Japon Hocam ile Medeni bir Diyalog
Hazım Ahmed*
Onunla neredeyse ancak çeyrek yüzyıl sonra tekrar görüşebildik... İş yerinde benim şefim idi? Sanki Cenabı Hak onun dünyanın öbür ucundan, Japonya?dan buraya bizim ondan görüntülü medya tekniklerini öğrenmemiz için göndermişti? Dinlenme zamanlarında bölgede yaşanan olaylara çok fazla girmeden aramızda gayet medeni bir şekilde sıkça fikri tartışmalar yapardık. O mesleğinde olgunluk dönemini yaşarken ben, kimliği ile övünen ve İslam?ın mesajını, onu gereğince tanıyamamış kimselere tebliği etme coşkusuyla dolu bir genç idim.
Bana birçok kez Budist ayinlere ilgisiz olduğundan ve bir aralar Hıristiyanlığı denedikten sonra ikna olmayarak ondan da vazgeçtiğinden bahsetmişti. O dönemler gündemi, mutedil veya şiddet yanlısı İslamî Hareketler belirlemekteydi. Ajanslar sürekli olarak onların etki ya da tepki şeklinde gelişen haberlerini nakledip duruyordu. Şunu söyleyebilirim: Bu zat bizim meselelerimize büyük yakınlık duymaktaydı. Hatta bir gün bana: ?dininizin hak oluğuna kanat getirdim? demişti. Ama ne var ki birkaç kadeh sakiden (= pirinçten imal edilen geleneksel Japon içkisi) sonra Müslüman olma kararından vazgeçiyordu! Kendisiyle tanıştırdığım zaman Mısır?lı yazar ve düşünür Dr. Mustafa Mahmud?a ? Biz Japonların bir Yaratıcı veya Tanrıya ihtiyacı yoktur? dediğini hiç unutamam. Doktor onun bu sözlerine anında şu ayetler ile karşılık verdi: ?Gerçek şu ki, insan azar. Kendini kendine yeterli gördüğü için. Kuşkusuz dönüş Rabbinedir.? (Alak / 6-8)
ARAPLARIN HASTALIKLARI
Medya sorumlusu olarak bölgemizdeki görev süresinin sona ermesiyle aramızdaki ilişki de neredeyse tamamen koptu. Fakat ben aramızda geçen konuşma ve diyalogları hep hatırladım. Sonunda Cenabı Hak bana Japonya?yı ziyaret nasip edince kendisiyle tekrar görüşme imkânımız oldu. Bu görüşmemizde aramızda şöyle bir konuşma geçti:
Bana aradan geçen bunca seneden sonra bölgenin durumuyla ilgili önemli sorular sordu. Ben de ona şöyle cevap verdim:
Arap toplumu hasta vaziyettedir? Bu hastalık ve arıza unsurları ise sayılamayacak kadar çoktur:
Şura ve toplumsalcılığın yerini bireyselciliğin alması,
Başkalarını tercih ve tevazuunun yerini enaniyetin alması,
Küçüklerin büyüklerini sayması, büyüklerin küçüklerine merhametin yerini, büyüklere saygısızlığın alması,
Rızık için emek sarf etmenin, bunun için ter dökmenin yerini kolayından zengin olma, köşe dönmeci anlayışın alması,
Sabır gösterme, zulüm ve tuğyan ile barışçıl yollarla mücadelenin yerini, içe kapanma veya yurt dışına göçme kolaycılığının alması,İlim tahsili ve uzmanlaşmanın yerini cehalet ve yüzeyselliğin alması, Bizi biz yapan asli değerlerimize sarılmak yerine, başka uygarlıkların meftunu ve hayranı olarak onları taklit peşinde koşmamız?
Sonra şunu ilave ettim: Ben genelleştirmeci veya ümitsizlik hastalığına sahip değilim. Muhammed (sav) ümmeti içinde kıyamet gününe kadar hayır baki kalacaktır. Bu da bize ümmetimiz içinde, çağın uygarlığının getirdiği her türlü hastalıklardan salim, sağlıklı kimselerin mevcut olduklarını gösterir. Ümmet içinde her daim onu maddi ve manevi, bireysel ve sosyal hastalıklarından tedavi edip arındıracak kimseler bulunmaya devam edecektir. Ümmete karşı olan bu sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getirenlerin başında da mutedil çizgideki İslami akımlar gelir?
Evet, doğrudur yıkım rüzgârları sert esmekte, yapıcı insanların aylarca emek harcayarak yaptıklarını bazen yıkıcı müfsitler birkaç saatte yıkabilmekteler. Bununla beraber bizler bu mücadeleden hayır ehli yapıcı güçlerin zaferle çıkacaklarına inanmaktayız.
