Bir sanatkârı tanımak, onun icra ettiği sanatı anlamak açısından oldukça mühimdir. Ayla Yılmaz hattat Mahmut Şahin ile hüsn-ü hat sanatının incelikleri, hocaları ve eserleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.
Sözlüklerde “çizgi, ince ve doğru yol” anlamlarına gelen “hat” kelimesi, sanat terimi olarak ‘Arap yazısını estetik ölçülere bağlı kalıp yazma sanatı' anlamlarında kullanılmıştır. (Derman, 1997: 427). Başlarda Arap yazısı olarak anılan hat, Arap olmayan kavimlerin Müslümanlığı kabul etmesinden sonra “İslam hattı” adını almıştır. Hat, Türk-İslam medeniyetinde yazma eserlerden mimariye kadar çok geniş bir kullanım alanında yayılarak gelişmiştir. Hem okunan hem seyredilen bir sanat olan hat sanatını diğer sanat dallarından ayıran en önemli özellik şekli ve manası arasındaki uyumluluk olmuştur.
Hiç şüphesiz yazının sanat vasfını kazanmasına sebep olan hattatlardır. İslamiyet'in doğuşundan günümüze kadar Kur'an-ı Kerim'i en güzel şekilde yazma gayretinde olan hattatlar hem onun koruyuculuğunu yapmış hem de Hat Sanatı 'nın bugünkü halini vücuda getirmişlerdir. Sanatkârlar, “Allah güzeldir güzeli sever” Hadis-i Şerifini her zaman kendilerine düstur edinmişler ve bu vesile ile birçok yazı icat etmişlerdir. Hat sanatının Türk sanatkarların ellerinde zirveye çıktığı tartışılmaz bir gerçektir. Özellikle İstanbul, Türkler tarafından fethedildikten sonra bu sanatın merkezi konumuna geçmiştir. “Kur'an-ı Kerim Hicaz'da nazil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı'' ifadelerinin Tüm İslam dünyası tarafından kabul edilmiş olması, Türk sanatkarlarının hat sanatındaki maharetinin en güzel kanıtıdır.
Hat sanatı öğrenimi hoca-talebe ilişkisi içerisinde kendine has usul ve kaidelerle gerçekleşmektedir. Çekirdekten başlayarak meyve safhasına kadar, uzun, sabırlı bir çalışmanın yanında manevi bir feyz ile çıkılan ve sonu olmayan bir yolculuktur. Hattatlar eserler meydana getirmenin dışında, bu sanata hizmet edecek yeni talebeler yetiştirmenin sorumluluğunu da üstlenmişlerdir.
Bir sanatkarı tanımak, onun icra ettiği sanatı anlamak açısından oldukça mühimdir. Bu bağlamda Hattat Mahmut Şahin ile gerçekleştirmiş olduğum muhabbet tadında mülakatımız.
Hocam, öncelikle kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Gurbetçi bir ailenin çocuğuyum. Babam 1962'lerde Almanya'ya gitmiş. 1973 yılında Almanya'da, ailemin tek çocuğu olarak doğdum. 1983 yılında ise annemle İstanbul'a geldik.
Hat sanatı ile ilk tanışmanız nasıl oldu?
İlk başlarda benim imsakiyelerde çıkan yazıları taklit etme çabam vardı, aslında resimde iyiydim. Okul döneminde Çanakkale savaşı konulu resim yarışmasında Marmara bölge birinciliği, sivil savunma ile alakalı da Türkiye birinciliği aldım. Böyle bir serüven ile başladı ilk etapta. Babam resmi pek sevmezdi, dolayısıyla benim bu çabam da ikinci planda kaldı. Tabi içimdeki sanata karşı sevgi devam etti. İmsakiyelerde, Kuran'ı kerimde yazıları görünce de başka bir merak başladı.
Hüsn-ü hat eğitimine ne zaman başladınız?
