CHP Genel Başkanı Deniz Baykal?ın beyanları
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, başörtüsünün dindeki yeri hakkında din bilginlerine atıfla, TBMM?de partisinin 5 Şubat 2008 tarihli grup toplantısında şunları söylemiştir : (EK ? 6)
?İslamiyet?te bir ?Himar? diye bir örtü kavramı geçer, himar, çoğulu humur, bu örtü müdür, başörtüsü müdür tartışması vardır. Genellikle fıkıhçılar, bunun başörtüsü olarak anlaşılması gerektiğinde ittifak etmişlerdir, ama bunun bir örtü olarak anlaşılması gerektiğini söyleyen din bilim adamları da elbette vardır. Efendim, örtülmesi söz konusu olan ziynetlerden kasıt nedir; süs eşyaları mıdır, yoksa vücut mudur? Bu tartışma da yapılmıştır. Bunun çoğunlukla vücut olduğu da tespit edilmiştir.
Ortak bir anlayış bu konuda ortaya çıkmıştır ve yine bir önemli tartışma, başın örtülmesi ile ilgili eğer kastedilen himar başörtüsü ise, örtü değil, başörtüsü ise işte kastedilen başın örtülmesi ise, peki, başın bir tek saçının telinin gözükmesi de günah mıdır? Bir tek telin, bir tek saç tutamının gözükmesi de engellenmeli midir, bu konuda yine kendi aralarında bilim adamlarının tarih boyunca konuşulmuştur. Hiç görünmesin diyenler de vardır, buna karşılık bazı fıkıhçılar, Hanefi fıkıhçılar, ?Kulakların altındaki saçların gözükebileceğini? söylemişlerdir. Yani hayatın içinde kadınların yüzün altındaki saçları gösterebileceğini ifade etmişlerdir.
Yine namazda örtünme tartışması vardır. Namazda örtünmeyle ilgili olarak ibadetin geçerli olabilmesi için örtünmenin şart olduğu elbette bir temel anlayıştır, ama mesela namazda örtünme konusunda dahi çok önemli din bilginlerinin, mesela Ebu Hanefi?nin, Hanefi mezhebinin büyük ismi Ebu Hanefi?nin, namazda dahi kadının saçının dörtte birinin görünmesinin namazı bozmayacağına dair değerlendirmeleri vardır.
Kuran?ı Kerim?i öyle yorumlamıştır, böyle anlamıştır.
Yine aynı şekilde, Ebu Yusuf?un, Hanefi fıkıhçılardan ?yarısına kadarının gözükmesinin namazı bozmayacağına? ilişkin değerlendirmeleri vardır.
Bütün bunları niye söylüyorum? Bütün bunları şunun için söylüyorum: Yani İslam teolojisi içinde, İslam fıkıhı içinde bir tek saç telinin dahi gözükmesi kabul edilemez anlayışını söyleyenler olduğu gibi, olayı böyle görmeyen çok saygıdeğer, çok önemli, çok değerli İslam bilginleri de vardır.?
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal?ın dini konulardaki beyanları bununla da sınırlı değildir. Aşağıdaki örnekler de anamuhalefet liderinin yoğun olarak din, başörtüsü ve laiklik bağlamında açıklamalar yaptığını göstermektedir : (EK ?7)
'Demokrasi ve özgürlük uğruna laiklikten vazgeçeceğiz derseniz
demokrasiyi de tahrip etmiş olursunuz. Türk toplumunda İslamiyet,
laiklik ve demokrasi bir altın üçgen oluşturmuştur. Bunların tümüne aynı
zamanda sahip çıkmak zorundayız.' (Milliyet, 23.4.2008).
?Kamusal düzene dini tercihin doğal bir biçimde yansıması sorun yaratmamalıdır? Yani kimse toplumsal yaşam, kamusal yaşam içinde dini inancını saklamak, gizlemek zorunda değildir.? (31.05.2002 tarihinde, Kanal 7?de yayınlanan ?İskele Sancak? Programında yaptığı konuşmadan)
?Bazıları bu bölgede yaygın din olan İslamiyet dolayısıyla demokrasinin bu coğrafyaya uygun olmadığını söylemişlerdir. Biz bu iddiayı şiddetle reddediyoruz. Bir milyar Müslüman nüfusun inançları nedeniyle suçlanmasını kabul edemeyiz. Bu insanların ezici çoğunluğunun terörün yaygınlaşmasında hiçbir sorumluluğu yoktur. Onlar otoriter rejimlerin sorumlusu değil, kurbanlarıdır. Türkiye örneği bu iddianın geçersizliğinin kanıtıdır. Nüfusun yüzde 99?u Müslüman olan bir toplumun demokrasi içinde yaşayabileceğini biz kanıtlamış bulunuyoruz.? (29.10.2003 tarihinde Sosyalist Enternasyonal?in genel kurul toplantısında yaptığı konuşmadan).
ÇEKİL ARADAN DİN BİZİM, DEVLET BİZİM
Ayrıca, CHP?nin 26 Nisan 2008 tarihli kurultayı öncesinde hazırlanan ve reklam panolarında yer alan afişlerde Deniz Baykal?ın fotoğrafıyla birlikte verilen şu sözler de dikkat çekicidir: ?Çekil aradan. Din bizim. Devlet bizim. Millet bizim.?
Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit?in beyanları
CHP ve DSP eski Genel Başkanı ve eski Başbakanlardan Bülent Ecevit, 27 Aralık 1981 tarihli ?Başörtüsü konusu? başlıklı mektubunda şunları ifade etmiştir : (EK ? 8)
?Başörtüsü ile uğraşmanın gereksiz olduğuna inanıyorum. Gardırop Atatürkçülüğünün tipik bir örneği?Zaten ondan da dönüş yapacaklardır. Olsa olsa Atatürkçülüğün başörtüsü yasaklanarak kanıtlanamayacağı belirtilebilir? Atatürk?ün her türlü dogmacılıktan uzak bilimci yaklaşımı bırakılıyor; tüm bunların günahı başörtü yasaklamakla örtülemez.
Kaldı ki, bazılarının farkında olmadığı bir gerçek var:
Atatürk kadınların kılığına kıyafetine hiç karışmamıştır. O konuda hiç yasa çıkartmamış, herhangi bir zorlamaya da gitmemiştir. Özendirme yoluyla ve zamana, gelişmeye bırakarak bu sorunun çözümünü daha uygun bulmuştur?. Kadınlara her hakkı ve özgürlüğü tanımıştır, her olanağı sağlamıştır, ama ne giyeceklerine müdahale etmemiştir.? (Can Dündar ve Rıdvan Akar, ?Ecevit?in 12 Eylül?deki Başörtüsü Uyarısı?,
Milliyet, 24.01.2008).
ZAMAN /28 ŞUBAT 1998 ?Türban meselesi çözülecek?
MİLLİYET / 9 MART 1998 ?İsteyen başını örter?
ZAMAN / 28 MAYIS 2004 ?İmam Hatipler Türkiye için yararlı?
Eski Başbakan Mesut Yılmaz?ın Beyanları : (EK ? 9)
HÜRRİYET / 4 MART 1998
?Türban sorunu çözülmezse yönetmeliği değiştirebiliriz.?
MİLLİYET / 11 EYLÜL 1998
?Devlet dairelerinde bile hizmetlilere başörtüsü konusunda esneklik tanınabilir.?
SABAH / 16 ŞUBAT 1997
?Şeriat?a karşı yürünmez ancak saygı duyulur.?
TÜRKİYE / 18 EYLÜL 1998
?Yetki bende olsa türbanı serbest bırakırım.?
MİLLİYET / 20 MART 1997
?Din eğitiminden vazgeçemeyiz?
SABAH /26 MART 1997
?Din eğitiminden vazgeçilemez?
SABAH / 3 NİSAN 1997
?İmam Hatip liselerinin kapatılmasına müsaade etmeyiz.?
CUMHURİYET / 4 MART 1998
?türban konusunda gerekirse genelgeyi değiştiririz.?
ZAMAN /26 ŞUBAT 1998
?Devlet din eğitimini sağlamazsa boşluğu başkaları doldurur.2
CUMHURİYET /27 OCAK 1998
ANAP: Türbana destek verilecek
ZAMAN / 3 MART 1998
?Örtüye karışılmayacak?
MİLLİYET / 3 MART 1998
?İHL öğrencileri başlarını açmaya zorlanmayacak.?
MİLLİYET / 23 EYLÜL 1998
Yılmaz İmam Hatip açacak
ZAMAN /1 EYLÜL 1998
?Türbanlı kayıtta sorun olmayacak?
AKŞAM / 11 TEMMUZ 1998
?Türban çağdışı değil?
