Dolar

34,8723

Euro

36,7491

Altın

3.044,49

Bist

10.058,47

Lübnan’dan yeryüzü notları

Gazeteci Yazar Yusuf Armağan, Sadakataşı Derneği bünyesinde Lübnan’da gerçekleştirdiği çalışmalarda yaptığı izlenimleri not aldı.

6 Yıl Önce Güncellendi

2019-10-22 19:12:44

Lübnan’dan yeryüzü notları

"Burası Lübnan işte… Önce dağlarla Akdeniz arasına sıkışmış yüksek binalar ve sahil şeridine yayılmış tatil siteleri, oteller görünüyor. Havaalanına inişten hemen önce görünen derme çatma, yaralı binalar, metruk meskenler, eskimiş yapılar, hurdalıklar eşliğinde iniyoruz Beyrut Refik Hariri Havalimanına..."

Gazeteci Yazar Yusuf Armağan'ın, Sadakataşı Derneği bünyesinde Lübnan'da gerçekleştirdiği çalışmalarda yaptığı izlenimlerden notlar:

Lübnan'dan Yeryüzü Notları

Biraz Akdeniz, biraz Osman Sarı ve çokça Ortadoğu

Her yolculuk hafif bir anksiyete üretir bende. Çokça heyecan, çokça merak ve bir miktar belirsizlikten kaynaklandığını düşünürüm. Geride bırakılanlara dair daha yola çıkışın hemen akabinde başlayan özlem eşlik eder yol boyu. Yeni yerler görecek olmanın, yeni insanlar tanıyacak olmanın heyecanı vardır. Karşılaşılması muhtemel tüm olumsuzlukların ipuçları gözlerinin önündedir daima.

Eksiklik duygusu vardır bir de. Hani bilirsiniz, bir şey unutmuşsun da o unuttuğun şeyin ne olduğunu hatırlayamıyormuşsun gibi bir şey işte. Ne unuttuğunu hatırlamak mı daha iyidir böyle bir durumda yoksa ne unuttuğunu bir türlü hatırlayamamak mı? Hatırlayacak olsan ne yapabilirsin ki zaten diye düşünür ve aynı mevzuyu bir sonraki hatırlayışa kadar geçecek zaman diliminde geçici bir konfor alanı üretirsin kendine. Ve yolculuk boyunca neleri unutmuş olduğunu hatırlar durursun ve yolculuk sona erdiğinde hiçbir şeyin kalmamış olur böylece.

Anadolu'yu aşarak ulaştık Akdeniz'e. Daha Kıbrıs üzerindeyken alçalmaya başladı uçağımız. Larnaka sonrası bir başka Akdeniz'le karşılaşırsınız tam da burada. Çokça hüzün barındırıyor buralarda Akdeniz. Sanırım şöyle anlatabilirim ne demek istediğimi;

Osman Sarı 1974 Haziran'ında Edebiyat Dergisi'nde yayınladığı ve üstümüze haksızca saldıranlara ithaf ettiği Şehit Söylevi şiirine;

“Ortadoğu

savaşında

ölenlerin cesetleri

kıyılarımıza vurmağa başladı”

diye başlar.

“Biz de yaşamak için gelmişiz

İnsanlar

Biz de yaşamak için”

diye de devam eder.

Öyle bir hüzün işte.

Burası Lübnan işte… Önce dağlarla Akdeniz arasına sıkışmış yüksek binalar ve sahil şeridine yayılmış tatil siteleri, oteller görünüyor. Havaalanına inişten hemen önce görünen derme çatma, yaralı binalar, metruk meskenler, eskimiş yapılar, hurdalıklar eşliğinde iniyoruz Beyrut Refik Hariri Havalimanına.

Pasaport kontrolü, bagaj alımı derken birbirinden oldukça farklı kültürlere sahip insanların arasına düşüveriyoruz. Doğum günü kızına yapılan sürpriz bir parti, uzunca zamandır beklenen evlatlarını alınlarından öperek karşılayan beyaz başörtülü kadınlar, siyah gözlüklü irice adamların hepsi karşımızda işte. Şimdi bize düşen, bizi karşılayacak olan Nebil Bey'i bulmak.

Çok değil, bir iki dakika sonrasında buluşuyoruz Nebil Bey ile. Yanında Türkçe konuşan biri var; Abdullah. Belli ki havalimanında karşılaşmışlar. Diğer yanında Mahmut duruyor; siyah şapkası, uzun bıyığı ve sakalı, yapılı cüssesi, heyecanını dizginlemeye çalışan tavırlarıyla.

