Dolar

42,5340

Euro

49,5492

Altın

5.753,63

Bist

11.007,37

Uygur Soykırımı: Ninnisi Çalınan Çocukluk, Tel Örgüye Takılan Gelecek

Yazar İmdat Demir—filozofkirpi yazdı bölüm;2

2 Ay Önce Güncellendi

2025-10-05 09:21:27

Uygur Soykırımı: Ninnisi Çalınan Çocukluk, Tel Örgüye Takılan Gelecek

“Çocuk”u merkeze koyduğunuzda mesele çıplaklaşır. Siyaset biliminin steril kavramları, travma psikolojisinin karanlık odasında yeniden odaklanır: Biyopolitika (Foucault) [1] bedeni yönetmekle kalmaz, ruhu ve hatırayı da terbiye eder. Doğu Türkistan'da devlet, çocukların bedensel güvenliğini değil, kimliksel sürekliliğini hedef alıyor; yani bir halkın kendi kendisi olarak kalma hakkını. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği'nin 31 Ağustos 2022 tarihli değerlendirmesi, bölgede “insanlığa karşı suçlara” varabilecek nitelikte sistematik ihlaller tespit etti; “eğitim” söyleminin arkasında zorla tutulma, korkutma, kültürel imha başlıkları belirginleşti.[2]

Bu çerçevede çocuk, devletin en “verimli” hedefidir; çünkü çocuk geçmişle gelecek arasındaki canlı köprüdür. O köprüyü yıktığınızda iki yakayı bir daha buluşturamazsınız. Arendt'in totalitarizm [3] analizinde, rejimin asıl hırsı “yeni insan” yaratmaktır; fabrikayı en kolay kurduğu yer ise okuldur, yurtlardır, yetimhanelerdir. Çocuğu “yeniden başlatmak”, toplumu yeniden başlatmanın kestirme yoludur. Bunu görmezden gelip “mesleki eğitim” diyen her açıklama, gerçeğin üstüne sürülen kalın bir boya tabakasıdır.

Dissosiyasyon Ülkesi: Uygur Soykırımında Çocuğun İçindeki Sürgün

Travma psikolojisine dönersek: Judith Herman'ın çerçevesiyle, burada kompleks travma [4] üretiliyor; yani uzun süreli, kurum tarafından uygulanan, kaçışı zor sistematik zorlama. Kompleks travmanın çıktıları—dissosiyasyon, [5] kimlik dağılması, bağlanma sorunları—yalnız bireysel değil, kuşaklararasıdır. Bu nedenle çocukları hedef alan asimilasyon politikaları, klasik polis şiddetinden daha derin bir tahribat yaratır: sessiz bir iç göç, yani kişinin kendi içinde sürgün edilmesi.

Somutlaştırayım: Zorunlu yatılılaştırma, tek dil dayatması, dini pratiklerin kriminalize edilmesi, “millî sevgi” marşlarıyla yapılan törensel disiplin… Bunların hepsi, Michel Foucault'nun “itaatkâr bedenler” [6] dediği çıktıyı verir; fakat burada hedef yalnız beden değil, dil ve hafızadır. UN OHCHR [7] raporunun cümleleri diplomasinin soğuk diliyle yazılmış olabilir; ama alt metinde kültürel varlığın imhası alarmı çalıyor. (BM İnsan Hakları Ofisi)

Heterobilim yorumu: Bu, “biyososyal kolonizasyon” [8]modelidir. Sınırın ötesinden gelen bir işgal değil, evin içine kurulan bir fabrika. Eşikten içeri girer girmez görünen kamera, değiştirilmiş müfredat, “zorunlu sevgi” ritüelleri; hepsi aynı şemaya bağlanır: köksüzleştir, ikame et, tektipleştir. Çocuğun gözünde dünya, devletin rengine boyanır. Bu yüzden “çocuk yüzlü soykırım” ifadesi retorik değil, analitik bir teşhistir.

Ve evet, bu teşhis siyasidir: Çünkü soykırım yalnız toplama kamplarıyla yapılmaz; hafızayı mühürleyen sınıf kapılarıyla da yapılır. Çin devletinin “istihdam edilebilir yurttaş” ürettiği iddiası, aslında dilsiz ve boyun eğen bir yurttaş üretme programıdır. Buna “kalkınma” diyen bürokrasinin, sahaya indiğinizde görünürdeki çocuğun gözlerini göremediği açıktır. Kalkınma mı? Köksüz bırakmanın iktisadı daha doğru isim.