1991 yılında Hattat Aydın Ergün hocadan rik'a dersleri almayı başladım. Bir buçuk sene rik'a dersi aldım. O dönemlerde tabii eğitimler bu kadar yaygın değildi. Herhangi bir belediyenin bir afişini, ya da bir yerde sergi görmeniz mümkün değildi. Rika'yı 1993'ün sonu gibi bitirdim. Hocam daha sonra Üsküdar'a taşındı. Ben o sürede evlendim, çalışıyorum. Üsküdar'a gelip gidemedim o zamanki şartlarda. Daha sonra Alaaddin Öney isimli bir abim bana Hüseyin Kutlu hocamı tavsiye etti ve ben 1993 yılında Hüseyin hocamdan sülüs-nesih ders almaya başladım. 2001 yılında Hüseyin hocam icazet meselesini söyledi. Fakat ben metni yazamadığım için icazetimi 2007 yılında aldım. Yani aslında 2001 yılında icazetimi sözlü olarak aldım 2007 yılında icazetimin metni dolduruldu.
Bir de talik yazıyorsunuz sanırım…
Talik yazı şöyle, 1998 yılında Hüseyin hocama devam ederken askere gidip geldim. Askere gitmeden hemen önceydi, Orhan Dağlı diye bir arkadaşım var. O Ali Alparslan hocama talik eğitimi için gidiyordu. Ben de ona gidip gelirken divani yazıya başladım. Derslerimi hazırlayıp Orhan'a veriyordum, Orhan da hocaya götürüyordu. O zamanlar çalışıyordum bir yandan. Ali Alparslan hocam Süleymaniye Kütüphanesi'nde cuma günleri ders veriyordu ve ben de mesai saatleri içerisinde gidip gelemiyordum. Ben pazar günü Hüseyin hocamın orada dersimi Orhan'a veriyorum, Orhan Ali Alparslan hocama gösteriyor, sonra yine bana getiriyordu. Bu şekilde epey ilerledikten sonra askerlik mevzusu geldi. Askerden geri geldiğimde, 2000 senesinde şöyle bir karar verdim.
Hayatımın en güzel kararıydı. Beni çalıştıracak kişi Cuma günümü boşaltacaktı. Sonrasında işte cuma günleri Ali Alparslan hocama Süleymaniye Kütüphanesi'ne gidip Talik yazıya devam ettim. 2004-2005 yılında da icazetimi aldım. Rahmetli Ali Alparslan hocadan da son icazeti alan öğrenci oldum.
Hocam peki tüm bu yoğunlukta hiç yapamıyorum, bırakmalıyım dediğiniz oldu mu? Devam motivasyonunuzu nasıl sağladınız?
Çok. Şimdi devam motivasyonunu şöyle, çok seviyorum. Yani ben şu anda kendimi tamamen bu sanata adamış vaziyetteyim. Pek kuma kabul eden bir sanat değil. Yani yanında şunu da yapayım, bunu da yapayım çok olmuyor. Tabi bir Kazasker Mustafa İzzet Efendi gibi ney üfleyebilirsiniz ama hep bunun yandaşları ile yapabilirsiniz. Yani dışarıdan şu işi yaparken yanında bunu da
yapayım olmuyor. Gerçekten özveri isteyen bir sanat. Özellikle öğrenme aşaması çok zordur. Bir gün Hüseyin Hocama ders gösterirken telefon çaldı. Tabi o zaman kablolu telefonlar, hocam bir yandan telefon kulağında diğer eliyle dersime baktı. Ben de düşündüm o zaman ben sabaha kadar nefes bile almadan yazmaya çalışıyorum, hocam bu şekilde bile rahatlıkla yazıyor. Demek ki bizden olmayacak. İlk bırakma kararım o zaman oldu. Bir Abdülhadi hocamız var, Hüseyin hocamın iyi talebelerinden biridir o da. Onun levhasını getirdi. Hüseyin hocam gözlüklerini şöyle bir indirdi, bitmiş levhanın üzerinde harf çıkardı, bu böyle olmaz diye. Ben yine tabi yok artık dedim, bitmiş levhanın bile üzerinde bu çıkıyorsa, bizden hattat olmaz. İkinci kararım da bu olaydan sonra oldu. Üçüncüsü de askerden yeni geldiğimde rahmetli Halim Efendinin terekesi dağıldı evinde. Kadıköy'de bir esnafta biz bu terekeyi gördük. Bizim de öğrenci olarak tüm malzemeleri düzgün tutma hassasiyetimiz vardı. Sanki tüm hepsi düzgün olsa Şeyh Hamdullah gibi yazacaktık. Halim Efendi bildiğiniz kareli kağıtlara muhteşem nesihler yazmış, binlerce eskiz. Ya dedim, ben bu kadar çalışmıyorum ki? Bir de bu hattatken bu kadar çalışıyor. Ben öğrenciyim, şimdi ve sonra bir bu kadar daha çalışmam gerekecek. Yok dedim bu biter bir iş değil. Fakat benim ayrılıklarım en fazla bir hafta ya da on gün sürdü. Sonra tabi tekrardan geri.
