Haber Merkezi / TİMETURK
Hukuk ve dini konularda çalışmalar yapan Harvard hukuk profesörü Noah Feldman, Irak?ın anayasasının hazırlanmasında, Amerikan hükümetin de desteğiyle, önemli bir rol oynadı. New York Times?a yazdığı kışkırtıcı makalelerde Feldman, modern laiklik kavramlarını eleştirdi ve şeriat dâhil dini kanunlara daha önemli rol verilmesinin de sözcülüğünü yaptı. Harpers Magazine?den Scott Horton, ?İslam Devleti?nin Düşüşü ve Yükselişi? adlı yeni kitabının ışığında yazarla 6 soruluk bir söyleşi gerçekleştirdi.
?Müslüman bir lider, ulemanın tefsir ettiği prensipler ve şeriat kuralları yoluyla ifade edilen Allah?ın kanuna göre idare eder. Yasanın emrettiği gibi yönetmesi ve yasaklananı yasaklaması yoluyla ifa edilen bu görev, idarecinin idaresini meşru ve adil kılar? diyorsunuz. Bu bölümü okurken, bu kavramın Ortaçağ?dan bu yana süren ve hatta 19. yüzyıl Aydınlanma dönemindeki karşıt-akımlara dahi sirayet eden Avrupa?daki Hıristiyan idareci algılamasıyla yapısal olarak nasıl karşılaştırılabileceğini merak ettim. Buna katılıyor musunuz? Eğer böyleyse İslam dünyasındaki gelişen politik düşünce 19. yüzyıldan sonra nasıl farklı bir rota izleyebildi?
Avrupa?da her zaman kanunun üzerinde olan ve kendi isteğiyle kanuna tabi olan bir prensin olduğu Roma düşüncesi (legibus solutus) yer alır. Müslüman dünyada, buna karşıt olarak, günümüz anayasal idaresine daha yakın olarak yönetici her zaman kanuna tabiidir. 19. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu?nun Batı sınırlarında başlayan reformlar birçok Ortadoğu ülkesinde kanunun üzerinde başat yöneticilerin ortaya çıkmasına neden oldu.
16. yüzyıl İstanbul?unda geçen ?Benim Adım Kırmızı? adlı romanında Orhan Pamuk, İslam hukuk sistemindeki belirsizliğin çok canlı bir örneğini verir. Bizim vasiyetsiz miras davası olarak adlandıracağımız bu örnekte, birbiriyle rekabet eden çıkar gruplarının kendi hüküm ve yargıları için nasıl dolaplar çevirdiğini görürüz. Onun hikâyesi, İstanbul?un yargıya yakın imtiyazlı çevrelerinde geçer. Pamuk sorunu adalete ulaşamamakla değil hatta beklenmedik ve tutarsız sonuçlar veren fazla erişimle analiz eder. Fakat belirsizlik sorunu kitapta çok fazla incelenmemiş. Sizce klasik İslami hukuk modelinde bu temel problemlerden biri değil midir?
Pamuk?un o romanına bayılıyorum. Evet, İslami hukuk teorisi Tanrı?nın kanunun yorumlanmasını içerdiği için bir miktar belirsizlik (Meslektaşım Baber Johansen ?ilahi kanundaki durumsallık? diyor) taşır. Yorumlamaya dayanan yasal sistemlerde belirsizlik kaçınılmaz bir durumdur. Ortak yasamızda ve Amerika?nın anayasasında olduğu gibi bu, esneklik ve yeni şartlara ayak uydurmak için ödediğimiz bir bedeldir. Osmanlı reformcuları, hukuki prensipleri yasalara dönüştürmeye çalıştıklarında, yöneticileri sınırlarına karşı sorumlu olmalarını sağlayan ulemanın gücünü de azaltmış oldular. Yani kesinlik ve açıklık ifade eden yasaların da ciddi riskleri olabiliyor.
Şeriat kurallarının ya da seçilmiş yasamanın (meclisin) onaylamadığı yönetim erkinin 20. yüzyıl Sünni Müslüman dünyasının baskın paradigması haline geldiğini iddia ediyorsunuz. Buna bir yere kadar katılıyorum fakat bu düşünce İslamcıların eleştirisini yok sayıyor. Bu hükümetler ekserisi, 50?lerdeki ilk emperyalistlerden ve ardından gelen çift kutuplu dünyada oluşan hegemonyacı Avrupalı güçler tarafından zayıflatılıyor ve yozlaştırılıyor. Bu ülkelerdeki gayrimeşrulaştırmanın nedeni gerçek yasamanın ya da ulema işbirliğinin olmamasından daha çok laik yabancı güçlerin kirli oyunları değil midir?
