27 Mayıs 1960 darbesi sırasında yaşanan olayları "Hukuk terimleriyle iktidarda bulunan bir partiye ve onun hükümetine yönelik düpedüz bir darbe" olarak nitelendiren Selçuk'un Gökçer Tahincioğlu'na aktardıklarından özet:
"Beşinci bölük ayağa kalk, ihtilal oldu"
"27 Mayıs'ta Ankara Yedek Subay Okulu öğrencisiydim. Bize bir gün önce, 'Asteğmen olarak kıtalara gideceksiniz' denildi. Sanırım 110 kişilik bir koğuşta kalıyorduk. Kara Kuvvetleri Komutanlığı 5. Bölük… Sabaha karşı 3 ya da 4 sıralarında mantar tabancasından çıkan sesler gibi bir şeyler duydum. Fakülteden sınıf ve çok yakın arkadaşım merhum Sait Rezaki'yi -ki onu Yargıtay'da bir dairenin başkanı iken yitirdik- uyandırdım. Pencere kenarına geçip dinledik. Ama bir şey anlamadık. Gidip uyuduk. Bir iki saat sonra koğuşun kapısında üsteğmen ya da yüzbaşı rütbesinde bir subay belirdi: "Beşinci bölük ayağa kalk, ihtilal oldu. Aşağıya inin, tüfeklerinizi geriye verecekler. On tane de kurşun. Buradan doğru Harp Okulu'na gideceksiniz!" dedi.
Gerçekten bir gün önce tüfeklerimizi yağlayıp teslim etmiştik.
Tüfekleri ve kurşunlarımızı yeniden aldık, başımızda komut veren biri olmaksızın dağınık ve başıboş olarak Harp Okulu'na doğru yürüdük."
"Getirilen herkes dayak yedi"
"Harp Okulu'na geldiğimizde bir binbaşı bana, "Gel bakalım, şu kapının önünde nöbet tut!" dedi. Harp Okulu'nun kapısında nöbet tutmaya başladım. Harp Okulu öğrencileri, bakanları, milletvekillerini birer birer arabalarla getiriyorlardı. Aynı hükümette uzun süre bakanlık yaptıkları için hemen hepsini tanıyordum bakanların. Kısaca bakanların, milletvekillerinin çok ürkek ve korku içinde getirildikleri arabalardan indirilip içeriye alınışlarına tanık oldum.
Çoğu, inmeye hazırlanırken üzerlerine yürüyenleri görünce arabanın içine kaçıyordu. Çünkü sille tokat saldıranlar vardı. Kapının yanındakiler, bekleyenler, yüzbaşı, binbaşı, albay rütbesindeydiler. Bunlar, her gelene karşı sille tokat, kimileyin de tekme atarak şiddet kullanıyordu. Bütün milletvekillerinin, bakanların ayrım gözetilmeden orada dayak yediklerine tanık oldum.
Zaman zaman da bana bunu önlememi buyuran subaylar oluyordu. Ama biliyorlardı ki, bunun için bir yedek subay öğrencisinin gücü yetersizdi. Bu bana dostlar alışverişte görsünler gibilerinden geliyordu."
"Fatin Rüştü Zorlu dimdik durdu ve içeriye girdi"
"Yığın psikolojisi içinde tam bir bilinçsizlik, kargaşa ve taklit egemendi. Dönemin Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin de getirildiğinde bu dayaklardan o da payına aldı. Ancak subaylardan birisi uyardı, "Bu bakan bize çok yardımcı oldu" deyince özür dileyip içeriye aldılar. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, saldırılara hiç aldırmaksızın arabadan dimdik indi. İriyarı, yakışıklı bir bakandı. Dövüleceğini bilmesine karşın kendisini korumaya gerek duymaksızın içeriye girerken bir subay, vücudunun çok duyarlı bir yerine tekme attı. Acısı yüzüne vurdu. Ama birden bire kendisini toparladı, yeniden doğrulup dimdik ayağa kalktı ve "Nereye?" diye sordu. Hiç kimseye bakmaksızın ve eğilmeksizin içeri girdi."
