felsefesi, bir toplum felsefesi, bir birey felsefesi, bir ahlak ve sanat felsefesi olarak karşımıza çıkar. İşte böyle bakıldığı zaman mutluluğun bütün bir yaşamımızda hem evrensel boyutta hem de bireysel boyutta etrafımızı kuşattığını görürüz. Zaten mutlulukla ciddi bir şekilde uğraşmamız gerektiği konusundaki düşüncelerimiz de bu yaklaşıma dayanıyor.
Kitabınızda mutluluğun dışında seçebileceğimiz bir başka amaç yoktur diyorsunuz. Fakat hayatın içinde bazı durumlarda ahlaklı veya adaletli olmak bile bizi mutsuzluğa götürebiliyor...
Ben diyorum ki insanın nihai olarak isteyebileceği şey mutluluktur. Kendi bireysel tecrübelerimiz üzerinde düşünürsek bunu görebiliriz. Yani insan mutlu olduğu zaman ötesinde başka şey istemez. Örneğin niçin para kazanmak istersiniz? Sağlıklı olmak neden önemlidir? Herhalde mutlu olmak için istersiniz. Peki, mutluluğu niçin istersiniz? Her şey mutluluk için istenir ama mutluluk ne için istenir? İnsan zihninin bu soruya bugüne kadar bulabildiği tatmin edici bir cevap yok. Ama şunu söyleyebiliriz: Mutluluk insanın elde edebileceği en son ve en olgun meyvedir.
Sorunuza dönecek olursak. Cesur olmak veya adaletli olmak tıpkı iyi olmak gibi bir bedel gerektirir. Bazen ?ben iyi bir insan olayım da mutlu olup olmamam önemli değil? dersiniz. Ama biliriz ki iyi olmak insana daima mutluluk getirmeyebilir. Adil olmak, adil davranmak, başkasına iyilik yapmak evet bunlar zaman zaman insana mutluluk getirmeyebilir. Lâkin bu erdemlerin tek başına mutluluk getirmemesi nihai amaç olarak mutluluğu elde edebilme hedefimizden bizi alıkoymaz ki. Çünkü iyilik bize mutsuzluk getirse bile biz amaca ulaştığımız zaman iyi insan olmanın gereği olarak kendimizi mutlu hissederiz. Bu açıdan diğer insanların erdemli bir davranışın yerine getirilmemesinden dolayı yaşayacağı hayal kırıklığını önlemek, bizden sonra gelenlere erdemlerin mutsuzluğa sebep olsa bile vazgeçilmez olduğunu kanıtlamak bile değersiz sonuçlar sayılmamalıdır. Hem insan onur duygusuna sahiptir. Onur ise alarak değil vererek kazanılan bir erdemdir. Öyleyse ölüm sonrası hayat için hayırlar bırakmak yani onurlu bir sicille ahiret yurduna ulaşmak mutluluğun nihai tanımı olmaz mı?
Kültürümüzde mutluluğun nasıl elde edilebileceğinden ziyade aile ortamında ve eğitimde sorumluluk duygusu üzerinde durulur. Sizce bunun mutluluğa veya mutsuzluğa katkısı nedir?
Elbette ki mutluluğun sorumlulukla doğrudan bir ilişkisi var ama burada kime karşı sorumluluk sorusunu sormak ya da sorumluluğun içeriğini doğru saptamak önemli. İnsanlar kime karşı sorumluyum sorusuna doğru cevabı bulamazlarsa çelişkiye düşerler. İnsanlar sorumluluk duygusunu acaba gelenek için geleneğe, ebeveynleri olduğu için ebeveynlerine, içinde yaşadıkları için toplumlarına, devletleri olduğu için devlete karşı mı taşıyacaklardır? Ya da sadece mutlak güç olduğu düşüncesiyle mi Allaha karşı bir sorumluluk duygusu geliştireceklerdir? Bu sorumluluğun içeriği nasıl olacaktır? Bu soruların iyi analiz edilip doğru cevapları için isteklenmedikçe, doğrudan doğruya sen şunlara karşı sorumlusun sorumluluklarını yerine getir dendiğinde özellikle gençler sadece kurallara karşı kendilerini sorumlu hissederler. Ama kuralların, yasaların ruhuna karşı kendilerini sorumlu hissetmezler.