ZAMAN /27 Ekim 1998
Başörtüsü hakkı için Mesut Yılmaz Rektörleri topluyor
ZAMAN /22 Ekim 1998
Yetkim olsa çözerim
TÜRKİYE /18 MART 1998
Yetkim olsa türbanı serbest bırakırım
Eski Başbakan Tansu Çiller?in beyanları : (EK ? 10)
TÜRKİYE / 4 AĞUSTOS 1997
?Bu milletin Kur?anı ve bayrağıyla oynamayın?
MİLLİYET /7 NİSAN 1999
?Ezanın sesiyle uğraştılar. Devletin okullarını kapattılar. Kur?an kurslarıyla oynadılar. Yetmedi, başörtülü kızlarımızı üniversite kapılarında coplattılar.?
YENİ YÜZYIL / 23 EKİM 1998
?Bacılarımın başörtüsüyle uğraşmayın?
AKŞAM /01 MAYIS 1998
?Türban doğal hak?
MHP Genel Başkanı Devlet BAHÇELİ : (EK ? 11)
TÜRKİYE / 8 EYLÜL 1998
?Üniversitelerimizdeki başörtüsü dramına son verilmesini hem insan hakları hem de ülke huzuru açısından büyük önem taşımaktadır.?
HÜRRİYET / 14 /12/2007
?Üniversitede türban olmalı?
RADİKAL /12 AĞUSTOS 1999
MHP?li Şevket Bülent Yahnici: ?İHL?lere uygulanan haksızlık giderilmeli.?
Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel?in beyanları
1991 yılında yayınlanan ve Süleyman Demirel ile yapılan mülakatları bir araya getiren, ?İslam Demokrasi Laiklik? başlıklı kitapta Demirel şunları söylemiştir : (EK ? 12)
?Kişi laik olmaz ki. Devlet olur laik. Kişi ya inanç sahibi olur, ya da inançsız olur. Kişinin laikliği diye bir kavram yok.? (s.258).
?Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. Din dendiği zaman irtica anlaşılmıştır. Henüz Türkiye?de zihinler bu tartışmayı neticeye bağlamamıştır. Bana göre mesele gayet açıktır. Din ve vicdan hürriyetinin bir rahatsızlık vesilesi sayılması kadar yanlış bir şey düşünemiyorum. Mütedeyyin insanların, dindar insanların, toplumun rahat ve huzuru için bir teminat olduğu kanaatindeyim. Allah?ı bilen, Kur?an?ı bilen, Peygamberi bilen insanlardan bir kötülük gelmez.? (s.37).
?Esasen demokrasi yoksa laiklik olmayabilir. Demokrasi yoksa çağdaş toplum da olmayabilir. Binaenaleyh, demokrasi hem laikliğin, hem çağdaşlığın temel şartıdır. Gerek laikliği savunanlar, gerek çağdaşlığı savunanlar, demokrasiyi kurban ederek, demokrasiyi başka planlara atarak düşüncelerini güçlendirme gibi bir zaafa düşmemelidir.? (s.80).
?İrticanın da, laikliğin de, bunların sınırlarının da vuzuha kavuşturulması lazımdır. ?Vardır, yoktur?dan evvel, var olan nedir, olmayan nedir? ?Laiklik çiğneniyor.? Herkesin kendine göre bir laiklik anlayışı var. Bir kişi tabii olan haklarını kullanıyor veya fevkalade mantıklı şeyler söylüyor. ?Laiklik çiğneniyor? diyorsunuz. Bu kişiye göre değişiyor. Bunun da vuzuha kavuşması lazım. Bana göre, laiklik din ve vicdan hürriyetini sınırlamamalı. Din ve vicdan hürriyetini daraltamazsınız. ?Laiklik çiğneniyor? diye yapılan tartışmalar bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına alıyor.? (s.88).
?Efendim, din Müslümanlıkta devletin işine karışmasın. Devletin nesine karışıyor din? Nasıl karışacak? Örgütü yok ki. Aksine, devlet dinin işine karışıyor? Diyanet İşlerinin yerini tayin edememiş bir Türkiye?de devletin elinde Diyanet Teşkilatı bulunan bir Türkiye?de din mi devletin işine karışıyor, devlet mi dinin işine karışıyor? Laiklik zedeleniyor, evet, ama devlet dinin işlerine karışarak laikliği zedeliyor.? (s.89).
?Bir demokrasi ülkesinde din ve vicdan hürriyeti, ibadet hürriyeti, eğitim hürriyeti, ayin hürriyeti kişinin temel hak ve hürriyetlerindendir. Bana göre laiklik bu hürriyete müdahale etmek için değil, bu hürriyeti korumak için konulmuştur. İbadet hürriyetine, vicdan hürriyetine, ayin hürriyetine, eğitim hürriyetine karışılmasın diye konuşulmuştur.? (s.36).
?İslamın getirdiği ana kaidelerle, hukukun üstünlüğüne dayanan anayasa devletinin kaideleri arasında çelişki yoktur.? (s.36).
?Eğer Türkiye iki şeyi halledemezse, Türkiye?de huzur olmaz. Bunlardan biri; bu memleketin her vatandaşı göğsünü gere gere ?Ben Müslümanım? diyemezse, Türkiye?de huzur olmaz. Siz Müslümanları terakkiyatın, ilerlemenin ve yücelmenin bir manisi sayıyorsanız, gaflet ve dalalet içindesiniz, en büyük hatayı işliyorsunuz. Benim bu söylediklerimizden sonra ?Bu adam dini istismar ediyor? diye bir demagoji koparacağınızı da biliyorum. Yalnız ben, bu damagojiyi, bu yaygarayı koparacaksınız diye bunu söylemekten de vazgeçmeyeceğim ? (s.65).
?1950-60 döneminde dört iddia vardı: Biri, dini istismar ve irtica iddiası. Mesela Mecliste ?Müslümanlık?tan bahsettiğiniz zaman ?irtica? ile itham edilirdiniz. Halbuki Müslümanlık Cumhuriyetin temelinde var? Ve Türkiye Cumhuriyetinde başbakanlık arabasıyla Cuma namazına giden ilk adam benim.? (s.67).
?İslamiyet hem dünyayı tanzim etmiştir, hem ahireti.? (s.79).
?Nüfusunun yüzde 90?ı Müslüman olan bir memlekette dini tedrisat kadar tabii bir şey olamaz. Ancak, birçok çevreler, Türkiye?de Allah?ın adı ağızlara alınırsa, irticaya mı kayıverir diye endişe ile düşünmüşlerdir.? (s.107).
?Temelinde ahlak, temelinde manevi değerler manzumesi mevcut olmayan memleketlerin, temelinde inanç mevcut olmayan memleketlerin büyük sıkıntılara düştüğünü tarih göstermiştir.? (s.107).
?Türkiye?de Müslümanlık devlet için bir tehlike değil, Türkiye birliğinin fevkalade kuvvetli bir harcı ve Türk devletinin ebediyete kadar yaşamasının vasıtasıdır.? (s.108).
?İnanç hürriyeti bu memleketin insanlarının hakkıdır. Devletin bir lütfu da değildir, haklarıdır. TC yokken Müslümanlık vardı. Aslına bakarsanız TC?ni var eden, ayakta tutan da Müslümanlıktır. 21 Nisan 1920?de Atatürk?ün gönderdiği tamim var. TBMM?nin açılmasından iki gün önce. ?Buhari-i Şerif?ler okunsun, salavat-ı şerife getirilsin, mevlit okunsun, Kur?an kıraat edilsin? diye.? (s.112).
?Başörtüsü meselesinde, sanıyorum ki, çok yanlış bir tavır var. Kişi başını örtmek istiyorsa örtsün. Ona niye karışılıyor? Başörtüsünün laiklikle bir alakası yoktur. Kanunların yasaklamadığı bir kıyafettir. Yalnız, bugün başlamıyor bunların hepsi. Çok gerilerde. Anadolu kadınının yüzde sekseninin başı örtülüdür, yazmalıdır, yaşmaklıdır. İşte benim anam. Yazmayı yaşmağı çıkarabilir miyiz ondan? Lüzum var mı, hacet var mı? Dini açıdan mütalaa etmiyorum meseleyi. Pekala güzel kıyafettir o. Zaten bunlar denenmiş. Örtülerin ve diğer kıyafetlerin ortadan kaldırılması denenmiş. Kaldırılabilmiş mi?? (s.94-95).
?Çeşitli gruplar var. Bunlar, ?Bizim başımızı bağlatacak mısınız?? diye ayağa kalkıyorlar. ?Biz başımızı bağlamak istemiyoruz? diyorlar. Size zorla ?Başınızı bağlayın? diyen yok. Bağlamayana karışılmadığı gibi, bağlayana da karışılmasın.? (s.116-117).