Hocam bu eğitimde kabiliyet ve çalışmayı oranlayabilir miyiz? Hangisi daha mühim sizce?
Ben şöyle diyorum ona. Mutlaka kabiliyet başta önemlidir. Ama haris olmak diye de bir şey var. Üzerine düşmek anlamında. Ben genelde öğrencilerime şöyle diyorum. Eğer Mevla'm, seni bir denli bu sanatı gönlüne soktuysa, onun hesabı vardır sende. Yani iyi yazıyorsun, kötü yazıyorsun değil. Sen devam et. Bir yerde bir açıklıkla devam edeceksindir. Yani bir yerde açacaktır yolunu. Yani şunu yapmayın hiçbir zaman. Ben şimdi gideyim, birinci meşkimi yazayım hemen geçeyim, böyle bir serüvenimiz yok. Normalde bir lisans mezunu olmak için dört sene eğitim alman gerek. Bizim eğitimimiz ise en az altı-yedi sene. Onda da sadece sülüs yazısını öğreniyorsun. Siz önce size düşeni yapacaksınız. Kabiliyetli olmak başka, onu ikinci planda görüyorum ben. Size bu sevgiyi verdiyse Mevla'm sizin üzerinde bir tasarrufu vardır diyorum.
Bir hoca öğrencisinin kabiliyetini ilk anda anlıyor mu? Bunun için bir zaman geçmesi mi gerek?
Biz meşke şu dua ile başlarız sülüste. “Rabbi yessir velâ tuassir rabbi temmim bi'l-hayr” yani Allah'ım zorlaştırma, kolaylaştır. Hayırlısı ile tamamına erdir. Şimdi öğrenciyken tabi bunun farkına varmıyorsunuz. Bunda imtihanlar çok büyük. Ben bir buçuk sene rik'a gördükten sonra ilk sülüs yazımı on yedi haftada geçtim Hüseyin hocamdan. Yani kalem tutan birisiydim ve on yedi haftada Rabbi yesir'i geçtim. Ben kendimi çok zorlandım diye hissettim. Sonra içine girdiğim zaman baktım ki, Savaş Çevik diye bir hocamız var, altı ayda geçmiş. Sonra Hasan Çelebi Hoca ile münasebetlerimizde aktardı iki sene Rabbi yesir götürmüş Hamit Aytaç hocaya. Şimdi biri iki büyük hat üstadı. Yani bunun şevk ile alakası var. E tabi bazı öğrenciye de bakıyorsunuz, her şeyi ile araştırıyor. Kitabını araştırıyor, meşki araştırıyor. Bazı öğrencilerim var hattatların hayatlarını buluyor, okuyor. O öğrencilerle çalışmak ayrı bir zevk. Ve şöyle bir hastalığı var bu işin, buna bir denli bulaşan bırakamıyor.
Hat sanatı size güzel yazmanın dışında neler kazandırdı?
