Abdulvehhab el-Messiri
Amerika Birleşik Devletleri'nin Afganistan'a ve Irak'a savaş açmasının, Siyonist devleti desteklemesinin, uluslar arası hukuku hiçe saymasının, dünya ve körfez devletlerini İran'a karşı kışkırtmasının birbirinden ayrı olaylar olmadığını, aksine başlangıcından itibaren süregelen emperyalist yönelişinin bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Bu yöneliş bir tek cümlede özetlenir: Ötekini reddedip, maddi çıkarlar için kullanmak ya da direnenleri yok etmek.
İnsanların pek çoğu Amerika'nın emperyalist tarihini bilmezler: Kızılderilileri yok edip ortadan kaldırdığını, siyah derili Afrikalıları köleleştirdiğini, Filipin'i işgal ettiğini, Latin Amerika üzerinde hegomanya kurduğunu vs... Bu uzun emperyalist tarih, dünyayı, kendi çıkarları için sömürülecek bir kullanım maddesi olarak görmesinden kaynaklanır. Bu emperyalist siyaset, yeni muhafazakârların (neo-conların) düşüncesinde zirve noktasında ulaşmıştır.
Ancak bu düşünceyi teorik açıdan ele almak yerine, Amerika'yı Irak savaşına sevk eden sebepleri ortaya koyarak, bu düşüncenin temel öğretilerini ve bu savaşın (aynı şekilde Afganistan savaşının, İran'a karşı yapılan düşmanlığın, Siyonist devletin desteklenmesinin vs...) arkasındaki gizli görüşü açıklama yoluna gideceğiz.
Neo-conların tasavvuruna göre, Arap bölgesinin parçalanıp, Arap ulusunun aleyhine olacak şekilde, kabilecilik, aşiretçilik, etnik ve dini esaslar üzerine yeniden şekillendirilmesi zorunludur. Böylece bölge, diğer ekonomik ve siyasi bloklar ile güçlü ilişkilere girecek siyasi, ekonomik ve kültürel büyük bir blok olmak yerine, boyun eğdirilecek ve üzerinde hâkimiyet kurulacak küçük devletçiklere bölünmüş olacaktır.
Sonra bu emperyalist düşünce iki sebepten dolayı körfez bölgesinde hâkimiyet kurmayı da zorunlu görüyor: Birincisi bu bölgenin dünyadaki en büyük petrol rezervlerine sahip olmasıdır. İkincisi ise Amerika'nın bölgedeki hakimiyeti ile, servetleri milyarlar olarak takdir edilen ve bu servetlerini Amerikan bankalarına yatıran Arap zenginlerinin, Amerika'ya karşı bir baskı aracı olarak kullanılmalarının engellenmesi güvence altına alınmış oluyor. Çünkü bu paralar Amerikan doları için esas desteği oluşturuyor.
İşte neo-conlar bütün bu hedeflerin ancak güçlü bir Arap rejiminin yokluğunda gerçekleşebileceğini ve ancak bu şekilde körfez devletlerinin kolayca kökünden kazınabileceğini düşünüyor.
Bu yüzden demokratik ilkelere ve insan haklarına uymak örtüsü altında Arap rejimlerinin değiştirilerek yerlerine Siyonist devleti tanıyacak ve onunla ilişki kuracak daha yumuşak rejimlerin ve yöneticilerin getirilmesini zorunlu görülüyor.
Bu emperyalist fikrin sahipleri, okul programlarını değiştirmek, medyayı kullanmak ve barış kültürü olarak isimlendirdikleri düşünceyi yaymak suretiyle Arap ve İslam ülkelerindeki kültürel yönelişin değiştirilmesini de zorunlu görüyorlar. Barış kültürü olarak isimlendirdikleri şey, keyifçilik ve yumuşaklık/esneklik gibi değerleri yüceltiyor, cihat ve (ahlaki değerlere) bağlılık gibi değerlerden ise sakındırıyor. Ta ki kimliğe veya geleneksel mirasa aldırış etmeyen ve direnişi saçma bir mesele olarak gören yeni nesiller ortaya çıksın.
Bu fikrin önceliklerinden biri de yükselmekte olan, direniş bayrağını taşıyan (Hizbullah ? Hamas) ve Siyonist Amerikan savaşı ile mücadele eden İslami akıma karşı koymak ve Amerikan hâkimiyetini reddedenlerin başında gelen İslam dünyasını ehlileştirmektir.
Amerikalı Siyonist müsteşrik Bernard Lewis, neo-conlara, Irak gibi büyük bir Arap devletine boyun eğdirmenin, diğer Arap devletlerinin de Amerikan hâkimiyetine boyun eğmelerine yol açacağını söylemiştir.