Eğer yasalar insanları tatmin etmiyorsa; değişim dediğimiz temel yasadan dolayı kanunlar, gelenekler, kurallar gençleri mutlu etmiyorsa bu durumda gençlerin dünya görüşü, zihinsel yapısı ile kurallar arasında çatışma yaşanması doğaldır. İşte bu durumda da gençler kendi mutsuzluklarının kaynağı olarak bizzat sorumluluk duygusunu suçlayacaklardır. Ve sorumluluk duygusunun yerine haklı olarak sorumsuzluk duygusunu koyacaklardır. Çünkü gençlere kendilerini pozitif duygularla gerçekleştirmenin yollarını açmazsanız, onlar da kendilerini negatif duygularla ifade etmenin yolunu daha kolay bulurlar. Çünkü insanın doğası mutluluğa göre programlanmıştır. İnsan doğasının mutsuzluğa karşı her zaman gizli veya açık bir cevabı olacaktır. Gençler, ?biz sorumluluk duygusunu taşıyoruz, sorumluluklarımızı yerine getiriyoruz ama mutlu olmak yerine mutsuz oluyoruz? dedikleri anda kendilerine dayatılan sorumluluklara karşı savaş açacaklardır. Asıl sıkıntı burada.
Sorumluluk duygusu ile kendisine karşı sorumluluk hissettiğimiz nesnelerin, varlıkların durumu birbirinden farklıdır ve ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Eğer bunların ikisi birbirine karışırsa kapalı ve otoriter toplum dediğimiz geleneksel toplumun sorunlarıyla karşı karşıya geliriz. Bu açıdan ebeveynlerin gençlere doğru, iyi ve güzel sorumluluğu kısacası neden, niçin ve nasıl sorularına cevap verebilen bir sorumluluk bilincini öğretmeleri gerekir. Kendi bireysel bilinçlerini geliştirdikleri zaman o sorumluluk duygusuyla kime karşı ne zaman, ne kadar sorumluluk duymaları gerektiğinin yanıtını bireyler kendileri vereceklerdir. Buna göre yetersiz olan kanunlara karşı sorumluluk duygusu yine devam edecek ama o yetersiz kanunları değiştirmeye yönelik de bir bilinç oluşacak.
Günümüzde şiddet olaylarının erken yaşlara kadar inmesi ve yaygınlık kazanarak artması büyük ölçüde sözünü ettiğiniz durumdan kaynaklanıyor.
Bakın ilk etapta gençler kendilerine karşı sorumluluk hissetmiyor. Kendilerine özen gösterme konusunda sorumluluk duygusuna sahip değiller. Sorumluluk insanın önce kendisine karşı bir duyarlılık geliştirmesiyle başlar. Yani öncelikle insanın kendi varlığından sorumlu olduğunu hissetmesi gerekir. İnsan, ben kendi varlığımdan sorumluyum duygusunu taşırsa saygı o zaman kendiliğinden ortaya çıkar. Kendimden sorumluyum bilinci bireylerde oluşmaya başladığı andan itibaren birey kendi sorumluluğunu yerine getirmeye başlamış demektir. Bu bizi kendi mutluluğumdan kendim sorumluyum anlayışıyla yüzleşmeye götürür. İşte zaten bu ana problem çözüldüğü zaman insanlar kendi mutsuzlukları için başkalarını suçlamaktan vazgeçeceklerdir. Ben annemden babamdan dolayı, öğretmenimden dolayı, devletimden dolayı, ait olduğum medeniyetten dolayı mutsuzum cümlelerini kuramayacaklardır. Bir sonraki adım sorgulamadır. Zaten felsefenin de ulaşmak istediği nihai nokta budur. Yani insanın olan biteni sorgulaması, sorular sorması ve cevaplar araması? Bu anlamda sorumluluk duygusu ile mutluluk ödevi arasında doğrudan bir bağ vardır.