Mazi ile şimdiki zaman arasında gidip gelen konuşmalarımız esnasında, meslek üstadım beni dikkatlice dinliyordu. Sonra bana çıkışarak ? kendinizi bu kadar yerip durmayın, siz geçmiş dönemlerde yüzyıllar boyunca dünyayı idare edip, ona medeniyet öğrettiniz. Avrupa siz Müslümanlara çok şey borçlu? dedi. Ona hemen şöyle karşılık verdim: ?Bu dediğiniz bizden bazılarının sürekli terennüm edip durdukları mazide kalmış bir hadisedir. Oysa şu anki durumumuzun vahameti ortada? Değerli hocam! Japonya? ya gelmemin en önemi nedeni, sizlerin yenilginin en dip noktasından gelişme ve ilerlemenin en üst zirvelerine çıkışınızın sırların anlamaya çalışmaktır. Tabii kaynaklarınızın yetersizliğine rağmen, robot, füze, mikrocipt, bilgisayar, daha az yakıt harcayan arabalar ve daha başka sayısız ileri teknoloji ürünlerini nasıl geliştirebildiniz, az zamanda böylesini büyük bir gelişmişlik düzeyine ulaşmayı nasıl başardınız!
Oysa ki Amerikalılar sizi halk, toprak ve kültür olarak hedefleyip ülkenizi işgal etmiştir. Bugün dahi ülkenizde Okonava?da yaklaşık 40 bin kişilik bir Amerikan askeri gücü bulunmaktadır. Hatta bizzat sizin kendiniz bana geçen yüzyılın seksenli yıllarında yaşlı neslin, genç nesil Japonların Amerikanlaşmasından endişe duyduklarını aktarmış ve genç neslin?sabah uyanır uyanmaz gözlerini Amerika da olup bitenlere açtıklarını? söylemiştiniz. Aradan çok değil, birkaç on yıl geçmeden düşmanınızı sanayi ve teknik bakımdan geçerek gerilerde bıraktınız. Aynı zamanda dilinizi ve kültürünüzü korumaya özen gösteriyorsunuz. Oysaki bizim ülkelerimizde birçok kimse dilinden ve kültüründen adeta utanç duymaktadır.
Hatırlıyor musunuz beraber dönemlerde tanışıklığımızın ilk günlerinde çocuklarınızın sizlere ?baba? değil de Japonca baba anlamına gelen kelime ile seslenmelerine çok şaşırmıştım. Aynı şekilde siz hala telefonunuz çaldığı zaman bizler gibi başkalarını dilinden ithal edilen ?alo...alo?? kelimeleri ile değil de Japonca ? muşi? muşi? kelimesi ile konuşmalarınıza başlıyorsunuz.
JAPONLARIN SIRRI!
Benimle beraber ülkelerimizde ki birçok kimse de Japonların bu sırrını bilmek istiyorlar. Bizim sizden başarının ve uygarlık işgaline karşı direnme gücünün sırlarını öğrenmeye ihtiyacımız var. Biz sizi hala doğu milletleri için bir örnek olarak görüyoruz. İşgalcilerini mağlup edebilmiş ve varlığını ispatlayabilmiş bir örnek!
Sizden bana toplum hayatınızda büyük önemi bulunan bu toplumculuk anlayışından bahsetmenizi rica ediyorum. Ayrıca Japonca ? renci? dediğiniz şu danışmayı esas alan yönetim şekli yani güncel sorunların çözümünde bireysel sorumluluk anlayışından, her ferdin aldığı kararı kendi şahsi mührü ile mühürlemesi meselesinden bahsetmenizi de istirham ediyorum.
Eski üstadım ve iş arkadaşım olan zat alaycı bir gülümsemeden sonra: ?İdari meselelerle ilgili alınan karar belgelerinde, söz konusu problemi çözmek için hangi görevlinin nasıl bir karar aldığı ve onlara ait imza ve mühürlerin belgelerde büyük bir yer tuttuğunu biliyor muydun? Bu bürokrasiden başka bir şey değildir. Zira belgede şahsi mührü bulunan herkes, böylece kendisini muhtemel bir hataya sebep olma ithamından da korumuş olmaktadır.
Belgede birçok mührün bulunuyor olması kararın tek bir kişi tarafından değil birçok sorumlu tarafından alındığını gösterir. Her neyse! Aslından mühür tarihte Çinlilerin fikri veya icadıdır? dedi.