Aynı şekilde Batı emperyalist düşüncesinin sahipleri, Amerikan hâkimiyetinin devam etmesi için Arap bölgesinde yoğun bir askeri varlığın bırakılmasını da zorunlu görüyorlar. Zorunlu gördükleri bir diğer husus ise, Yeni Ortadoğu olarak isimlendirdikleri bölgede, İsrail'i, (ehlileştirilmesinden sonra) İran'ı ve (Saddam sonrası) Irak'ı da kapsayacak Arap dünyasını içine alan yeni bir bölgesel düzenin kurulmasıdır.
Neo-conlara göre bölgenin siyasi ve kültürel olarak yeniden şekillendirilmesinde, esas rolü İsrail oynayacaktır. Çünkü İsrail, çeşitli devletçikler (Dürzi devlet ? Şii devlet ? Sünni devletler...) arasında yer alacak Yahudi bir devlet olacaktır.
Şu anki plan, en ileri, en gelişmiş ve askeri olarak da en güçlü olması hasebiyle İsrail'in temel unsur haline gelmesidir. Sonuçta İsrail, hem askeri, hem ekonomik ve hem de siyasi açıdan Amerikan desteğine sahiptir.
Yine bu emperyalist fikrin sahipleri, Amerika'nın ekonomik açıdan gerilediğini ve ilk kez, çok büyük bir askeri kuvvete sahip olan, büyük bir güç ile (Çin) yüzleştiğini görüyorlar.
Amerika geçmişte, askeri temeli olmayan ekonomik bir güçle (Japonya) veya ekonomik dayanağı olmayan askeri bir güçle (Sovyetler Birliği) yüzleşmişti. Bu yüzden Amerika, güçler dengesini kendi lehine çevirmek için petrol kaynaklarına hâkim olmaya çalışıyor.
Bu emperyalist fikrin sahipleri, soğuk savaşın bitmesi ve Amerika'nın tek süper güç olarak ortaya çıkmasından sonra, silah üretiminin sürmesi ve yönetici seçkinlerin, orduları harekete geçirmeye ve askeri maceralara sevk etmeye devam etmeleri gerektiğini mülahaza ettiler.
Ancak bunun için Amerikan yönetiminin, hile ile paralarını ellerinden aldıkları Amerikan halkına yeni gerekçeler sunması gerekiyordu. Enron şirketinde ve diğer şirketlerde ortaya çıkan skandalların ortaya koyduğu gibi.
Doğal olarak Amerikan halkı için ülkenin güvenliğine yönelik bir tehdidin varlığından daha iyi bir gerekçe olamazdı. Bu tehdidin Usame bin Ladin'den, Irak'tan veya şu anda olduğu gibi İran'dan gelmesi durumu değiştirmez. Öyle görünüyor ki Amerika'daki yeni emperyalist düşünce, daha önce işaret ettiğimiz birçok kanaate ulaşmıştır.
Sonra 11 Eylül 2001 geldi ve onlara aradıkları fırsatı verdi. Böylece kitle imha silahları ve Saddam rejiminin el-Kaide ile olan ilişkisi yalanı söylenmeye başlandı. Ancak bu iddia sahiplerinin yalan söyledikleri ispat edildi. Çünkü herhangi bir kitle imha silahına rastlanmadığı gibi, Saddam rejimi ile el-Kaide arasında hiçbir ilişkinin olmadığı da ortaya çıktı.
İşte bu durum, Irak savaşının gerçek sebebinin, silah üretimini ve tüketimini (satışını) devam ettirmek isteyen Amerika'daki askeri sanayinin arzusu olduğundan emin olmama yol açıyor.
Silah tüccarları, Amerika'daki karar alma mekanizmasına büyük ölçüde hâkimler. Bununla birlikte böyle bir genellemeden de kaçınmak gerekiyor. Çünkü insani bir olgunun tek bir sebeple açıklanması mümkün değildir. Amerika'da hükmedenler, büyük sermayenin çıkarlarını temsil eden bir cemaattir. Üstad Heykel, Amerika'da karar alma mekanizmasına daima büyük sermayenin çıkarlarının hâkim olduğunu açıklamıştı. Ancak Amerikan yönetimi ile söz konusu çıkarları temsil eden lobi arasında her zaman bir mesafe vardı. Veya o lobi üzerinde bir etki söz konusuydu.