Ulvi bir sanatla uğraşıyorsunuz, ilahi bir kelamla uğraşıyorsunuz. Yani Allah kelamını düzgün yazmaya çalışıyorsunuz. Hafızları düşünün. Bir adam sıradan biriyken kuranı ezberleyip hafız oluyor. Artık herkes tarafından kabul edildiği şekilde ayaklı kuran diyoruz. Kuran taşıyan kişi diyoruz. Biz de yazan kişiyiz. Biz de o kuran vasfını üstümüzde taşımamız gerekiyor. Bu işle uğraşırken yapılacak şeyler var, yapılamayacak şeyler var. Yani bir hattat olarak çok özgür değilsiniz. Çünkü Allah kelamı yazıyorsunuz, kalkıp da bir içkili mekânda bulunamazsınız. Fakat bendeki en önemli değişiklik. Ben Karadenizliyim, Trabzonluyum. Ciddi manada tez canlı ve asabi birisiyimdir. Bu sanat beni öyle bir dinginleştirdi ki, ben yazının başına oturduğum an artık bütün dünyadan soyutlanıp, yazı nasıl çıkacak, hangi şiirden seçeyim, ya da hangi ayet hangi hadisi yazayım diye dertlenirim. Şöyle söylenir sizin Allah'a yakınlığınızı hissetmek istiyorsanız sizi ne işle görevlendirdiğine bakın. Yani sizi ne işle meşgul ediyor. Çok şükür ki Allah kelamını yazan bir adam oldum.
Eğitim aldığınız hocaların dışında, kendinize yakın bulduğunuz, idolüm dediğiniz ve biraz da kendinize benzettiğiniz bir hattat var mı?
Normalde benzetmem gereken kişi Mahmud Celaleddin. Hem isim adaşım hem de celalli birisi. Ama ben sanatta daha mazlum olduğumu düşünüyorum. Sanat bakımından sert değil de daha yumuşak yazmaya çalışan biriyim. Mesela bir Şey Hamdullah çok etkiler beni. Hem bu işin Anadolu'daki piri olmasından.“ Kuran'ı kerim Hicaz'da nazil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı” görüşünün, İstanbul'da yazıldı denmesinin sebebi Şeyh Hamdullah'tır. Birkaç tane sayacağım. Mesela Hafız Osman hastasıyımdır. Benim sülüs-nesih icazetnamem Hafız Osman taklididir. Benin'de bir su kuyucu açtık, oradaki caminin adını Hattat Hafız Osman koyduk. Çünkü kuran'a çok büyük hizmeti vardır. Musaf dediğimiz zaman ilk akla gelenlerden bir tanesidir. Rakım Efendi'yi herkes söyler bizim camiada. Rakım Efendi keza ama, onun haricinde Şevki Efendi. Niye Şevki Efendi onu da şöyle söyleyeyim. Şevki Efendiyi anlatırken şöyle denir. O benim hayatımda bir düstur oldu. Derler ki hiçbir yazısı için pazarlık yapmaz, ne verirlerse kabul eder. Aldığı ücretlerle de Kastamonu ve İstanbul'da otuz kadar aileyi maaşa bağlamıştır. Bunu ona sorduklarında da “Allah bana bu eli onlara vesile kılsın diye verdi” diyerek ifade eder. Ve çok enteresandır, kendi mutfak masrafını çorap örerek kazandığı para ile geçindirir. Sanattan kazandığı paraya asla dokunmazdı. Böyle bir insanın sizi etkilememesi mümkün değil zaten. Bir de Necmettin Okyay hocamız vardı. Okçulukla uğraşıyorum, bir dönem gül bahçem vardı. O yüzden de Necmettin Hoca da idolümdür. Onun gibi giyinmeye de çalışırım. Tabi bu üstatların ayağının tozu olamayız o ayrı.
Siz bir seyyah hattatsınız. Anadolu'nun birçok yerine hat sanatını taşıdınız. Şu an nerelerde eğitim veriyorsunuz?