?İmam-hatip okullarının gayesi sadece din adamı yetiştirmek değildir. Dini bilen Türk vatandaşları doktor, mühendis, hakim olsa daha iyi değil mi?? (s.189-190).
Adalet Partisi ve Doğruyol Partisi Genel Başkanlığını da yapmış olan Süleyman Demirel?in dini konulardaki açıklamaları bu konuşmalarla da sınırlı değildir. Daha yakın tarihli bir konuşmasında Demirel şunları söylemiştir:
?Türkiye?nin yüzde 99.9?u Müslüman. 1924?te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanununda din eğitimi için ayrı bir tedbir alınacağı taahhüt edildi. O dönemde din eğitimi ailelere bırakılmıştı. Gençler çok kere babasının cenazesinde Fatiha okumayı bilmeyecek kadar dini bilgiden yoksun hale geldi. 1949?da din eğitimi meselesi devletin önüne geldi. İmam hatip okullarının açılması odur. İmam-Hatip?ler imam yetiştirsin diye açılmadı. İmam hatipler dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler olsun diye açıldı.? (28 Aralık 2005 tarihinde Kanal D?de ?Abbas Güçlü ile Genç Bakış? programında yaptığı konuşmadan).
Bu tür açıklamalar, sadece yukarıda yer verdiğimiz siyasi liderler tarafından değil, diğer bir çok politikacı tarafından da sıklıkla yapılmıştır. İddianameye egemen olan mantığa göre, bu ve benzeri açıklamaları alt alta getirmek suretiyle sözkonusu politikacıların lideri veya üyesi bulundukları partiler hakkında da ?laikliğe aykırı eylemlerin odağı? olmaktan dolayı kapatma davası açmak pekala mümkündür. Bu durum bile, bu davada ?delil? olarak sunulan sözlerin her siyasi görüşten kişilerce ifade edilebilecek nitelikte olduğunu ortaya koymaktadır. Esasen, bu sözlerin tamamı da demokratik bir ülkede toplumsal sorunlara çözüm bulma bağlamında dile getirilen ve ifade özgürlüğü kapsamında olan açıklamalardan ibarettir.
5. Çocukların din eğitimi özgürlüğünü savunmak laikliğe aykırı değildir
İddianamede partimiz yetkililerinin 15 yaş altındaki çocukların Kur?an eğitimi alması gerektiğine dair sözleri laikliğe aykırı olarak nitelendirilmektedir. Öncelikle, bu yöndeki sözler de başörtüsü konusunda olduğu gibi ifade özgürlüğü kapsamındadır. İkinci olarak, çocukların din eğitimi özgürlüğü, Türkiye?nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi tarafından güvence altına alınmıştır.
AİHS?e göre ?Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir? (Ek Protokol 1, m.2/2). Çocuk Hakları Sözleşmesi?ne göre de taraf devletler, ?çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkı?na ve ?ana-babanın ve gerekiyorsa yasal vasilerin; çocuğun yeteneklerinin gelişmesiyle bağdaşır biçimde haklarının kullanılmasında çocuğa yol gösterme konusundaki hak ve ödevleri?ne saygı göstermekle yükümlüdürler (m.14). Ayrıca, Türkiye?de çocukların Kuran eğitimi konusundaki yaş sınırlaması, ?28 Şubat süreci? olarak adlandırılan dönemde getirilmiştir. Bunu kaldırmaya yönelik girişimler eğer laikliğe aykırı ise, yaş sınırlaması getirilmeden önceki tüm uygulamaların da laikliğe aykırı olduğunu kabul etmek gerekecektir.
6. Meslek liselerine yönelik katsayı farklılığının kaldırılmasını savunmak laikliğe aykırı değildir
İddianamede bazı AK Parti mensuplarının İmam-Hatip liselerini gündeme getirmeleri ve katsayı konusunu ele almaları, kapatma gerekçesi olarak gösterilmektedir. Burada kastedilen katsayı meselesi, sadece İmam-Hatip liselerini değil, tüm meslek liselerini ilgilendiren bir konudur. Nitekim iddianamede yer verilen konuşmaların çok büyük bir kısmında bu durum açıkça ifade edilmektedir. Üniversiteye girişte uygulanan katsayı kuralları, Anayasa veya kanunlardan kaynaklanmamaktadır. 1998 yılına kadar mevcut olmayan bu uygulama YÖK?ün bir kararına dayanmaktadır. Katsayı eşitsizliğini ortadan kaldırmaya teşebbüs, şayet Anayasaya aykırı bir eylem ise bu, 1998?den önceki tüm yönetimlerin aynı suçlamaya muhatap olmaları anlamına gelecektir.
Ülkemizde mesleki ve teknik eğitim sistemini çökerten katsayı uygulamasını değiştirmeye çalışmanın laiklikle ilişkilendirilerek bir siyasi partinin kapatılmasına gerekçe gösterilmesi, hukukla ve eğitimde fırsat eşitliğiyle bağdaşır bir yaklaşım değildir.
Ayrıca, İmam-Hatip liseleri meselesi de eğitim politikaları çerçevesinde siyasi iktidarların görev alanına girmektedir. İddianamede de belirtildiği gibi, 'laiklik dinsizlik değildir'. Atatürk'ün Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ulusumuzun din hakkında hurafelerden arındırılmış bilgilere sahip olması yönünde hassasiyeti ve çalışmaları olduğu bilinmektedir. Modern din öğretimi, bulunduğumuz coğrafyanın hassasiyeti sebebiyle, hem toplum yaşamını zarara uğratabilecek birtakım din istismarcısı fikirlerin yaygınlaşmasını önlemek, hem de ulusal bütünlüğümüzü korumamız açısından gereklidir. Din hakkında sağlıklı bilgilerle donanmak isteyenlere bu yolun açık olması, dini istismar ederek modern toplum hayatına ve kamu düzenine karşı fikirler ve tutumlar üretenlerin ellerindeki araçların alınması anlamına gelmektedir. Farklı siyasi görüşlere mensup çok sayıda eğitimci, akademisyen ve politikacı katsayı uygulamasının yanlış olduğunu baştan beri dile getirmektedir. Nitekim, sadece TBMM tutanakları incelendiğinde bile, farklı partilerden milletvekillerinin bu meseleye temas ettikleri görülebilir.
Günümüz dünyasında din öğretimi ile 'fırsat eşitliği' temelinde meslek edinme arzusu arasında bir çelişki olmaması gerekir. Devletin dini bilgileri öğrenmek isteyenlere bu yolu kapatması, vatandaşlarını radikal ve marjinal fikirlere terketmesi anlamına gelir. Nitekim çağdaş dünyanın en önemli örgütlenmesi durumundaki Avrupa Birliği'nde de din öğretimi hakkında kapsamlı bir mevzuat bulunmaktadır. Öte yandan dini bilgileri daha detaylı öğrenmek isteyen vatandaşlarımızın herkes gibi meslek edinirken ve üniversite eğitimi alırken, fırsat eşitliğinden yoksun bırakılmamaları gerekir. Bazı AK Parti mensupları tarafından dile getirilen 'katsayı eleştirisi' tamamen bu çerçeveyle ilgilidir. Bu eleştirilerden 'laiklik karşıtı odak' olmakla ilgili sonuca varmak, son derece yanlıştır. Nitekim İmam-Hatip liselerinin müfredatı da devlet tarafından ve laiklik ilkesine tam uyum içinde belirlenmektedir. İmam-Hatip liselerine Anayasamızın öngördüğü 'fırsat eşitliği' temelinde üniversite kapısının diğerleriyle eşit koşullarda açılmasını istemenin 'laiklik karşıtı odak' başlığı altına yerleştirilmesi, anlaşılması güç bir tutumdur.
7. Fakir öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulması girişimi laikliğe aykırı değildir
İddianamede, ?Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasıyla ilgili yönetmelik hakkında Danıştay?ca yürütmenin durdurulması kararı verildiği, bunun akabinde aynı konuda çıkartılan 31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı Yasanın da Cumhurbaşkanı tarafından bu okullara alınacak öğrenci yapısı ve öğretmenler gözetilerek, devlet niteliklerine aykırılık söz konusu olacağı gerekçesiyle veto edildiği? belirtilerek, Hükümetin bu girişiminin laikliğe aykırı olduğu ileri sürülmüştür. (s.107)
Öncelikle belirtmemiz gerekir ki, bizim anayasal sistemimizde ?veto? kavramı yoktur. Cumhurbaşkanının kanunları Meclise iade etmesine ?veto? değil, ?geri gönderme? adı verilir. Gazete haberlerinde bu yanlışlığın yapılması anlaşılabilir: Ancak iktidar partisinin kapatılması talebiyle hazırlanan bir iddianamede hukuki kavramların daha özenli kullanılması beklenir.