Fakat Bush yönetiminde bu mesafe tamamen daraldı. Çünkü şu anki Amerikan yönetimi, doğrudan ve hoyrat bir şekilde, söz konusu çıkarları temsil ediyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki en önemli ekonomik kesimlerden biri, silah sanayidir. Dolaysı ile bu kesim Amerikan ekonomisinde, kendi önemiyle mütenasip bir rol oynuyor.
Çoğu kimsenin bilmediği bir husus da Amerika'daki silah ticaretinin, Amerikan halkını soymanın bir yolu olduğudur. Çünkü silah, pazarda satışa sunulan ve benzerleriyle rekabet eden bir ticaret malı değildir. Amerikan silahının fiyatı, pazarlık edilerek fiyatın indirilmesi yoluyla değil, egemen seçkinlerin ittifakı ile belirlenir. Söz konusu seçkinlerin önemli bir parçasını da Amerikan ordusundaki eski generaller oluşturuyor.
Sonra mevcut generaller de silah şirketlerinin az sayıdaki önemli kişilerinden biri haline gelirler. Söylediklerimi delillendirmek için AWACKS uçaklarının masrafları hakkında okuduğum bilgilere dikkat çekmek istiyorum: Uçak içinde kahve yapma aletinin bir tanesinin fiyatı 1.000 Amerikan dolarıdır. Yine uçağın pilotunun koltuğunun altında bulunan dört plastik parçasından her birinin fiyatı 750 dolardır.
Bütün bunların anlamı, söz konusu fiyatların haksız ve aşırı olduğudur. Çünkü bu fiyatlar pazar ilkelerine tabi değildir. Dolayısıyla silah ticareti, Amerikan halkını soymanın gerçek yoludur. Eğer silah üretimi duracak olsa, söz konusu seçkinlerden pek çoğu, çok büyük zararlara uğrayacaktır.
Amerika'nın Irak'a atadığı askeri yöneticisi de aslında bir silah tüccarıdır ve onun temsil ettiği şirket, patriot füzelerinin Amerikan ordusuna getirilmesinden sorumludur.
Holberton meclisi üyesi Cheney, Irak'taki Amerikan ordusuna aşırı fiyatlarla getirdiği mallar ile milyonlarca doları yağmalamıştır. Silah sanayi ile ilişkisi olan bir diğer isim de Donald Rumsfeld'dir.
Başkan Eisenhower, veda konuşmasında askeri sanayi müessesesinin önemine dikkat çekmiş ve onun, Amerika'nın siyasi ve askeri iç dengeleri üzerindeki etkisi hakkında uyarıda bulunmuştur. Bu müessese, siyasi hayata ve karar mekanizmasına hâkim olan askeri sanayinin (silahlar ? uçaklar ? tanklar ? denizaltılar ? askeri kıyafetler...) çıkarlarını ifade ediyor.
Askeri sanayi, partileri finanse etme, onlar üzerinde hâkimiyet kurma ve -halkın çıkarları değil- kendi çıkarları doğrultusunda onları yönlendirme gücüne sahiptir. Irak savaşına hazırlık esnasında, askeri sanayinin rahat olmadığı gözlenmiş olup, hoşnutsuzluk ve kıpırdanma alametleri başlamıştı. Askeri komutanlar, Irak savaşına girişildiği takdirde, mevcut kuvvetlerin bir kaç katına ihtiyaç duyulacağını söylüyorlardı. Askeri sanayi müessesesinin ve akıllı silah (Smart Weapons) sanayi şirketlerinin temsilcisi Donald Rumsfeld ise bu silahlar vasıtasıyla çok fazla askere ihtiyaç kalmadan Irak'ta savaşmanın mümkün olacağını söylüyordu.
Askeri şahsiyetlerden pek çoğu, yardım yollarının uzunluğundan bahsediyorlardı. Şu anda ise Amerika'nın bir çıkış planı hazırlamadan Irak'a girdiğinden ve siyasi liderlerin cahillikleri ve gururları yüzünden Irak savaşının tam bir kaosa yol açtığından bahsediyorlar. O derecede ki, New York Times şunu yazdı: Hep askerlerin sivillere karşı gerçekleştireceği bir ihtilalden korkuyorduk, ancak gerçekleşen, sivillerin askerlere karşı yaptığı bir ihtilal oldu. Buradaki siviller, askeri sanayi müessesinin temsilcileridir.
Amerika'nın askeri saldırganlık içine girmesinin, neo-conların anlayışından kaynaklandığı söylenebilir. Bu anlayışa göre, eski dünya düzeninin özelliklerinden biri olan çift kutupluluk sona erdi. Yeni dünya düzeni ise tek kutupludur. Ancak bu hatalı bir anlayıştır.