Sadakataşı Derneği'nin kurban faaliyetlerini koordine etmek, Sadakataşı Derneği'ne kurban bağışında bulunmuş olanların kurbanlarının gereğince kesilmesini ve hakkıyla yerine ulaşmasını teminen buradayız. Arife gününden itibaren toplam dört gün sürecek programımız. Kesim, dağıtım ve planlanan ziyaretler dolayısıyla oldukça yoğun bir program bizi bekliyor. Niyetimiz, bayramın birinci günü Ketermaya bölgesinde, ikinci günü Baalbek şehrinde ve üçüncü günü ise Beyrut'taki mülteci kamplarında organizasyonumuzu gerçekleştirmek. Hâl böyle olunca ne Beyrut'u hakkıyla görmüş olacağız ne de Trablus'u.

Programa bakınca fark ediyorum ki, arife gününü dinlenmeye ayırmışlar bizi dört gün boyunca misafir edecek olan arkadaşlarımız. Saat ikindiye doğru ilerliyor. Ani bir karar olabilir belki ama bugünü dinlenmeye ayırmak yerine kadim şehrimiz Trablus'a ayırmaya karar veriyoruz. Nebil Bey de sağ olsun kırmıyor bizi. Mahmut zaten dünden razı. Nebil Bey'den bayramda görüşmek üzere ayrılıyoruz. Mahmut düşüveriyor önümüze ve öylece çıkıyoruz havalimanından.

Sıcak çarpıyor evvela yüzümüze. Mahmut otoparkta dizili araçların aralarından geçerek bize tahsis edilmiş eski bir arabanın yanına kadar hızlı ve emin adımlarla götürüyor bizi. Havalimanı otoparkından çıkarken yol arkadaşım Fatih hafiften gelen müzik sesine ‘Etyaf mı bu?' diye tepki veriyor. Mahmut'un gözleri parlıyor, ses düğmesine gidiyor eli ve Filistin marşları düşüyor Beyrut caddelerine.

Havalimanı civarı Hizbullah kontrolünde Beyrut'ta. İmam Humeyni Bulvarı'nı geçerek uzaklaşıyoruz havalimanından. Trafik çok yoğun. Bir kaos hakim yollara. Araçlardan, binalardan, yolların durumundan, yol boyu sıralanan dükkânlardan, insanların yüzlerinden, reklam panolarından yola çıkarak Lübnan'a dair bir ön tahlile yelteniyoruz kendimizce. Nedendir bilinmez şöyle bir tanımlama düşüyor zihnime birden; ‘Çokça Ortadoğu'

Aklımda hep Beyrut var ama Beyrut'a şimdilik teğet geçerek düşeceğiz Trablus yoluna.

Bakalım neler bekliyor bizi..

Birkaç saatliğine de olsa Trablus

Şimdilik teğet geçtiğimiz Beyrut'u yavaş yavaş geride bırakarak sahil şeridi boyunca kuzeye doğru ilerliyoruz. Trafik oldukça yoğun. Araç sayısının çok fazla olduğunu söyleyebiliriz. Bilboardlardaki, bina cephelerindeki, totemlerdeki neredeyse tüm reklamlar araç üzerine. Araç reklamlarını konut reklamları takip ediyor. Sonrasında tatil beldelerine yönelik reklamlar var. Beyrut'un yaşlı ve yaralı beton binalarına tanık oluyoruz sık sık. Binalardaki daire sahiplerinin balkonlarına gerilmiş bezlerle hem güneşten korunuyor hem de mahremiyet hassasiyetini gözetiyor olmalılar.

Sağımızda bir araba, solumuzda bir araba, üç şeritlik yola beş şerit oluşturmuş durumdayız. Kıpırdayamıyoruz. Zaman zaman hareketleniyor trafik, birkaç metre sonra duruyoruz. Belki bir, bir buçuk saat sürecek yolu belli ki iki kat sürede alacağız.