Bunun hikayesini baştan anlatayım eğer sıkmayacaksa. 2001 yılında Ali Alparslan Hoca ile ders görürken, bir gün hocanın morali bozuktu. Sebebini merak ettik sorduk. Dedi ki; Süleyman Demirel Üniversitesi, Güzel Sanatlar Bölümü açılacak orası için bir hat hocası istediler benden. Ben de birilerine söyledim dedi, isim vermedi tabi bize. Hocam demişler, biz zaten oturduğumuz yerde bu parayı kazanıyoruz. Bu durum hocamın çok ağırına gitmiş tabi. Bunu tabi ilk anlattığında hikâye gibi dinledik. Sonra dedi ki bize; yarın öbür gün size böyle bir teklif gelirse, sağlığınız yerindeyse, maddi durumunuz yerindeyse, eşiniz de müsaade ediyorsa, yapmazsınız vebal altındasınız. Çünkü, Üsküdar'a gitseniz Hasan Efendi var, Küçük Ayasofya'ya geçseniz Fuat Efendi var, Kocamustafapaşa'ya geçseniz Hüseyin Efendi var. Kendisini saymadı bile. Siz dedi cennetin içerisindesiniz. Ama Anadolu'da hat hocası yok. Ben her hafta, Kütahya, Eskişehir, Kocaeli, Bursa'da dersler veriyorum. Eğer seyahat ile alakalı bir sıkıntım olsa nasıl gideceğim? Her hafta 1000 km yapıyorum. Benim beş tane çocuğum var. Bunların okulları sağlıklar var tabi. Hanım da bir yerde yeter diyebilirdi. Ama Allah razı olsun.
Peki bu yoğunluğa nasıl motive oluyorsunuz?
Şu an da dünyanın dört bir yanından, Anadolu'nun dört yanından beş yüzden fazla öğrencim var. Nasıl motive oluyorum bilmiyorum ama artık hepsi ile baba-oğul, abi-kardeş de olduk.
Öğrencileriniz seçerken belirlediğiniz bir kriter var mı?
Hayır hiçbir kriterim yok. Öyle bir lüksüm de yok. Ben tarihte iki olayı baz alıyorum. Birisi Bolulu Mehmed Efendi. Elsiz ve ayaksız, hat eğitimi almaya başlıyor. Elleri bileklerinden, ayaklarının da topuklarından itibaren olmadığı söylenir. Bu adam sülüs-nesih kıta yazmış. İkincisi de Mehmed Esad Yesari. Yesari biliyorsunuz, malumunuz solak demek. Mahmud Efendi diye bir kişinin oğludur. Hat dersi almak ister. Babası da onu dönemin şeyhülislamı ve talik yazıda üstad Veliyuddin Efendi'ye götürür. Mehmed Esad Efendi'nin de sağ taraf tutmuyor, sol taraf da titriyor. Hoca tabi bakınca hemen bu çocuk yapamaz diyor. Baba da üzülüyor tabi çocuğunu daha derviş tabiatlı Mehmed Said Dedezade diye bir hattata götürüyor. O da bu çocuk yapamaz ama en azından yapamayacağını kendi anlasın diyor. Dersini veriyor, birkaç zaman sonra dersi getirince onun yazdığına inanmayıp kendi önünde tekrar yazmasını istiyor. Tabi yeniden yazıyor ve takriben beş sene sonra da icazetnamesini alıyor. İcazet töreninde Veliyuddin Efendi yazısını görünce ağlayıp Allah senin hocan olma şerefini bize verecekti ama teptik diyor. Şimdi bunları görüp de herhangi birine ben size ders veremem demek abes geliyor. Zaten her başlayan devam etseydi şu an on binlerce öğrencim olurdu. Bazıları yoldan dönüyor.
Hat sanatının hem öğrenimi hem öğretimi büyük emek. Bu eğitimlerin herhangi bir ücreti var mı?