Her ikisi de derdim. Yabancı sermayeye bağımlılığı, ister petrol karşılığı ya da ılımlı dış politika için olsun, hükümeti vatandaşlarına karşı kesinlikle duyarsızlaştırır, bunun bedelini de meşruiyetini kaybederek öder. Hükümetlerin duyarsız olmalarına rağmen paçalarını kurtarmalarının nedeninin bir parçası, temelde toplumda geleneksel olarak onları eleştiren (sessiz olsa da) ve hesap soran gücün ilgisizliğe varacak kadar zayıflatılmasıdır. Yani her iki gayrimeşruluk bir arada çalışır.
Kitabın son bölümü ?Yeni İslam Devleti?nin Yükselişi? başlığını taşıyor. Fakat ben bu yükselen devleti haritada bulmak için zorlandım. ?Yeni İslam Devleti?nin İran?la eşleştirmediğinizi (her ne kadar o modeli inceleseniz de) açık şekilde belirtiyorsunuz. Yine de ?Yeni İslam devleti? olmadığına göre, burada bir düşünce dışında yükselen nedir?
Irak ve Afganistan?ın yeni anayasaları, Amerikan işgali altında hazırlanmış olsalar da, ikisi de İslam?ı resmi din ve kanun kaynağı olarak şeriatı kabul eder. Birçok açıkları olsa da, bu ikisi, Müslüman dünyada göreceli olarak özgür bir ortamda hazırlanmış anayasalardır. (Müşerref?in Pakistan?daki tek taraflı değişikliklerini saymıyorum.) Bu, ?Eğer Müslümanların çoğunluk olduğu diğer ülkeler kendi yasalarını kendi istekleri doğrultusunda hazırlasalardı ne olurdu?? sorusunu gündeme getiriyor.
İslam devletini bir fikir olarak alsak bile; tutarlı, planlanabilir ve gerçekleştirilebilir midir? Kitabı açtığımda bu devletin taslağını bulacağımı düşünmüştüm. Tabii ki, İran?da bir İslam Cumhuriyeti kavramı bulunduğunu söyleyebiliriz. Hizb?ut-Tahrir gibi gruplar yeni bir İslam devletinin planlanabilir ana hatlarını öneriyorlar, fakat bu grupların anlamlı bir etkilerinin olabileceğini söylemek çok zor. Diğer radikal gruplar bu ibareyi slogan olarak kullanıyor. Sloganlar olmadan bir devlet kurulabilir mi?
Devlet kurmak, var olan en zor görevlerden biridir ve sloganlar bunu gerçekleştiremez. Gücü ele geçirmek için demokratik araçları kucaklayan İslamcı ana akımlar nasıl yönetecekleri konusunda güdük kalmışlardır. Irak?ta bunu yapmanın bir yolunun ana hatlarını görebilirsiniz: Şii imamlar, başka işlerde çalışıyor ve genellikle bir ofisleri yok fakat meclisten geçen kanunların üzerinde etkililer. İslamcılar kanunun erkinin sağlayabilecek etkin kurumları yapılandırmanın sıkıntılarıyla karşı karşıyalar, fakat denemek için şansları oluncaya dek geniş tabanlı destek almaya devam edecekler. Başaramazlarsa, destek sona erecek.
?New York Times Dergisi?nde 16 Mart?tan itibaren kitaptan alıntılandığı anlaşılan kışkırtıcı makaleler yazdınız. Canterbury (İngiltere?de bir şehir) Başpiskoposu?nun yakın zamanda Yahudi ve Şeriat kanunlarının gönüllü aile ve hakem mahkemelerinde uygulanmasını isteyen önerisini kaynak göstererek, ?milyonlarca Müslüman?ın şeriatı kanunun uygulanması olarak düşündüğünü? argümanını öne sürdünüz. Tabii ki, başpiskoposun önerisi oldukça ılımlıydı, uyuşmazlık çözümleri için seçime bağlı bir alternatife izin verirken. Fakat şeriatı kanunun uygulanması olarak kabul etmedeki temel sorunun şeriatın ne olduğu konsensüsü değil midir? Sizce 1,2 milyar Müslüman?ın bir Amerika hukuk profesörünün ya da herhangi başka birinin onun olduğunu söylediği şeyi kabul etmesi uzak bir ihtimal değil midir?
Başpiskoposa verilen reaksiyonu, Batı dünyasının algıladığı şeriatla Müslüman dünyanın inandığı arasındaki büyük uçurumu göstermek için kullandım. Muhakkak 1,2 milyarlık Müslümanlar arasında diğer her şeyde olduğu gibi bu soruyla ilgili de çok farklı görüş var. Müslüman dünyadaki hiç kimseye inançların öğretileriyle ilgili ne düşüneceklerini öğretecek değilim. Amacım bu ülkelerde neden şeriat fikrinin bu kadar çok destek bulduğunun açıklanmasına ve geçmiş/gelecek İslami hükümetlerin bu tartışmayı nasıl aydınlatılmasına yardımcı olmak.
İLGİLİ HABER İÇİN TIKLAYIN
ABD?li yazardan hilafet müjdesi!