Ben hemen söze girerek: Fakat bu güzel bir bürokrasi, bir sorunun birçok kişiden oluşan ortak akıl tarafından çözümü, hata ihtimalini azalttır. Yoksa bu mührün tarihte ilk kez Çinliler veya Hintler tarafından kullanmış olmasının ne önemi var! Önemli olan kararların katılım yöntemiyle alınıyor olmasıdır.
Üstad bir süre susup düşündükten sonra sözlerine şöyle devam etti: Katılım ve istişare konusuyla ilgili şunu söyleyebilirim. Japonya da her bir fert kendisini ilgilendirin ve çevresinde olup biten her şeyle ilgili yüksek bir sorumluluk duygusu taşır. Eş, işçi, yönetici? Bunlar görevlerini en iyi şekilde yerine getirmek konusunda başkalarının denetimine ihtiyaç duymazlar. Herkes içinde taşıdığı bireysel sorumluluk duygusu ile hareket ederek işini en iyi şekilde yapmaya çalışır. Bu duygu onu işini savsaklamaktan alıkoyar. Hatta bu duygu Japon milletinin vicdanında o kadar güçlü bir karakter yapısına dönüşmüştür ki, topluma yönelik sorumluluğunu yerine getiremeyen veya bu konuda kusurlu olan bir kimsenin, suçluluk duygusu ile harakiri yaparak canına kıyması olağan hadiselerdendir. Bana göre Japonların sırrı budur! Ya da şöyle diyebiliriz: Bu husus, sizin veya başka yabancıların da görüp izlediğiniz diğer faktörlerle beraber Japon mucizesinin en önemli faktörlerinden biridir.
Üstada şöyle karşılık verdim: Oysa bizim ülkelerimizde insanlar aile reisinden tutun da en üst basamaktaki yöneticiye kadar ya kendisini kimselere danışma gereği duymayan dahiler olarak görmektedirler. Veya hatalarını itiraf cesaretinden yoksun kimseler olarak, insanları, üzerlerine hatalarını asabileceği birer askı gibi kullanmaya çalışan, kişisel sorumluluk kabiliyetinden yoksun kimselerdir.
Evet, bizim medeniyetimizin kaybettiğimiz asli unsuru onlara intikal etmiş! Bu konuşmadan sonra aramızda bir kısa bir süre sessizlik yaşandı. Bu sessizlik anlarında zihnimden, dinimizin ve medeniyetimizin temel bir unsurunu yitirdiğimizi düşüncesi geçti. Dinimiz bize cemaat olmayı ve şurayı tavsiye ederken biz ne haldeydik! ?Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında şura iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.? (Şura, 38)
Kendi kendime kişinin kendi nefsini hesaba çekmesi ve topluma karşı mesuliyet bilinci Hz. Peygamberin (sav) de emrettiği bir toplumsal vecibe değil midir? diye sordum.
?Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz.? Gemi hadisi kişilerin toplumsal sorumluluklarının nebevi bir tasviri değil midir? Mustafa (sav) hadisinde şöyle buyuruyor:
?Allah?ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur?a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:
Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz, dediler.
Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.? (Buharî)
Rabbimiz birbirlerini kötülüklerden alıkoymayan Yahudileri kınamıyor mu:
?İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!? (Maide / 78-79).
Bu ayet ve sahih hadisler fertlerin sosyal ve toplumsal sorumluluklarına işaret etmiyor mu?
Hz. Peygamber?in toplumu ilgilendiren her hususta sahabeye danışması, onların görüş ve düşüncelerini alması bizim için bir şeyler ifade etmiyor mu? Son olarak ?ehli hal vel akd? meclisi, İslam?da toplumun meselelerini çözmede akıl ve uzmanlık sahibi kimselerin görüşlerine başvurma müessesi, bir danışma meclisi değil midi? İslam tarihinde bunun güzel uygulamaları yok mudur?
Bu Japonların karar sürecine şahsi mühürleri ile iştirak etmelerine benzer bir sistem değil midir?
Vah bize ne kadar da gafilmişiz! Denenmiş ve güzel sonuçları alınmış hakikat avuçlarımızın içinde dururken bizler Doğu da Batı da gelişmişliğin sırrını arıyoruz. Acaba bazı soydaşlarımız Rabbani Medeniyetimizin Değerleri hususunda bizi niçin sürekli olarak şüpheye düşürmeye çalışıyorlar? Batı meftunu entelektüellerimiz niçin sürekli olarak hep kültürel mazimizdeki en kötü şeyleri, cahiliye kalıntısı çirkin adetleri ve istisna kabilinden yanlışlıkları örnek getirerek, bunları İslam?a mal etmeye çalışıyorlar?