Diğer yandan, Hükümetin fakir öğrencilerin devletçe özel okullarda okutulması girişiminin laiklikle hiçbir ilgisi bulunmayıp, sosyal devlet ilkesinin bir gereği olduğu belirtilmelidir. Benzer bir düzenleme TBMM tarafından daha önceki hükümetler döneminde yapılmış ve kanun Anayasa Mahkemesine götürülmüştür. Anayasa Mahkemesi bu davada, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununa eklenen ve özel öğretim kurumlarına, öğrenci kapasitelerinin % 2?sinden aşağıya düşmemek üzere, % 10 oranına kadar ücretsiz öğrenci okutma yükümlülüğü getiren kanun hükmünün Anayasaya aykırı olmadığına karar vermiştir. Mahkeme kararında şu hususları vurgulamıştır:
?Anayasa?nın 2. maddesi uyarınca, Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir. Sosyal hukuk Devleti güçsüzleri koruyarak gerçek eşitliği, yani sosyal adaleti ve böylece toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Çünkü, gerçek hukuk devleti ancak toplumsal devlet anlayışı içinde ise bir anlam kazanır. Hukuk devletinin amaç edindiği kişiliğin korunması, sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yolu ile gerçekleştirilebilir? Maddî imkânlardan yoksun, başarılı öğrencilere, özel okullarda belli oranda yer ayırma zorunluluğu, nitelikli insan yetiştirme ödevi yanında, Anayasa?nın 5. maddesinin Devlete yüklediği ?... insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlama...? ödevinin de yasal sonucudur ve demokratik toplum düzenini sosyal yönüyle şekillendiren bir anlayışın gereğidir. Onun için, Devletin bu tutumunu haklara engeller koyan Devlet değil, sosyal devlet ilkesini gerçekleştiren devlet olarak nitelemek gerekir? (E 1990/4, K 1990/6, K.T. 12.4.1990).
Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesinden anlaşılacağı üzere, maddi imkanlardan yoksun, başarılı öğrencilerin özel okullarda okutulması laikliğe aykırı olmak bir yana, sosyal devlet ilkesinin bir gereğidir. Dolayısıyla Hükümetimizin bu girişimini laikliğe aykırı bir eylem olarak vasıflandırmak izahı kabil olmayan art niyetli bir yaklaşımdır.
8. Yasama sorumsuzluğu kapsamındaki oy ve sözler delil olarak kullanılamaz
Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan beyanları nedeniyle milletvekillerinin Anayasanın açık hükmü ile mutlak olarak sorumsuz kabul edilmesi karşısında, bunlardan dolayı beş yıllık parti yasağı ve milletvekilliğinin düşmesi gibi yaptırımların uygulanmasının istenmesi Anayasa 83 üncü maddesinin amacıyla bağdaşmaz.
Yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin yasama faaliyetlerini yürütürken açıkladıkları düşüncelerinden ve verdikleri oylardan dolayı sorumlu tutulamamalarını ifade eder. Anayasanın yasama sorumsuzluğuna ilişkin hükmüne göre, ?Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar?. (m.83/1).
Meclis çalışmaları kavramı, Meclis Genel Kurulu toplantılarını, komisyon toplantılarını, siyasi partilerin grup toplantılarını ve meclis araştırması ve meclis soruşturması komisyonlarının Meclis dışındaki çalışmalarını da kapsar. Konusu ve muhtevası ne olursa olsun oy, söz ve düşünce açıklaması yasama sorumsuzluğu kapsamında kabul edilmektedir. Yasama sorumsuzluğu mutlak ve sürekli olduğundan, milletvekillerinin hem milletvekilliği süresince hem de milletvekilliği sona erdikten sonra oy ve sözlerinden dolayı herhangi bir yaptırıma tâbi tutulmaları mümkün değildir.
Yasama sorumsuzluğunun amacı, milletvekillerinin Meclis çalışmalarındaki oy, söz ve düşünce açıklamalarından mutlak manada sorumsuz tutulmasıdır. Demokrasilerde yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin hiçbir şekilde hukuksal bir engellemeyle karşılaşmaksızın düşündüklerini özgürce ifade etmek için getirilmiş önemli bir güvencedir. Böylece milletvekilleri kendileri ya da mensup oldukları parti bakımından her hangi bir yaptırıma maruz kalmayacakları güvencesiyle yasama faaliyetlerine ?özgür iradeleri? ile katılabileceklerdir.
Milletvekillerinin, yapmış oldukları konuşmalar ve açıklamış olduğu düşüncelerinden dolayı partilerinin kapatılabileceğini, milletvekilliklerinin düşeceğini ve beş yıl siyasi parti yasağına maruz kalabilecekleri endişesini taşımaları durumunda, yasama faaliyetlerine özgür iradeleriyle katılabileceklerini düşünmek mümkün değildir. Bu da sonuçta yasama faaliyetlerinin layıkıyla yerine getirilmesini engelleyecektir. Başka bir ifade ile eğer partili milletvekillerinin konuşmaları, partilerinin kapatılmasında gerekçe olarak kullanıldığı takdirde, yasama sorumsuzluğunun pratikte bir anlamı kalmayacaktır.
Ayrıca parti kapatma davalarında yasama sorumsuzluğunun dikkate alınmaması, partili milletvekillerinin ifade özgürlüğünün bağımsız milletvekilleriyle karşılaştırıldığında eşitsiz biçimde kısıtlanması sonucunu doğuracaktır. Bu durum da demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olarak nitelendirilen siyasi partilerin özel olarak cezalandırılması anlamına gelecektir.
Bu nedenle Anayasanın 69 uncu maddesindeki beş yıllık siyasi parti yasağı, 84 üncü maddesindeki milletvekilliğinin düşmesi ile 83 üncü maddesindeki sorumsuzluk hükümlerinin birlikte değerlendirilerek uyumlu bir yoruma tabi tutulması zorunludur. Böyle bir değerlendirme sonucunda da, 83 üncü madde hükmünün daha ?özel? bir hüküm olarak diğerleri karşısında üstün tutulması gerekir.
Kaldı ki, iddianamede partimiz milletvekillerine atfen yer verilen beyanların tamamı yasama sorumsuzluğu güvencesini gerektirmeyecek şekilde ifade özgürlüğü kapsamındadır.
9. Siyasi parti kurulmadan önce söylenen sözler partiyi bağlamaz
AK Parti?nin kurulmasından önceki dönemlere ait açıklamalara da iddianamede yer verilmesi bir diğer hukuk garabetidir. Bu açıklamaların laikliğe aykırı olup olmadığı sorunu bir yana, kapatma davasına konu edilen partiyi bağladığı da ileri sürülemez.
Bir siyasi partiye isnat edilebilecek söz ve eylemlerin, zorunlu olarak bu siyasi partinin kurulduğu tarihten sonraki döneme ait olması gerekmektedir. Oysa iddianamede aksi bir durum hiçbir hukuki dayanağı olmaksızın kabul ettirilmeye çalışılmakta ve aynen şu ifadeye yer verilmektedir: ?Kapatma davasına konu edilen eylemlerin işlendiği tarihlerin bir önemi bulunmamaktadır. Eylemlerin üzerinden ne kadar süre geçse de, bu eylemlere, ?odaklığın? ortaya konulması yönünden iddianamede dayanılması olasıdır? (s.22). Siyasi partinin kurulmadan önceki bir dönemde kişilerin söylediği sözlerinden dolayı o partiyi sorumlu tutan bir yaklaşım, hukuk devletinin ihlali anlamına gelmektedir.
Bir partinin kurulmasından yıllar önce yapılmış açıklamaların bu partiye isnat edilmesi ve partinin kapatılmasında gerekçe olarak kullanılmak istenmesi ?sorumluluk hukuku?na ve hukuk devletinin unsurlarından olan ?hukuki güvenlik? ilkesine açıkça aykırıdır. İddianamede (s.31-33), özellikle Başbakanın AK Partinin kurulmasından yıllar önce söylediği ileri sürülen bazı sözleri ön plana çıkarılarak, Anayasa Mahkemesi üyelerinde psikolojik bir etki meydana getirilmek istenmektedir. Bu sözlerin, söylenip söylenmediği bir yana, yıllar sonra kurulan bir partiyi bağlamayacağı açıktır ve kapatma gerekçesi olarak kullanılması sorumluluk hukuku prensiplerine kesin olarak aykırıdır.