Az önce Şevki Efendi'den örnek verdim, kendi geçimini sağlamak için çorap örüp satıyor. Bizim geleneğimizde bu işin parasal bir karşılığı yoktur. Tabi bir belediyede çalışıyorsanız, ya da dernekte ders veriyorsanız bu kurumlardan ücret alırsınız. Ama normal şartlarda, yani öğrenci ile direkt ikili ilişkilerde maddi hiçbir şey, hatta dahil kabul edilmemesi gerektiği söylenir. Diğer türlü işin samimiyeti kaçar.
Bu sanatın Cumhuriyet dönemindeki sancılı sürecini de göz önünde bulundurarak şu anki durumunu değerlendirebilir misiniz?
Bu işin en büyük zorluklarını Necmeddin Okyay, Kâmil Akdik, İsmail Hakkı Altunbezer, gibi hocalar yaşamış. Çünkü yazı değişmiş ve sizin yazdığınız yazı maalesef yasaklı bir duruma düşmüş. Hamid hocamız ömrünü açlıkla mücadele ederek bu sanatı günümüze aktarmış. Biz biraz daha sefasını sürüyoruz tabi. Biz de kendimizi geçiş dönemi olarak görüyoruz. Şu an Türkiye'nin dört bir yanında dersler verilebiliyor, tezlere konu olabiliyor. Üstatların çektiği çilelerden sonra biz en keyifli dönemlerini yaşıyoruz.
Kökeni Arap yazısı olan bir sanatın Türk hattatların ellerinde zirveye çıkmasının sebebi nedir? İstanbul nasıl hat sanatının merkezi olmuş?
Arap alfabesi biliyorsunuz Nebati yazıya dayanır. Daha sonra Kufe'den Kufi yazı geliyor oradan da o yazıyı alıyorlar. Fakat vahiyler gelip de vahiy katipleri yazıya dökerken Allah kelamı yazmanın farkındalığını yaşamışlar. Bunu ne kadar güzel yazabiliriz, bunun ne kadar güzel bir kâğıda yazabiliriz ve ne kadar kalıcı bir mürekkep ile yazabiliriz düşünceleri gelişmeye başlamıştır. Bu anlayışla tamamen bir kuran medeniyeti oluşmuştur. Bu tam yedi yüz sene boyunca bir gelişim kaydetmiş. Emevilerden, Osmanlılara kadar gelişerek gelmiş. Bizim Türklerin şöyle bir özelliği var. Mesela İran'ın Talik yazısını almışlar, mikron ayarlara indirip Türk Talik yazısını oluşturmuşlar. Üstadı da Mehmet Esad Yesari. Osmanlı Şeyh Hamdullah ile beraber bir yeniliğe gitmiş, öncesinde izlenilen Yakut el Mustasımi üslubu yerine Türk ekolünü oluşturmuş. Şu an bizim izlediğimiz yol Şeyh Hamdullah'ın oluşturduğu yoldur. Osmanlı'da zirveyi yaşamış bir sanat olunca rağbet de buraya oluyor.
Son olarak bu sanatın içinde olan ya da başlamak isteyen öğrencilere söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Günümüzde çok talep olan bir sanat. Fakat şunu söyleyeyim. Birinci olarak, Hüseyin hocamın tabiri ile söyleyeceğim yine; dünyanın en billur avizesini odanıza astınız, bu avizenin görevi ne ışık vermek. Işığı nasıl verir? İlk olarak avizeyi astığınız yerden bir kablo prize gider. Basarsınız çalışır. Peki oraya nereden gider. En yakın elektrik toplama merkezinden. Oradan baraja kadar giden bir yol vardır. Arada bir tanesi kesilince avize ışık vermez. Hüseyin hocam, eğer bu silsile yoluyla, icazet yoluyla eğitim alan birisiyle devam etmediğiniz zaman çok zor. O yolun takipçisi olanlardan gitmek gerekir. Bu işin gelenekli sanat olduğunu ve bu işi gelenekleri ile devam etmek gerektiğini ve o ışık yolunu bilmeniz lazım. Orada bir kopukluk yoksa devam.
Röportaj: Ayla Yılmaz
Kaynak: https://www.dunyabizim.com/