Siyaset, yönetim ve günlük yaşantımızda enaniyet ve bireyselciliğin yüceltilmesinden birinci derecede kazançlı çıkan kimdir acaba?
Fikir yürütme ile geçen bu kısa sürede benim için Japonya ve Japonların ilerlemelerinin sırrı tüm açıklığıyla vuzuha kavuşmuş oldu. Onların yaptığı, bizim İslam medeniyetimizin değerlerini çağa aktarmaktan başka bir şey değildi. Toplumun maddi ve manevi yükselişi için gerekli olan tüm unsurlar bizim Rabbanî İslamî değerlerimizin içinde üstü örtülmüş bir hazine halinde saklıdır!
Bizim sorunumuz, Allah ve Resulü? nün gösterdiği yoldan değil; İslam ile ve İslam?ı yaşamaya çalışanlarla savaşan zalimlerin yolunda yürümemizdir.
Bu arada konuşmamızın seyri onu kişisel davete doğru gelişti.
GELECEĞİMİZ ÖLÜMDEN SONRADIR!
Altmış iki yaşını aşmış ve basın yayın mesleğini terk ederek başkent Tokyo?da ki bir sanat müzesinde çalışmaya başlamış bulunan bu eski hocama hitaben: Hani bir aralar bana kendini Müslüman olarak hissettiğini, bu kâinatın büyük bir Yaratıcısı olduğuna ve ahirette buluşacağımıza inandığını söylemiştin; bunları hatırladın mı diye sordum. Artık ikimiz de yaşımız geçtikçe ölüme daha da yaklaşıyoruz. Bu dünyada yaşadığımız zamana göre daha az günlerimizin kaldığı kesin, artık ikimizin de kendi kendimize hazır olup olmadığımızı sormamız gerekmez mi? diye ilave ettim.
Bana şöyle cevap verdi: Evet tüm bunları gayet iyi hatırlıyorum ve aynı duyguları şimdi de hissediyorum. Fakat benim şunla sorunum var, dedi ve elindeki saki kadehini gösterdi. Sonra özel hayatından bahsederek, bir aralar mide kanserine yakalandığını ve tedavi görerek iyileştiğini, ancak yakınlarının ilgisizliklerinde muzdarip olduğundan söz etti. Anlaşıldığı kadarıyla kendini çok yalnız hissediyordu!
Ben ona: Senin içki içen günâhkar bir Müslüman olman, hiç Müslüman olmamandan daha iyidir. İnşallah belki ileride içkiyi terk edeceğin günler de gelecektir, dedim. Bundan biraz etkilenir gibi oldu ve şöyle dedi: Evet, daha önce bir anda sigarayı bırakmaya karar verdim ve bunu başardım. Sigara paketini eşime verdiğim o günden beri hiç sigara içmedim.
Bana güçlü bir iradeye sahip olduğunu ifade etmek istedi, ben de bundan dolayı onu tebrik ettim.
Sonra, ölümden sonrasını beraberce düşünmeye ne dersin? diye sordum. Müsait olduğunu söyleyince şöyle dedim: Bizler bir kapı veya geçiş noktasından geçeceğiz, burada bizden kimliğimizi ibraz edecek ve dünyadaki davranışlarımızı içerecek bir yolculuk belgesi isteyecekler?
Senin şu güne kadar geçirdiğin yaşamın boyunca birçok iyilikler yaptığına ben tanıklık ederim. Seni tanıyan herkes öğrenci ve arkadaşlarına ne denli çok yardımcı olduğundan bahsetmektedir. Bizimle çalıştığın yıllar boyunca bizlerin mesleği öğrenmemiz için elinden geleni yaptın. Şahsen ben sizin hem meslek bilginizden ve hem de kişiliğinizden çok etkilendim.
Sizi ülkemizde Müslümanların arasında misafir etmek isterim. Buluşur ve gerçek geleceği beraber planlarız.
Bana davetimi kabul ettiğini ve yakın bir zaman içinde bizleri ziyaret edeceğini söyledi. Ayrıca şunu da ilave etti: Öyle hissediyorum ki seni buraya en uygun bir zamanda sanki Allah getirdi. Sonra en kısa zamanda görüşmek üzere vedalaşıp ayrıldık. Şimdi buluşacağımız günü bekliyorum!
*Kuveytli yazar.
Bu Makale Oktay Yılmaz tarafından TİMETURK için tercüme edilmiştir.