Aileden Koparma ve “Devlet-Anne”: Bağlanmanın Siyaseti

Sistem, önce anne-babayı “kamp”a, “eğitim”e, “soruşturma”ya yollar; sonra geride kalan çocuk için yatılı yurt ve çocuk refah kurumu devreye sokulur. Human Rights Watch, 2018 ve 2019 raporlarında özellikle ebeveynleri gözaltında olan on binlerce çocuğun kurumlara kapatıldığını, akrabaya teslimin sistematik biçimde engellendiğini belgeledi. Bu çocuklar çoğu zaman Çince eğitim, propaganda etkinlikleri ve sınırlı aile teması rejimine maruz bırakılıyor. (Human Rights Watch)

Devlet-Anne'nin Soğuk Kucağı: Uygur Soykırımında Çocukların Koparılan Kökleri

Psikolojide bağlanma kuramı [9] (Bowlby, Ainsworth) bize şunu söyler: İlk çocuklukta güvenli bağlanma, ileriki hayatın duygusal istikrarı için temel koşuldur. Devlet, “öğretmen anne” gibi grotesk bir kavramla ikamesel annelik tasarladığında, aslında çocukta bağlanma bozukluğu inşa eder. Bu, ileride anksiyete, depresyon, öfke regülasyonu sorunları, dissosiyatif tepkiler ve otoriteye patolojik bağımlılık gibi çıktılar üretir. Siyaset teorisi açısından bu, Arendt'in dediği gibi, totalitarizmin “iç yurt” [10] kurmasıdır: Devlet, evin içine girer ve aileyi kamusallaştırır.

Sahadaki işleyiş şöyle: Akrabalar çocuğu almak istediğinde “güvenlik prosedürü” duvarına çarpar; ebeveynler “terörle mücadele” çuvalına atıldığı için vesayet hakkı kilitlenir. Devlet, çocuğun soy bağını fiilen askıya alır. Bu, hukuk sosyolojisi bakımından “kişisel statüye idari müdahale”dir. İdare, mahkemenin yerine geçer; yargı denetimi, “ulusal güvenlik” gerekçesiyle devre dışı kalır. Sonuç: Aile, devletin alt birimine dönüşür.

Psikanalitik düzlemde, çocuğun “anne imgesi” yer değiştirir. Günlük rutinde ona bakan öğretmen, kurumsal şefkat tekeli kurar. Fakat bu şefkat koşulludur: doğru marşı söyle, doğru dili konuş, doğru bayrağa bak. Şefkat, itaatle takas edilir. Çocuk, “sevilmek için ben olmamalıyım” duygusuna gömülür; bu, kimlik inkârının duygusal çekirdeğidir. Bu çekirdek, ergenlikte patlar; ya içsel çökme (öğrenilmiş çaresizlik) ya da kör öfke (kendine yönelen saldırganlık) olarak geri döner.

“Her şey çocukların iyiliği için” diyen devlet söylemi, pedagojik değil kolonyaldir. Yatılılaştırmayı “yoksulluğu azaltma” diye pazarlayan açıklamalar, ebeveyn denetimini suç gibi göstermeye yarar. Oysa sosyal hizmet bilimi, çocuğun aile yanında desteklenmesini birinci seçenek sayar; kurum bakımı son çaredir. Burada tam tersi yapılıyor: Kurumlaştırma birinci seçenek. Bu, refah değil kültürel vesayettir.

Somut veri? HRW'nin [11] belgeleri açık: Kurumda tutulan çocukların aile teması sınırlı, dil rejimi tek yönlü, içerik propagandist; amaç, “yeni bir yurttaş tipi.” (Human Rights Watch) 2022 OHCHR değerlendirmesi de, zorla alıkoyma ve korku ikliminin çocukları kapsayan boyutlarına işaret ediyor; “kamplar bitti” pazarlamasına rağmen süreklilik vurgulanıyor. (BM İnsan Hakları Ofisi)

Heterobilim yorumu: “Devlet-anne” figürü, emperyal pedagojinin maskesidir. Sevgi kelimesini duvarlara yazıp sevgiyi şarta bağlayan idare, aslında sevginin dilini gözetim lehçesine çevirir. Çocuğun omzuna konan kamera, en ağır yük. Bu yüzden diyorum: Bu düzen bir “travma fabrikası”dır—ürün: itaatkâr ve köksüz zihinler. Ve evet, bu, açıkça ahlak dışıdır.

Yorum Yap

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Haber Ara