İddianamedeki bu yaklaşım, siyaset kurumunun ve siyasetçilerin üzerinde, adeta beşikten mezara kadar süren bir sorumlu tutma zihniyetini yansıtmaktadır. Hukukta ?süre? denen bir kavramı tanımayan bu yaklaşımın hukukun genel ilkelerine aykırı olduğu açıktır.
Kaldı ki, siyasi parti kurulmadan önce yapılan konuşmaların ifade özgürlüğü kapsamında olduğu da bir gerçektir. Nitekim bu durum yargısal süreç sonucunda teyit edilmiştir. Örneğin AK Parti milletvekili Ömer Dinçer?in, partimizin kurulmasından yıllar önce, 1995 yılında, bir bilimsel sempozyumda sunduğu bildiriden dolayı yapılan ceza soruşturmasında Erzurum Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı takipsizlik kararı vermiştir. 7.6.2004 tarihli bu kararda söz konusu bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğu şu şekilde vurgulanmıştır:
?Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ?ifade özgürlüğü? başlığını taşıyan 10. maddesinde herkesin görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahip olduğu belirtilerek, bu hakkın kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerdiği belirtilmiş, sözleşmenin uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında da açıkça şiddet ve şiddete çağrı içermeyen her türlü düşüncenin ifade özgürlüğü kapsamında kabul edildiği vurgulanmıştır.
Suç ihbarı dilekçesine ekli ?Bilgi ve Hikmet? isimli derginin Güz/1995 tarihli 12. sayısında neşredilen konuşma metninin kül olarak değerlendirilmesi neticesinde belirtilen konuşmanın şiddete çağrı ve suç işlemeye tahrik içermemesi, ifade özgürlüğü kapsamında kalması nedeniyle, TCK?nun 146/2, 311, 312/1?2 maddelerinde düzenlenen suçların unsurlarının oluşmadığı anlaşılmakla;
Müsnet fiillerle ilgili olarak sanık hakkında TAKİBAT YAPILMASINA MAHAL OLMADIĞINA? karar verildi.? (E.2004/128, K.2004/23, K.T. 07. 06. 2004)? (EK ? 13)
Benzer şekilde, iddianamede Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik?in, 'Türkiye'de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar' adlı kitabındaki düşünceleri de ?delil? olarak sunulmaktadır (s.73). Oysa bu kitabın içinde yer alan ve davada delil olarak gösterilen makale, ilk olarak partimizin kurulmasından yıllar önce, 1994 yılında bir dergide yayınlanmıştır. Yayınlandığı tarihten itibaren hiçbir yargısal takibata konu olmayan ve zaten ifade özgürlüğü kapsamında bulunması nedeniyle Anayasaya da aykırılık taşımayan görüşler, Cumhuriyet gazetesinin 2.10.2003 tarihli nüshasında haber yapıldıktan sonra iddianameye dâhil edilmiştir.
10. Siyasi parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin söylem ve eylemlerinin partiye isnat edilmesi mümkün değildir
İddianame kamu görevlilerinin fiillerinden dolayı da partimizi sorumlu göstermektedir. Buna göre, ?devlet kadrolarında yer alan anılan görevlilerin (Müsteşar, Müsteşar yardımcısı, genel müdür, vali, kaymakam, baştabip, belediye başkanı, okul müdürü, vb.) eylemleri de, siyasi partinin bakış açısına ve bunun da bir gereği olarak ortaya çıkması ve biçimlenmesi nedeniyle siyasi partiye isnat edilmesi gerekmektedir.? (s.155).
Parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan ve eylemlerinden dolayı da, iktidarda olsalar bile, parti ya da partililer sorumlu tutulamaz. Aksi düşünce Anayasamızda da ifadesini bulan (m.38) ?cezaların şahsiliği ilkesi? ile bağdaşmaz. Kamu görevlileri, işledikleri bir suç varsa, bunlardan dolayı şahsi olarak cezai ya da disiplin soruşturmasına maruz kalırlar. Kaldı ki, iddianamede yer verilen kamu görevlilerinin beyan ve faaliyetlerinde de laikliğe aykırı sayılabilecek bir husus bulunmamaktadır. Keza kamu görevlilerinin yapacağı hukuka aykırı işlemlerin de idari yargı aracılığıyla denetlenmesi mümkündür.
İddianamede, örneğin, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanının üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğü hakkındaki açıklamaları ve bu konuda Anayasa hükümlerine göre işlem yapılması yönünde üniversite rektörlerine gönderdiği yazı, ?kanun dışı eylem? olarak nitelendirilmiş (s.124) ve partimizin ?Anayasaya aykırı eylemleri arasında? sayılmıştır. Halbuki, YÖK Başkanı 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu?nun 6 ncı maddesine göre Cumhurbaşkanı tarafından doğrudan atanmaktadır. Her şeyden önce, YÖK Başkanının anılan faaliyetlerinde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Kaldı ki bulunsa da, bundan dolayı AK Parti Hükümeti sorumlu tutulamaz. Aksi halde, AK Parti Hükümetleri döneminde görev yapan bütün YÖK başkanlarının faaliyetlerinden de Hükümeti sorumlu tutmak gerekirdi.
Öte yandan, vali ve kaymakamlar gibi kamu görevlilerinin icraatlarından dolayı iktidar partisinin sorumlu tutulabileceğine dair görüş, parti-devlet özdeşliğinin geçerli olduğu tek parti döneminin anlayışını yansıtmaktadır. Bilindiği gibi, 1935?ten sonra Türkiye?yi yöneten siyasi partinin Genel Sekreteri İçişleri Bakanlığı, il başkanları valilik, ilçe başkanları da kaymakamlık görevlerini yerine getirmekteydiler. Bu durum artık geride kalmıştır. Günümüzde parti üyesi olmayan kamu görevlilerinin beyan veya işlemlerinden dolayı siyasi partiler, iktidarda olsalar bile, sorumlu tutulamazlar. Bu görevlilerin atanmasına dair işlemler ve atamadan sonra da görevlilerin fiilleri yargı denetimine açıktır. Dolayısıyla, Hükümetin atamalarında ve bu görevlilerin işlemlerinde hukuka aykırı bir durum varsa, bunun yargısal denetimi zaten yapılabilmektedir. Kaldı ki, kamu görevlilerinin iddianamede yer verilen beyan ve faaliyetlerinde de laikliğe aykırı sayılabilecek bir eylem bulunmamaktadır.
Bir an için bir hükümetin kamu görevlilerinin eylem ve işlemlerinden dolayı ?siyasi? olarak sorumlu olabileceği düşünülse bile, hükümetlerin siyasi sorumluluğu ile partilerin hukuki sorumluluğunu birbirine karıştırmamak gerekir. Hükümetlerin siyasi sorumluluğu ancak TBMM içinde işletilebilen ?gensoru? gibi denetim mekanizmalarının harekete geçirilmesiyle mümkün olur. Seçimler de hükümetlerin halka hesap verdikleri bir diğer siyasi yöntemdir. Halbuki, partilerin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi hukuki bir süreçtir ve kapatma yaptırımı da hukuki bir sonuçtur. Dolayısıyla, hükümetlerin siyasi sorumluluğu kapsamındaki konuların siyasi partilerin hukuki denetimi sürecine dâhil edilemeyeceği açıktır.
11. Tarafsız Cumhurbaşkanı siyasi parti davasına dâhil edilemez
Türkiye?nin de aralarında bulunduğu parlamenter sistemlerde, devlet başkanının siyasi sorumluluğu yoktur. Siyasi sorumluluğu olmadığı için de Cumhurbaşkanının Türkiye Büyük Millet Meclisi veya başka bir organ tarafından görevinden uzaklaştırılması mümkün değildir.
Anayasamızın bir bütün olarak anlamı, sistemin üzerine oturduğu ilkeler ve sorumsuzluk kuralı birlikte değerlendirildiğinde, görevde bulunan bir Cumhurbaşkanı için yaptırım istenmesini hukuki bir temele bağlamanın imkanı yoktur.
CUMHURBAŞKANI YARGILANAMAZ
Anayasamıza göre ?Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.? (m.104/1). Cumhurbaşkanı, ancak vatana ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır (m.105/3). ?Suçlandırma? kavramı, yalnızca ceza hukuku anlamındaki suçu değil, aynı zamanda tüm kamusal yaptırımları içerir.
Parti kapatmada da tarafsız Cumhurbaşkanının sorumluluğundan söz edilemez. Anayasaya göre, ?Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisiyle ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.? (m.101/4) Bu çerçevede Abdullah Gül, 28.8.2007 tarihinde TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçilmiş ve parti ile ilişiği kesilmiştir. Bu tarihten sonra açılan bir kapatma davasında Cumhurbaşkanının eskiden üyesi olduğu partinin kapatılması sürecine dâhil edilmesi ve hakkında beş yıllık parti yasağı talep edilmesi Anayasaya açıkça aykırıdır.
