İsmihan Şimşek'in röportajı...
Önemli bir medya kuruluşunun başında bulunuyorsunuz. Medyayı toplumun hassasiyetlerini önemseme, toplumu temsil etme noktasında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medya ile toplum arasında yansımadan çok, bir uyumsuzluk söz konusu. Düşünce olarak da öyle yaşayış olarak da? Maalesef toplumun aynası ya da öncüsü olmak gibi bir özellik genel medyada gözükmüyor. Ama bu eskiden beri böyle. Üzücü olan örtüşmeden daha çok çatışmanın olması. Medya toplumun genetik, kültürel yapısıyla çatışıyor. Parça parça düşünecek olursak da, halka daha yakın olan veya daha uzak olan medya kuruluşları var. Burada şunu ayırmak lazım; belli düşünceleri temsil eden, ideolojik tercihleri olan medya birimleri var. Onların toplumun tamamını temsil etmek gibi bir derdi zaten yok. Esas problem kitle gazetesi, kitle tv?si iddiasında olan medya kuruluşlarında. Eğer kendilerini böyle tanımlıyorlarsa, o zaman toplumun genel hassasiyetlerini göz önüne almak durumundalar. Bu iddia karşısında mesela Milliyet?ten, Hürriyet?ten, Sabah?tan bu beklenir. Hassasiyetleri önemsemedikleri kadar da marjinalleşirler?
Peki sizin idealize ettiğiniz, toplum-medya ilişkisi nasıl olmalı? Bütün toplumu kuşatabilmek nasıl bir yapıyla mümkün olur?
Eğer baştan belli bir kitleye hitap etmek için ortaya çıkılıyorsa, bu önemli değil. Ben bunun da bir zenginlik olduğunu düşünüyorum, bu ille de kötü bir şey demek değildir. Fakat diğerlerinin halkla barışık olması lazım. Bunun asgarisi halkla çatışmamaktır, daha ilerisi de halkla bütünleşmek? Türk halkının büyük bir çoğunluğu muhafazakar, milliyetçi, özgürlükçü ama milli ve manevi değerlere saygılı insanlardan oluşuyor. Her seçimin %70 ya da 80?i sağ çatı altında toplanıyor? Halkın %80 i kendisini sağ çatısı altında tanımlarken, medyanın %80?i kendisini sol çatı altında tanımlıyorsa, çatışma kaçınılmazdır.
Bahsettiğiniz, medyanın esneklikleri ile ilgili bir durum. Fakat bir noktada ilkeler devreye girmeli. Medyanın esneklikleri ve ilkeleri neler olmalıdır?
Gazeteciliğin çok evrensel ilkeleri var tabii ki. Değişken ve yorumlanabilir ilkeler bunlar. Buna rağmen asgari uyulması gereken ilkeler de var. Bunlardan bir tanesi, çok fazla dilimize doladığımız için artık kıymeti kalmayan; objektiflik? Bunu yanlış tercüme edip, tarafsızlık diyorlar. Taraf olmak başkadır, objektif olmak başka. Hem taraf olup, hem de objektif olabilirsiniz.
Türkiye?de en çok ihmal edilen ilkelerden biri de, haber ve yorumun ayrımı. Haber verirken tabiî ki taraf oluyorsunuz. Bir haberi birinci sayfadan vermekle, onuncu sayfadan vermek sizi bir taraf yapıyor. Tamamen tarafsızlık mümkün değil. Bugün çete haberleriyle ilgili gökten yağar gibi haber yağıyor gazetelere. Fakat kitle gazetesi olduğunu iddia eden bazı gazeteler, resmen böyle bir şey yokmuş gibi davranıyor. Sanki Ergenekon gibi bir çete ortaya çıkarılmamış, sanki o çetenin ucu hiçbir yerlere dokunmuyor. Ben görmediğim zaman bu buharlaşmıyor. Ama bazıları bunu gazetecilik teknikleriyle karartabiliyor.