Tek kutupluluğun devam etmesi mümkün değildir. Avrupa tek kutupluluktan korkuyor. Belki de Fransa, Almanya ve Rusya bloklaşması meydana gelecek. Yükselmekte olan güç Çin'in de onlara katılması muhtemeldir. Aynı şekilde Asya devletlerinin de.
Belki de ve umulur ki -yönetici seçkinlerin uyanışı hususunda karamsar olsam da- bazı Arap devletleri, günümüz dünyasında büyük ekonomik ve siyasi bloklar ile yüzleşebilmek için bloklaşmanın gerekliliğini idrak ederler.
Genel olarak mevcut tek kutupluluğun kesinlikle uzun bir süre devam etmeyeceğine inanıyorum. Amerika'ya karşı dünya kamuoyunda gittikçe artan muhalefet de bu hususta beni teyit ediyor.
Sonra ben Amerika'daki yöneticilere hâkim olan (uluslar arası topluluktan ayrılıp) tek başına kalma görüşünün de uzun ömürlü olmayacağına inanıyorum. Gerçi bu dönüşümlerin ne zaman gerçekleşebileceğini kestirecek durumda değilim. Ancak modern iletişim araçları sebebiyle son zamanlardaki tarihsel dönüşümlerin çok daha hızlı gerçekleştiğine dikkat etmemiz gerekiyor.
?İmparatorluktan Sonra? ismini taşıyan bir kitap yayınlandı. Kitabın yazarı (Emmanuel Todd) şöyle diyor: Amerika'nın -dönüşü olmadığına inanılan- ekonomik gerilemesi ile saldırgan askeri eğiliminin artışı arasında ters bir orantı vardır. Amerikan imparatorluğunun düşüşe başladığının delili, diğer ülkelere karşı saldırgan operasyonlarının artmasıdır.
Bütün istatistikî bilgilerin de bu hususu ortaya koyduğuna inanıyorum. Amerika Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın şu sözleri durumu özetliyor: Amerika Birleşik Devletleri'nin savaş bütçesi veya savunma bütçesi yaklaşık 500 milyar dolara ulaşıyor. Bu rakam dünyanın her yerindeki savunma bütçelerine denktir. Daha sonra Rice şöyle diyor: Barışın maliyeti, savaşın maliyetinden çok daha yüksektir.
Rice, savaşın insanlığa olan maliyetini tamamen göz ardı ediyor. Çünkü maddi faydacılık çerçevesinde hareket ediyor. Bu anlayışa göre savaş, herhangi bir sermaye projesinden farkı olmayan ekonomik bir gelir aracıdır ve mutlaka bir getirisi olması gerekir. Amerika'daki en önemli ekonomik kesimlerden biri olması hasebiyle silah sanayinin de mutlaka devam etmesi gerekir.
Amerika askeri gücü ile ekonomik gerilemesini telafi etmeye çalışıyor. Savaş için Afganistan'ın ve Irak'ın seçilmesi temelde ekonomik bir tercihtir. Çünkü ortada Amerika'nın güvenliğini tehdit eden bir Irak tehdidi söz konusu değildir.
Belki Taliban'ın varlığından dolayı Afganistan'ın Amerika'nın güvenliği için bir tehdit oluşturduğu söylenebilir. Ancak bu da şüpheli bir husustur. Irak savaşı ise, sadece Amerikan sanayinin ucuz petrole olan ihtiyacı ile açıklanabilir. Bu yolla Amerika dünyanın her yerindeki petrol kaynaklarına hâkim olacak ve ekonomik gerilemesini telafi edecektir.
?Batı meselesi? kavramını ele alıp işlemiştim. Yani Batı insanının açgözlülüğünü, üretimiyle ve yeryüzündeki tabii kaynaklarla orantılı olmayan bir tüketim oranına ulaşma çabasını.
Batı'nın kalkınma sisteminin yanlış bir varsayım üzerine kurulduğu unutulmamalıdır. Söz konusu varsayım şudur: Tabii kaynaklar tükenmez ve bu kaynakların sonu yoktur. Bunun gerçek olmadığını keşfettik. Ancak buna rağmen Batı'nın tüketim eğilimi her geçen gün artmaktadır.
Bütün bu sömürge savaşları, Batı insanının, üretim gücüyle ve yer kürenin tabii kaynaklarıyla orantılı olmayan yüksek tüketim oranını koruma gayretidir. Allah en iyisini bilendir.
Bu makale Hasan Zahid tarafından Timeturk için tercüme edilmiştir.