GÜL'ÜN EYLEMİNİN LAİKLİKLE İLGİSİ YOK
Kaldı ki, iddianamede Abdullah Gül?e atfedilen eylem ve beyanların laiklikle de hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Öncelikle iddianamede ?Fetullah Gülen isimli cemaat liderinin yurt dışında kurduğu okullar bir ticari şirket olarak değerlendirilip temas ve ilişki kurulması(nın), Abdullah Gül?ün başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığının bir genelgesi ile Büyükelçiliklerimizden istenildiği? ve bir başka genelge ile ?Almanya ile imzalanan Güvenlik İşbirliği Anlaşması?nda Avrupa Milli Görüş Teşkilatı?ndan ?köktenci terör örgütü? olarak söz edilmesine rağmen, bu teşkilat mensuplarının yurtdışındaki vatandaşlarımızın sorunları ve milli konularda dış temsilciliklerimizce gerçekleştirilen faaliyetlere katkıda bulundukları belirtilerek bu örgütle temas ve işbirliği kurulmasının istenildiği? iddia edilmektedir. (s.65- 66).
Hemen belirtilmelidir ki, sözü edilen genelgelerle, adı geçen cemaat veya teşkilât ile temas ve ilişki kurulması yönünde bir talimat verilmemiştir.
İddianamenin ekinde sunulan genelge fotokopilerinin incelenmesi hâlinde görüleceği gibi, bahsi geçen dernek, vakıf ve okulların faaliyetleri ve tutumlarına bağlı olarak ve yerel koşullar çerçevesinde temas ve işbirliğinde bulunma konusunun misyon şeflerimizin takdir yetkisi içinde bulunduğu hatırlatılmaktadır.
Esasen, dış temsilciliklerimiz, bu konuda çok uzun süreli uygulamaları ile oluşmuş teamüllere uygun şekilde davranmaktadır. İddianame ekinde (EK-72) sunulan deliller arasında yer verilen Sabah Gazetesinin 20/4/2003 tarihli nüshasında yer alan haberde Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin, ?geçmişte yurtdışında Türkiye aleyhinde kampanyalar olduğunda büyükelçilere oradaki Türk vakıfları ve Türk toplulukları ile irtibat halinde olmaları yönünde genelgeler gönderildiğini, ancak bu genelgelerde herhangi bir vakıf adının geçmediğini? belirttikleri ifade edilmektedir. Aleyhte bir delil olarak sunulan bu gazete haberi bile sözkonusu genelgelerin ilk olmadığını ve bu uygulamalar konusunda bir teamül bulunduğunu ortaya koymaktadır. (EK ? 14)
Bu genelgelerde bazı dernek, vakıf ve kuruluşların adlarının geçmesi, dış temsilciliklerimizin somut sorularla görüş istemesinden kaynaklanan hukukî zorunluluğun bir sonucudur.
Yurtdışında Türkiye aleyhtarı faaliyetlerin güçlendiği 1980?li yılların başından itibaren Ülkemizi hedef alan kampanyalara karşı Hükümetlerimizin talimatları üzerine Büyükelçiliklerimiz tarafından organize edilen miting, yürüyüş, imza ve mektup kampanyası gibi karşı etkinliklere yurtdışında yaşayan her eğilimdeki vatandaş dernek, vakıf ve kuruluşlarının davet edildiği ve onların da bu davetlere icabet ettiği Dışişleri Bakanlığı ve Büyükelçiliklerimizin arşiv ve dosyalarından kolaylıkla görülebilir. Gerçekten de, Ermeni iddiaları ve terörizm konusu başta olmak üzere millî menfaatlerimizle ilgili konularda Büyükelçilerimiz bu kuruluşlarla irtibat halinde etkinliklerde bulunmakta ve işbirliği yapmaktadır.
DIŞİŞLERİ BAKANININ ASLİ GÖREVİ
Yurtdışındaki Türk vatandaşlarının hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek, sorunlarıyla ilgilenmek ve bu amaçlarla vatandaşlarla temas kurmak, Dışişleri Bakanlığının aslî görevleri arasındadır. Bu görev, Dışişleri Bakanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda açıkça belirtildiği gibi, diplomasinin temel kaynaklarından kabul edilen 1961 tarihli Viyana Diplomatik İlişkiler Sözleşmesi ve 1963 tarihli Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Sözleşmesinde de yurtdışındaki vatandaşların çıkarlarını korumak her diplomatik misyonun aslî görevleri arasında zikredilmektedir.
Sözü edilen her iki genelge de bazı dış temsilciliklerimizin bu konuda düştüğü tereddütleri Dışişleri Bakanlığına ileterek yapılacak uygulamalar konusunda talimat istemeleri üzerine hazırlanmış; ancak mezkûr genelgelerde, iddianamede ileri sürülenin aksine, dış temsilciliklerimize bu dernek, vakıf ve okullarla temas ve ilişki kurulması talimatı verilmemiş ve misyon şeflerince herbir kuruluş için ayrı ayrı değerlendirme yapılarak takdir yetkisinin kullanılması yönündeki teamül hatırlatılmıştır.
Ayrıca, anılan genelgeler hazırlanırken, diğer hususlar yanında, ?vatandaşlarımızın aşırılıklara yönelmeleri ve yabancı ülkeler tarafından kullanılmaları ihtimalinin önüne geçilmesi? gibi millî menfaatlerimiz bakımından önem taşıyan bir amaç izlenmiş ve bu husus açıkça zikredilmiştir. Dolayısıyla, iddianamede belirtildiği şekilde bir temas ve işbirliği talimatı verilmediği gibi millî menfaatlerimiz doğrultusunda dış temsilciliklerimizce zaten izlenmekte olan teamüller hatırlatılmıştır.
Diğer yandan, bu konularda dış temsilciliklerimize gönderilen genelgeler bu iki genelge ile sınırlı değildir. Anılan genelgelerin bazı gazetelerde yayınlanması ve birtakım yanlış yorum ve değerlendirmelere konu edilmesi üzerine, dış temsilciliklerimize yurtdışı faaliyetler konusunda 18.6.2003 tarihinde 6037 sayılı bir genelge daha gönderilerek, sözü edilen kuruluşlarla temas ve işbirliği konusunda Dışişleri Bakanlığının teamülleri ve dış temsilcilerimizin bu konudaki takdir yetkileri teyiden hatırlatılmıştır.
Bu genelgede de, yurtdışında kanunlara aykırı ve Devletimizin aleyhine faaliyet gösterenlerin bu temas ve işbirliği yaklaşımından faydalanamayacakları vurgulanmıştır. Konuyla doğrudan ilgili olmasına rağmen İddianamede hiç bahsi geçmeyen bu genelgenin Anayasa Mahkemesince Dışişleri Bakanlığından istenmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz bu genelgede de daha önceki iki genelgede olduğu gibi, temel maksat, vatandaşlarımızın aşırılıklara yönelmeleri ve yabancı ülkeler tarafından kullanılmaları ihtimalinin önüne geçilmesidir.
Kaldı ki söz konusu kuruluşlarla dış temsilciliklerimizin temas ve işbirliğine girmesinin bu genelgeler üzerine başladığı da ileri sürülemez. Örnek olarak ekte sunulan dokümanlardan da (EK ? 15) anlaşılacağı gibi, uzun yıllardır Cumhurbaşkanlarımız (Turgut Özal ve Süleyman Demirel), TBMM Başkanlarımız (Mustafa Kalemli ve Hüsamettin Cindoruk), Başbakanlarımız (Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit), Dışişleri Bakanları dahil Bakanlarımız (Şerif Ercan, Ahat Andican, Cumhur Ersümer, Necdet Menzir, Refaiddin Şahin, İstemihan Talay, Enis Öksüz vd.), Yargıtay Başkanımız Müfit Utku, Milletvekillerimiz (Murat Sökmenoğlu, Hasan Korkmazcan, Hayri Kozakçıoğlu, Yıldırım Akbulut, Nevzat Ercan, Masum Türker, Haydar Yılmaz, Lütfullah Kayalar, Onur Öymen vd.) ile diğer devlet adamlarımız (Alpaslan Türkeş, Em. Tümgeneral Prof.Dr. Ömer Şarlak, eski Hv.K.K. Org. Halis Burhan vd.) yurt dışı gezilerinde Büyükelçilerimizin de refakati ile anılan okulları ziyaret etmiş, destekleyici icraatlarda bulunmuş, açıklamalar yapmış ve takdirlerini bildirmişlerdir. Örneğin, İddianamenin ekinde aleyhte delil olarak sunulan Cumhuriyet Gazetesinin 17 Eylül 2003 tarihli nüshasının 5. sayfasında, anılan genelgeye ilişkin değerlendirmeler yapılırken haberin son paragrafında, Gürcistan?ın başkenti Tiflis?te bulunan aynı nitelikteki okullardan biri olan Özel Demirel Kolejinin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından 1997 yılında ziyaret edildiği belirtilmektedir.