Medya kuruluşları kendi gündemlerini oluşturdukları sürece mi güçlü, yoksa var olan gündemi iyi yorumlayabildikleri sürece mi?
Gazeteciliğin çok önemli şeyleri değişti, değişiyor, değişecek... Eskiden, ?ne oldu?? bilgisine en çabuk ulaşan gazete en iyi gazeteydi. Bugün bilginin kaynakları çoğaldı. Tv, internet vs.nin yanı sıra, mesela; bir vatandaş bir kazayı cep telefonuyla çekip bir sitede yayınlıyor ve onu haber bültenlerine satabiliyor. Bu geldiğimiz nokta Avrupa ve Amerika?da çok tartışılmış bir konu. ?Gazeteler ne verecek?? Çünkü televizyon, gazeteleri bitiriyor. Gazete saat 20:00?da ilk baskıya girdiğinde, gece boyunca neler olacağını bilmiyor. Hatta siz geceyi yaşarken, dünyanın bir diğer tarafı gündüzü yaşıyor ve olaylar akmaya devam ediyor. Gazetenin basıldığı saatte dünya yeniden kuruluyor.
Bu tartışmalarda, ?tv?ler olayları oturma odalarına kadar taşıdığına göre, gazeteler ya bitecek, ya da kendilerine yeni bir alan açacak.? deniliyor. Açılan alan da şu oluyor; artık gazeteler ne olduğunu veren iletişim araçları değil, niçin olduğunu veren iletişim araçlarıdır. Buna son 5 yılda yeni bir şey daha eklendi. Ne olduğunu verecek, niçin olduğunu verecek, derinlikli bilgi ve analizlerle bunun istikbalde toplumu ne kadar etkileyeceğini de verecek. Gazetelerin daha derinlikli, tefekküre dayalı bir yayın organı olması gerekiyor. Tabi ki bir medya kuruluşu ?ben eğlendirmek için varım? diyorsa, o başka bir kimlik kabul ediyor. Bilgilendirmek isteyen de başka bir kimlik. Hepsinin de talibi var. Ama şöyle bir şey yok, ?ben hem eğlendiririm, hem bilgilendiririm, hepsi bende var. Ben hem ciddiyim, hem sulu yayın yaparım.? Bunların hepsinin aynı sayfada, aynı yayında olması mümkün değil. Bu tam bir kimlik bunalımıdır.
Türkiye?de sürekli yaşandığı söylenen bir sistem sorunu var. Sizce bu sorun sistemin bizatihi kendisinden mi yoksa sorumluların üzerine düşeni yap-a-mamasından mı kaynaklanıyor?
Aslında sistemin kendisi de sorunlu. Dünyada sorunsuz ülke yok. Olayın birçok boyutu var. İnsanlık zor bir dönemden geçiyor ve sistemlerde tıkanıyor. 19. asrın sonunda başlayan şiddetli bir rüzgar var. Pozitivizmin önemli bir mesafe alması, materyalizmin tüm dünyayı kuşatacak noktaya gelmesi, ardından elde edilen ulus devlet yapılanması içerisinde bunun entegrasyonu ve bu arada metafizik şeylerden kaçış? Bütün bu söylemler aslında bir yönüyle çöktü.
İnsanlar yalnızlaştıkça daha büyük bunalımlara girdi. Toplumları çok yakın zamana kadar ideolojilerin kamplaşmaları dik ve dinamik tutuyordu. O kamplaşmalardan doğan tehlikeler sonucunda insanlar kendilerinde sorumluluk hissediyordu. İdeolojiler çökünce uğrunda yaşanacak şeyler kalmadı. İçinde bulunduğumuz büyük boşluk insanları dine yöneltti. Bunun üzerine eklenen medeniyetler ve dinler çatışmasını, aslında toplumların yeniden kamplaşarak hayata anlam kazandırma gayreti diye düşünüyorum. Bunları hayattan çektiğinizde hayatın bir anlamı kalmıyor.