Mahmut pencereyi indiriyor, bir sigara daha yakıyor. Şapkası, güneş gözlüğü, sakalı, uzunca bıyığı, gözlüğünün yan tarafından gördüğüm sürekli ufak bakmaktan, yol gözlemekten kısılmış gözleriyle dünyanın en karizmatik adamıyla beraber olduğumuzu düşünüyorum ister istemez. 40 yıl evvel gelmişler Filistin'den Lübnan'a. Babasını İsrail askerleri vurmuş. Etyaf'ın marşları dönüp dururken ‘bir gün döneceğim memleketime' diyor. İşte tam bu esnada Mahmut'un önündeki arabaya, yola filan bakmaktan öte gözlerini ufka, hedefine yöneltmiş olduğunu fark ediyorum. Gözlerinin neden kısık olduğu da ortaya çıkıyor böylece. Göz pınarlarında bir gözyaşı damlası duruyor sanki. O gözyaşını akıtmamak için büyük bir savaş veriyor gibi. Bu onu daha da güçlü kılıyor olmalı. Uzunca bir nefes daha çekiyor sigarasından.

Trafik açılıyor neyse ki. Mahmut arabayı sağa doğru çekiyor. Birkaç şişe soğuk su alıyor arabaya. ‘Kahve ister misiniz' diye soruyor, 'ben alırım' diyorum, soru tonuyla ‘espresso' diyor, ‘kısa olsun' diyorum, neden bilmem ama mutlu oluyor. Peynirli kruvasan diye tarifleyebileceğim bir şey de ikram ediyor. Kahveyi tek seferde içince bir gülümseme daha bırakıyor yıpranmış arabanın içine. Gülüyoruz. Etyaf'ın sesini biraz daha açıyor. Direksiyonu tuttuğu parmakları marşın ritmini yakalıyor. Baştan ayağa Kudüs olup devam ediyoruz yola.

Dağa doğru tırmanan teleferikler var görüyoruz. Sağımız dağ, solumuz Akdeniz. Hareketli bir ülke Lübnan. Dinamik bir nüfusa sahip. Ülkenin eskimiş bir görüntüsü var. Tatilciler, oteller arasından geçerek rahatlamış trafikte bir Akdeniz klasiği yaşıyoruz. Zaman zaman şehir girişlerinde kontrol noktalarından, ağır silahlı askerlerin üzerimize bıraktığı bakışları da yüklenerek geçiyoruz.

Trablus şehir meydanına gelince sağa çekiyor arabayı Mahmut. Banka şubeleri, zırhlı askeri araçlar, kalabalık arasında bekliyoruz bir müddet. Bir korna sesiyle, yanımıza gelen bir aracı takip ederek uygun bir park alanına geçiyoruz. Arabadan inince anlıyorum yolun yorgunluğunu.

Zaher Sultan isimli bir arkadaşımız karşılıyor bizi burada. Türkiye'de eczacılık okumuş. Türkçesi çok iyi. Baba mesleği olan eczacılığı Trablus'ta bir eczacılık firmasında icra ediyor Zaher. Trablus'un köklü ailelerinden Sultanizadelerdenmiş. Hükümet meydanı ve saat kulesinin bulunduğu alandaki büyük ve tarihi bina dedelerininmiş. Türkiye ile irtibatlı. Sivil toplum kuruluşlarımızın, elçiliğimizin zaman zaman destek istediği isimlerden biri.

Çok fazla vaktimiz yok, hemen ayaküstü bir plan yapıyoruz ve düşüyoruz yola.

Trablus'un 400 bin civarında bir nüfusu olduğu düşünülüyor. Düşünülüyor diyorum, zira 1935 yılından beri nüfus sayımı yapılmamış ülkede. Bunun siyasi, sosyolojik hatta psikolojik birçok sebebi var.

Çerkes sabunu ve Beyrut

Trablus'ta çarşı içerisinde bir o sokağa, bir bu yokuşa derken bir handa bulduk kendimizi. Sabuncu Han burası. Zaher, bizi, hemen bir üst katta sabun imalatı ile meşgul olan biriyle tanıştırmak istediğini söylüyor. Eski hanın ortası göçmüş merdiven basamaklarından ağır ağır yukarıya çıkıyoruz.

Karanlık bir ortam burası. Dışarının sıcaklığına rağmen taş duvarlar bize serin bir ortam ikram ediyor. Sabun kokuları arasından bir selam bırakıyoruz imalathaneye. Selamımız hemen karşılık buluyor. Mahmut amcanın ailesi iki asırdan bu yana Trablus'taymış. El-Şerkes (Çerkes) marka sabunlar üretiyor. Sabunun imalat sürecini işine olan tutkusunu da hissettirerek anlatıyor.