İddianamedeki, ?Almanya ile imzalanan Güvenlik İşbirliği Anlaşması?nda Avrupa Milli Görüş Teşkilatı?ndan ?köktendinci terör örgütü? olarak söz edildiği? iddiası da gerçeğe aykırıdır. İddianamenin ekinde delil olarak sunulan Anlaşma suretinden de anlaşılacağı gibi, sözü edilen Anlaşmanın adı ?Güvenlik İşbirliği Anlaşması? değil, ?Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Almanya Federal Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Başta Terörizm ve Örgütlü Suçlar Olmak Üzere Büyük Önemi Haiz Suçlarla Mücadelede İşbirliği Anlaşması?dır. İddianamede, söz konusu Anlaşmanın adının bile yanlış yazılması gerekli titizliğin gösterilmediğini ortaya koymaktadır. İddianamede ileri sürülenin aksine bu Anlaşmanın hiçbir hükmünde hiçbir dernek, vakıf veya kuruluştan terör örgütü veya köktenci ya da köktendinci örgüt olarak söz edilmemektedir.
Dolayısıyla, İddianamenin, 3846 sayılı genelgede belirtilen dernek ve vakıfların ?köktenci terör örgütü? olduğunu ileri süren ve Anayasa Mahkemesini yanıltmaya çalışan bu bölümü de tamamen asılsız ve dayanaksızdır. İddianamede adı yanlış aktarılan söz konusu Anlaşmanın hiçbir yerinde Avrupa Millî Görüş Teşkilatından ?köktenci terör örgütü? olarak söz edilmediği gibi, iddianamenin ekindeki yazılarından da anlaşılacağı üzere, Anlaşmanın onaylanmasının uygun bulunduğuna dair kanunun gerekçesinde de böyle bir ibare bulunmamaktadır. (EK ? 16)
Diğer taraftan, günümüzde uluslararası kuruluşlar terörle mücadele konusunda tedbirler alırken terör örgütlerinin listelerini yayınlamaktadır. İddianamenin ekindeki gazete kupürlerinde ileri sürülenin aksine, söz konusu genelgelere konu dernek, vakıf ve kuruluşların adları terör örgütlerini gösteren bu tür listelerde yer almadığı gibi, Federal Almanya Cumhuriyetinin de bu yönde bir iddiası bulunmamaktadır. Avrupa Birliğinin terörizmle mücadele amacıyla haklarında özel sınırlayıcı tedbirler uygulanmasını kararlaştırdığı kişi ve örgütlerle ilgili listelerde de bu dernek, vakıf ve kuruluşlar yer almamaktadır. (EK ? 17)
Özetle, sözü edilen genelgeler ve buna ilişkin diğer resmî belgelerin dosyada mevcut bulunmasına ve genelgelerin muhtevalarının çok açık olmasına rağmen, gerçek dışı ithamlara dayalı yorum ve değerlendirmeleri içeren gazete haberlerinin delil olarak sunulması kabul edilemez.
İddianamede yer verilen Cumhurbaşkanı?nın Dışişleri Bakanı olduğu dönemde yaptığı konuşmaların, laikliğe aykırı olmak bir yana, tamamen özgürlükçü ve demokratik bir toplumun tesisini sağlamaya yönelik olduğu da açıktır.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu kısım özellikle dikkat çekicidir:
?Dışişleri Bakanı Abdullah Gül?ün, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi?nin kabulünün 55. yıldönümü nedeniyle özel gündemle toplanan TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu toplantısında, hedeflerinin ifade ve inanç özgürlüğünün işkence ile terörden arındırılması olduğunu, bununla ilgili yasal düzenlemelerin hepsinin, kararlı şekilde gerçekleştirileceğini belirterek; ?ifade ve inanç özgürlüğünde kararlıyız; herkes inandığını yaşayabilmeli..Herkes güven içinde, korkudan, endişeden uzak olmalıdır. Düşündüğünü inandığını rahatlıkla ifade etmeli, inandığını rahatlıkla yaşayabilmelidir. İfade ve inanç özgürlüğü, işkenceden ve terörden tamamen arınmak, bizim hedefimizdir. Bununla ilgili yasal düzenlemelerin hepsi, kararlı şekilde gerçekleştirilmeye devam edilecektir? şeklinde beyanda bulunduğu? (s.67).
Öncelikle, bu paragrafta Abdullah Gül?ün tırnak içinde verilen konuşmasından önce yer alan ve kendisine atfen ?hedeflerinin ifade ve inanç özgürlüğünün işkence ile terörden arındırılması olduğu? şeklindeki ifadenin ne anlama geldiği anlaşılamamıştır. Bu durum alıntı yapılan konuşmanın yanlış okunduğunu ya da mesajının tam olarak algılanamadığını göstermektedir. Zira alıntı kısmından da kolayca anlaşılacağı üzere, ?ifade ve inanç özgürlüğü?nü sağlama ve ?işkenceden ve terörden tamamen arınma? hedefler arasında gösterilmektedir. Muhtemelen bu mesaj anlaşılamadığı için hak ve özgürlükleri korumayı amaçlayan, herkesin söyleyebileceği ve söylemesi gereken bu sözler iddianamede yer almıştır.
Eğer bu ifadeler bilinçli biçimde delil olarak sunulduysa iki nedenle daha vahim bir durum ortaya çıkmaktadır. Birincisi bu konuşma, iddianamede de belirtildiği gibi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi?nin kabul yıldönümünde özel gündemle toplanan TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu?nda yapılmıştır. İkincisi, bu konuşma içeriği itibariyle de günün anlam ve önemine tamamen uygun olup, temel hak ve özgürlükleri önemseyen herkesin altına rahatlıkla imza atabileceği bir konuşmadır. Bu konuşmanın iddianameye alınması, partimiz hakkındaki davanın gerçekte bir demokrasi ve ifade özgürlüğü davası olduğunu bir kez daha teyit etmektedir.
Ayrıca, iddianamede yer verilmemesine rağmen, ekteki gazete kupürleri arasına yerleştirilen Posta Gazetesinin 28.11.1995 tarihli nüshasının 1.sayfasındaki habere ilişkin fotokopi de iddianamenin iyi niyetli olarak hazırlanmadığını gösteren bir başka örnektir. Anılan gazetenin haberini dayandırdığı The Guardian gazetesinin köşe yazarı gerekli düzeltmeyi yapmasına rağmen, Posta gazetesi hatasını düzeltmemiştir. Aynı asılsız haberi düzeltilmemiş haliyle yine adı geçen İngiliz gazetesinden alıntı yaparak tekrarlayan Cumhuriyet gazetesine gönderilen tekzip metninin yayınlanmaması üzerine mahkeme kararı ile bu haberin gerçek dışı olduğu kanıtlanmıştır. (EK ? 18)
Başsavcılığın mahkeme kararına dayanan tekzibe konu olan 1.5.2007 tarihli Cumhuriyet gazetesi yerine, aynı içerikli 13 yıl önceki Posta Gazetesi kupürünü iddianameye delil olarak eklemesi, iyi niyetten uzak şekilde iddianame hazırlandığının başka bir göstergesidir.
12. TBMM Başkanının ifadeleri delil olarak kullanılamaz
Anayasaya göre, ?siyasi parti grupları başkanlık için aday gösteremezler.? (m.94/2). Daha da önemlisi, ?Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar.? (m.94/6).
Bu hükümden anlaşılacağı üzere Meclis Başkanı tarafsız olup parti faaliyetlerine katılamamaktadır. Bu tarafsızlığın gereği olarak Meclis Başkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisini Meclis dışında temsil etmek, Cumhurbaşkanına vekalet etmek, Cumhurbaşkanınca Meclis seçimlerinin yenilenmesine karar verilirken kendisine görüş bildirmek ve Meclisi doğrudan doğruya veya üyelerin beşte birinin yazılı istemi üzerine toplantıya çağırmak gibi anayasal yetkiler verilmiştir.
Kuşkusuz Meclis Başkanı bir partinin üyesi olabilmektedir. Ancak konumu nedeniyle yaptığı konuşmalar partisi adına değil, kişisel olarak yapılmış sayılır. Bu nedenle Meclis Başkanının açıklamalarından üye olduğu partiyi sorumlu tutmak mümkün değildir. Kaldı ki, Meclis eski Başkanı Bülent Arınç?ın iddianamede ?laikliğe aykırı? beyanlar olarak yer verilen açıklamaları laikliğe aykırı değildir ve ifade özgürlüğü kapsamındadır.