Biz konfora ulaştığımızda, uzaya seyahat ettiğimizde mutlu olacağımızı sandık. Tamam da, insanın bir uzaya yaptığı seyahat var, bir de kalbinin derinliklerine yaptığı seyahat var. Maalesef sosyologlar, psikologlar tehlikeyi erken hissedemedi. Bu boşluğu batıda, özellikle 11 Eylül sonrasında, İslam düşmanlığıyla, başka dünyalar da başka gerilimlerle doldurmaya çalışıyorlar. Bugünse bizim için sıkıntı şudur; bir imparatorluktan, bir ulus devlete, sonra oradan demokrasiye geçerken, bir önceki söylemlerde elde edilen kazanımların elden gittiği düşünülüyor. Dolayısıyla kimisi dinci, kimisi ırkçı, kimisi aşırı liberal v.s. diyerek yeni elde ettiği kazanımları korumaya çalışıyor.
Sistemdeki tıkanıklıkları giderme noktasında aydınlarımız ne yapıyor? Aydınlarımızın siyasetle, komplo teorileri ve kulislerle fazlaca içli dışlı olmaları bir gereklilik mi yoksa toplumdan kaçış mı?
Aydın dediğimiz zümrenin önce evveline bakmamız lazım. Aydın Türkiye?de genellikle elit, okumuş insandır. Batıdaki aydın ise daha halk arasından çıkma, daha özgürlükçü, daha sisteme kafa tutan ve daha halktan yana? Türkiye?de böyle bir aydın tipi yok. Bizde aydın, Tanzimat?tan beri devletin himayesi altında büyütülen okumuş kesimdir. Daha baştan halktan kendisini üstün görür haldeydiler. Ama bugünkü kadar hoyrat ve pervasız değildiler.
Şimdi yeni yeni halkın içinden çıkan, seçkin bir zümreden gelmeyen, 1980?li yıllarda Turgut Özal?dan sonra başlayan Anadolu?nun yükselişiyle beraber, başka bir aydın tipi ortaya çıkmaya başlıyor. Belki bu, meseleyi biraz daha dengeleyecek bir faktördür. Yoksa daha da ileri gidecek olursak Türkiye?de bir ulema var ve ulema batıdaki aydınla aynı anlama gelmiyor. İlmiyle amel eden, doğruyu çekinmeden söyleyen, siyasete fazla bulaşmayan insan tipidir o. Siyasetin içinde olup, halkın önünde gözüküp, sistemle bazı şeyleri konuşabilen aydın tipi ne Tanzimat?ta vardı, ne de ondan sonraki dönemde. Daha sonra halkın arasından çıkanlar oldu, onlar da sistem tarafından kuşatıldı, susturuldu.
Yaşanan olumsuzluklar karşısında ilk sığındığımız şey de çeşitli mazeret ve alışkanlıklarımız oluyor. 'Biz şu şu sorunları çözecektik, fakat görüyorsunuz ki birileri buna müsaade etmiyor.' Sorunları çözememek bir mazeret olabilir mi?
Genelde aydın kimyası, modern Türkiye düşünce tarihinde sistemden beslenen bir zümreyi çağrıştırır ama buna rağmen sırtını devlete dayamayan ve bunun da diyetini ödeyen insanlar sağda da çıktı, solda da? Genellikle de sağda çıktı. Sol bunu yapıyor ama mesela en çok kahramanlaştırılan Nazım Hikmet?tir, o da aslında yüksek zümre diyebileceğim bir yerden geliyor. Bugün de o damar zenginleşerek devam ediyor. Ama acı bir gerçek var ki, bizde aydın hala sistemden korkan insandır. Boşuna da değildir bu korku. Son 10 yılda öldürülen insanların ve öldürenin kimliği hakkında soru işaretlerinin hatırlanması, olayın sadece bir cephesini gösterir.
Son zamanlarda Ak Parti?nin kapatılmasıyla beraber, demokrasiye olan inancın halk nezdinde zedeleneceği söyleniyor. Bundan sonra Türk halkının demokrasi anlayışı nasıl şekillenir sizce?