"Askeri yargıç çok dayak yedi"
"Dikkatimi çekenlerden birisi de Kayseri'de görev yapmış yargıç generallerden bir subaydı. Merhum İnönü ile ilgili bir yargı işlemi yapmıştı. Çok dayak yedi. Hatta ilk kez general rütbeli bir subay dışarı çıkıp ve "Bizi çok utandırdın, ahlaksız!" diyerek onu tokatladı. Ömrümde hiçbir insanı öylesine sapsarı görmemiştim. Bunu hiç unutamadım."
"Menderes'i linç edebilirlerdi"
"Bir ara askerler birine doğru yöneldiler. Bir general, "Şiddet kullanmayın, gelenlere iyi davranın, biz üç ay sonra seçime gideceğiz" gibilerden bir şeyler söyledi. O general, daha sonra öğrendim ki, Cemal Madanoğlu'ydu. Daha sonraki yaşananlar, darbeciler arasında bu gibi konularda hiçbir uyumun olmadığını ortaya koymuştur.
Bu arada hemen herkes Merhum Menderes'i bekliyordu ve kanımca onu linç etmeye hazırlananlar vardı. Birden bire kalabalık, başka kapılardan birine yöneldi. Tam da o anda Menderes'in içeriye alındığını öğrendik. Linç edilmesin kaygısıyla hangi kapıdan gireceği gizlenmişti. İyi ki, gizlenmişti, benim nöbetçi olduğum kapıdan girseydi, ne olacağı belli olmazdı. Anladığım kadarıyla linç edilebilirdi.
Bir ara içeriye girdim, gözaltına alınanlardan kimilerini gördüm. Menderes'in bulunduğu odanın kapısı da açıktı ve kendisini yandan gördüm. Ayrı bir yerde de polislerin tutuklandığını söylüyorlardı, onları niye içeri aldıklarını sonradan anlayacaktım. Onlar, ordunun dışında ve hükümetin adamı olarak görüldükleri için içerdeydiler.
Nitekim yıllar sonra Merhum Bayar, 12 Eylül sonrası unutamadığı bir anısını sorduğunda Sayın Ali Naili Erdem'e şunları söylemiştir: 'Harp Okulu'ndan içeri girerken yediğim tekmelerin ve işittiğim küfürlerin acısını hiç unutmadım.'"
"Esir almaya gidiyormuşuz gibi…"
"Daha sonrası bizlere rastgele görevler verildi. Şuradan yürüyün, burada durun, dediler. Akşamları da hepimizi kimi yerlere götürüyorlardı. Genellikle polis karakollarıydı, bunlar. Bunlardan birini hiç unutmuyorum. Polis karakolunun bulunduğu yerde yıkıntı içerisinde duvarları olan bir bahçe vardı. Karşımızda çarpışacağımız bir düşman varmışçasına, onları esir almaya gidiyormuşuz gibi, önce oraya gizlendik. Başımızdaki binbaşı 'Bir keşif yapalım' dedi. Birisini görevlendirdi. Daha sonra binbaşı, elinde tabancası ile karakola doğru gitti. Sonra 'Gelin çocuklar, şöyle oturun' dediler. Rahatladık ve çimenlere oturduk.
Bunların hepsi darbenin gülünçlüklerini ortaya koyan örneklerdir."
"Darbenin görünen yüzü de son derece çirkindi"
"Bir darbenin çirkinliğini, ilk kez yaşıyordum. Hukuk fakültesindeki öğrenciler, genellikle iktidarların karşısındadırlar. Çünkü 1954 seçimlerinden sonra Menderes, tutulamaz hale gelmişti. 1957 seçimlerinden de ders almamıştı. Yargı bağımsızlığı sıfıra inmişti. Kırşehir'in ilçe yapılmasıyla da halkın iradesi hiçe inmişti. Yargılama erkinin yetkisi bile Meclis'te bir komisyona verilmişti. Bunlar elbette ağır anayasal ihlallerdi, yanlışlardı. Ancak sorunlar darbeyle çözülmüyor, daha da çirkinleşiyordu."
T24