SAVCI CIMBIZLAMA İLE ARINÇ'IN KONUŞMASINI ÇARPITTI
Öte yandan, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç?ın bazı açıklamalarının tümü değil, bağlamından koparılarak sadece belli kısımları iddianameye alınmıştır. Örneğin, iddianamede, 13.11.2005 tarihinde TBMM Sabit Osman Avcı Eğitim Tesisi'nde basınla düzenlediği sohbet toplantısında yaptığı konuşmanın belli bir kısmı alınmış ve özellikle şu cümleler öne çıkarılmıştır: ?Laiklik tartışmaları eskiden beri devam eder, zaman içerisinde laiklik de gelişir. Ama bugün bütün dünyada görebildiğimiz kadarıyla, din ve vicdan özgürlüğünün genel anlamda kabul edilmesi halinde, Türkiye'de bu sebeple laikliğin ihlal edildiğini söylemek de mümkün değildir.? (s.63-64). Oysa Bülent Arınç aynı konuşmada laik devlette hukuk kurallarının din kurallarına dayandırılmayacağı ile ilgili olarak şu sözleri de söylemiştir: ?Çünkü laik bir ülkenin kanun koyucusu, dini amaçlarla kural koyamaz? Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Laikliği kabul eden bir ülkede yasama organı, Kur?an-ı, Tevrat?ı, İncil?i esas olarak kural koyamaz, düzenleme yapamaz.?
Buradan da anlaşıldığı üzere, iddianamede delil olarak sunulan konuşmalar bütünlüğü bozularak, cımbızlama yöntemiyle, sadece iddia makamının argümanını desteklediği varsayılan bölümlere yer verilmiştir. Bu konuşmalar bütünlüğü içinde değerlendirilseydi böyle bir davanın hiç açılmaması gerekirdi. Partimiz mensuplarının değişik vesilelerle yaptıkları binlerce konuşmada olduğu gibi, iddianamedeki ifadelerin tamamı da Türkiye Cumhuriyetinin insan haklarına dayalı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliklerini pekiştirme amacına yöneliktir.
Diğer yandan, iddianame Meclis eski Başkanı Bülent Arınç ile ilgili olarak, ?8 inci Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL?a gönderme yaparak, onun gibi ?Sivil, dindar ve demokrat bir cumhurbaşkanı?? seçeceklerini ifade etmiş? olduğunu belirtmektedir. İddianameye göre, Arınç, ?Cumhurbaşkanın seçilme nitelikleri arasına Anayasada sayılmayan ?dindar? niteliğini de ekleyerek TBMM Başkanı sıfatıyla bile din istismarı yapmaktan ve laik devlet ilkesine aykırı hareket etmekten çekinmemiştir.? (s.142).
Anlaşılan Başsavcı, sosyolojik ve siyasi olgularla anayasal hükümleri birbirine karıştırmaktadır. Bülent Arınç?ın sözleri, özellikle merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal?la ilgili olarak, farklı siyasi görüşlere sahip kişiler tarafından sıklıkla kullanılan bir tespiti ifade etmektedir. Elbette Anayasada Cumhurbaşkanının seçilme nitelikleri arasında ?dindar? niteliği yoktur. Ancak, aynı şekilde Anayasada Cumhurbaşkanının ?sivil? ve ?demokrat? olması gerektiğine dair bir hüküm de yoktur. Bu gerçekliğe rağmen, bir sosyolojik tespitten hareketle ?İran Anayasası?yla bağlantı kurmak, ancak bilim kurgu kitaplarında rastlanabilecek bir ilişkisizlik ve şaşırtmaca örneği olabilir.
13. İddianamedeki ?şiddet ihtimali? iddiası tamamen hayal ürünüdür
İddianamedeki delillerden hiçbirisinde en ufak bir şiddet içeren, şiddetle bağlantı kurulması mümkün olan ya da tahrik çağrısı olarak nitelendirilebilecek bir ifade yer almamasına rağmen, tamamen zorlama ve artniyetli yorumlarla şiddet bu sürecin içerisine sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Partimizi şiddetle ilintili gösterme gayreti akıl ve mantığın sınırlarını zorlamaktadır.
İddianamede ?Bu yolda siyasal İslam'ın ya da Türkiye?ye giydirilmek istenen ?ılımlı İslam? modelinin bir şeriat devletine dönüşmesi ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir olasılık değildir. Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak, sıkça öne çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür? denilmektedir. (s.114). İddianamenin değerlendirme kısmında yer alan bu hususun Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik olduğu açıkça sezilmektedir.
Ayrıca, iktidar partisi ile şiddet arasında bağlantı kurulurken iddianamede yer verilen ve bünyesinde ciddi bir mantıksal çelişki barındıran şu görüşün kabulünün de imkansız olduğu açıktır: ?Zaten iktidar olmanın avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı elde edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır. Kapatma yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur? (s.157).
İddianamedeki bu ifade ile aslında şiddet kullanımının söz konusu olmadığı da açıkça tescil edilmektedir. Ancak, aynı yerde, şiddetin bundan sonraki dönemlerde kullanılabileceği biçiminde bir kehanette bulunularak, bu nedenle partinin kapatılması gereğine değinilmektedir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye demokratik bir hukuk devletidir. Demokratik hukuk devletinde siyasi iktidarın nasıl denetleneceği de bellidir. Partimizin ileride şiddete başvurabileceği varsayımı tamamen vehimlere dayalı bir iddiadır. Demokratik bir hukuk devletinde tüm icraatları yargı denetimine tabi olan bir iktidar partisinin kapatılmak istenmesi kabul edilemez.
Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu ifadeler de ilginçtir:
?Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda ?türbanın yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve cezalandırılacaklarını? çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum bile laik devlet ilkesini ve Türkiye?de laikliği savunanları nasıl bir tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet unsurunu da sergilemektedir? (s.117) .
Böyle bir televizyon konuşması, hangi partilimiz tarafından nerede, ne zaman ve hangi televizyonda yapılmıştır? Eğer böyle bir konuşma var ise, parti ile ilgisi bulunmayan -yönlendirilmiş- bir kişiye mi aittir? Yoksa parti yasaklamada sadece şiddeti ölçü alan Venedik kriterlerinin gerçekleştiği izlenimini uyandırmak için herkesi güldürecek uydurma delil mi yaratılıyor? İddianamede dayanılan diğer konuşmalar eklerde yer almasına rağmen, bu faili meçhul ve içeriği hiçbir şekilde kabul edilemeyecek konuşma neden ekler arasında bulunmamaktadır?
Görüldüğü gibi iddianame, olgulardan tamamen uzak bir şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir. İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya yönelik tüm ifadeler, tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimlerden ibarettir.
Ayrıca, partimiz dışında bazı basın ve yayın organlarında farklı kişilerin din özgürlüğü ve laiklik bağlamında ortaya koydukları kişisel görüş ve değerlendirmelerle partimizin doğrudan ya da dolaylı olarak hiçbir ilgisi olmadığı halde, böyle bir irtibat varmış gibi gösterilmeye çalışılması hukuk devletinin gerektirdiği asgari iyi niyet anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Diğer yandan, iddianameye göre ?davalı partinin sahip olduğu iktidar olma çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik eylemleri karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle de söz konusudur. Bu durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır? (s.158).
Bu ifade ile ilgili olarak öncelikle şu soru akla gelmektedir: ?İktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle?nin varlığı nasıl tespit edilebilmiştir? Başsavcının bu tespite hangi teknolojik ölçüm aletlerini kullanarak ulaştığı büyük bir merak konusudur. Acaba Başsavcıya bu konuda ?sessiz kitleler?den ulaşan milyonlarca şikayet mi vardır? Varsa her türlü gazete haberini iddianameye ?delil? olarak ekleyen bir makam, bu şikayetleri neden eklememiştir?
Kaldı ki, iddianamede ileri sürüldüğü gibi AK Parti?ye karşı olan ve pek de sessiz oldukları söylenemeyecek hatırı sayılır miktarda sesli bir muhalefet de vardır. Tüm kitle iletişim imkanlarını ve yasalarımızın öngördüğü demokratik platformları ve yolları kullanarak, özgür bir biçimde muhalefetlerini de ortaya koymuşlardır. Bu ortamda gerçekleşen 22 Temmuz 2007 seçim sonuçları, toplumun partimizden ve Ak Parti iktidarından tedirgin olmadığını aksine memnuniyetinin artarak devam ettiğinin ?demokratik ölçüm aletleri?yle kesin olarak teyit edilmiş bir delilidir.
DEVAMI İÇİN TIKLAYIN