Halk bir çözüm bulur ama sistem çözüm bulamaz. Halk göründüğünden daha akıllı ve bilgilidir. Hatta Türk halkının sezgisi bilgisinden çok ileridir. O sezgiye ister ?feraset? deyin, ister ?siyaset? deyin, ne derseniz deyin ama Türk halkının inanılmaz bir sezgisel gücü var. Çok şaşaalı lafları bir kenara atıp, çok kırık dökük cümlelere ?bu çok iyi şeyler söylüyor? da diyebilir.
Şu ana kadar yapılmış seçimlere bir bakın, hiçbirinde halkın yanlış karar verdiğini söyleyemezsiniz. O gün ne gerekiyorsa onu yapmıştır. ?Bu halk beni anlamadı? diye başlıyor siyasetçiler? Halbuki halk herkesi gayet iyi anlıyor. Düşünebiliyor musunuz, Türk siyaset tarihinin en devrimci partilerinden biri olan ANAP?ı sildi attı Türk halkı. Ak Parti?nin kapatılması meselesi de aslında milletin cezalandırılması gibi bir şey. Halk bunu böyle algılar. Tayyib Erdoğan?ı hapsettiler, halk bunu içine sindiremedi. Şimdi bakıyorum iddianamede yer alan şeylere, neymiş ?laikliğin tanımı yeniden yapılmalı? demiş. Bunda ne var, bunu bizde yazıyoruz. ?Çocuklar Tommiks, Teksas okuyunca bir şey demiyorsunuz, Kur?an okuyunca bir şey diyorsunuz.? Ne var yani şimdi bunda?
Başörtüsüyle ilgili bu parti ne dediyse, MHP?de aynı şeyi demiştir. Yani bunun sonu yok. Tayyib Erdoğan?ı yasaklamaya giderlerse uluslararası bir özgürlük figürü ortaya çıkar. Ha bu figürü hak eder ya da etmez, o bambaşka bir konu. Ama siz 5 yıldır ülkeyi yöneten ve bu konuda yurtdışında hiçbir soru işaretine sebebiyet vermeyen bir kadroyu, siyaset dışı bir araçla yasaklamaya kalkarsanız, uluslararası bir özgürlük fenomeni oluşturursunuz. Şimdi birde şöyle bir racon gelişti bazı yazarlarda; ?Mağduru oynama!? Mağduriyet, mahrumiyetten geliyorsa, kamu vicdanında yer eder.
Türkiye çok yoğun bir gündemin içinden geçiyor. Terör, temel hak ve özgürlükler, kapatılma davası vs. Bu keşmekeşin içinden nasıl çıkabiliriz?
Toplum bir değişim yaşıyor. Daha liberal, daha özgürlükçü, daha çok sorgulayan bir toplum haline geldi. Ama sistem o hale gelemedi. Sistem hala, ta Balkan harplerinde yaşadığımız iç güvenlik travmasını yaşıyor; ?Parçalanacağız, bölüneceğiz? diyerek. Kendi vatandaşından korkan, vatandaşını yaftalayan sistemin özü, korkuya dayalıdır? Toplum da artık ?ben eski ben değilim? diyor.
Sosyal değişim, sistemleri zorlar. Sistemler toplumdaki o dinamizme göre kendilerine şekil verirler. Statükonun belirlediği zümreler bundan rahatsız olur. O zaman iki yol vardır: ya ekonomik kriz çıkaracaksınız, ya da anarşizm. Ekonomik kriz ya da güvenlik krizi yoksa bir ülkede kolay kolay olağanüstü hal ilan edilemez. 12 Eylül?ün mimarlarından biri; ?Daha önce müdahale edebilirdik ama şartlar hazır değildi? diyor. Demek ki günde 30 insan ölmeden önce de müdahale edilebilirdi. Ama ben karamsar değilim bundan sonrası için. Çünkü toplum geldiği yerden geriye gitmez. İnsanlar artık bu saatten sonra ne esir olmak ister ne de ecir?
Kaynak: Tohum dergisi