Mahmut amcanın yüz çizgilerinde, bakışlarında, ellerinde iki asırda yaşanmış sürgünden yalnızlığa, savaşların yorgunluğundan özleme kadar hemen her şeyi görebiliyoruz. İtinayla saklanmış küçük bir kâğıt çıkarıyor bize göstermek için. Kâğıtta ‘Sakarya' yazıyor. ‘Bizimkiler' diyor, ‘buradalarmış'. Dalıp gidiyor, hüzünleniyor. Tarihin seyri içerisinde parçalanmış Çerkes aileleri gerçeğiyle yüzleşiyoruz.

2015-2018 yılları arasında Lübnan'da vazife yapan büyükelçimiz Çağatay Erciyes de ziyaret etmiş Mahmut amcanın işyerini. Ona dair fotoğrafları da büyük bir mutlulukla paylaşıyor bizimle. Türkçe bilmiyor Mahmut amca ama kızının Türkçe öğrendiğini, Türkçe şarkılar söylediğini filan anlatıyor, mutlu oluyor, yüzü gülüyor.

Kendimizi yeniden Trablus sokaklarına bırakıyoruz. Çarşıdan, eski binaların arasından geçerek vardığımız Tel Meydanında geniş bir alanın önünde duruyoruz bu sefer. Zaher, bu meydanda Osmanlı döneminin hükümet sarayının bulunduğunu ama Arap dünyasını etkisi altına alan Arap milliyetçiliğinin de etkisiyle yıkıldığını anlatıyor. Bu alana bir otopark yapımı gündemdeyken 2015 yılında Trablus Tarihi Eserleri Koruma Komitesinin ön ayak olmasıyla, Trablus Belediye Meclisi'nin Trablus Valiliği başkanlığında oy birliği ile bir karar aldığını, bu karar neticesinde bu meydanda eskiden var olan hükümet sarayının yeniden yapımı hususunda Türkiye hükümetine büyükelçiliğimiz vasıtasıyla müracaatta bulunulmuş. Trabluslular, “ümidimiz Türkiye bu sesimize, bu sevgimize, müşterek tarihi mirasımıza sahip çıkarak oraya bir kültür sarayı yapılmasına karar vermesidir. Bu kararın en kısa sürede alınmasını temenni ediyoruz. 100 yıllık bir kopukluk yaşandıktan sonra biz şimdi 21. yüzyılda bu simgeyi yeniden oraya bir daha dikmek için çaba harcıyoruz” diyorlar. Aradan geçen bunca zaman sonrasında henüz akıbeti belli olmamış taleplerinin.

Zaher, vakit darlığından ötürü şehri gezme hususunda ancak bu kadar yardımcı olabildiğini söylüyor. Birkaç saatliğine de olsa Trablus'u çok iyi anlamamıza sebep olduğu için kendisine müteşekkir olduğumuzu söylüyoruz. Vaktimiz gerçekten o kadar daralmış durumda ki, Zaher'in yemek davetini geri çeviriyoruz. Akşam olmak üzere, Beyrut'a dönmek durumundayız, henüz bir şeyler yemedik, yorgun bir gece sonrasında bayram sabahına uyanacağız, Sadakataşı Derneğinin kurbanlarının kesim işleri koordine edilecek. Zaher buraya kadar gelmişken hiç olmadı tatlılarımızdan ikram edelim size diyor ve kolumuza girerek bizi ‘Hallab 1881' isimli tarihi bir tatlıcıya götürüyor. O güzel tatlılardan yiyor, Lübnan'ın meşhur Jallab'ından yudumluyor ve muhabbete devam ediyoruz.

İşte böyle, Bir Anadolu, bir Balkan şehri gibi dolaştığımız Trablus'tan böyle güzel hikâyelere tanıklık ederek ayrılıyoruz.

Trablus'tan Beyrut'a doğru seyrimiz bu defa daha hızlı. Arabada yine ‘Etyaf' çalıyor. Beyrut'a vardığımızda Mahmut bizi bir restorana götürüyor. Türkler de sever burayı diyor. Kebap isimleri, Urfalı, Antepli, Halepli. Lübnan yemekleri hakkında fazla detaya girmeden şu kadarını ifade etmekle yetinmiş olayım. Lübnan mutfağı, bizim Güneydoğumuz, Akdeniz/Ege ve Arap mutfağının bir karışımından oluşuyor. Gerisini varın siz düşünün.

Otele geçince farkına varıyoruz yorgunluğumuzun. Uyku düşerken göz kapaklarıma, gözlerimin önünde tarihi bir tablo şeklinde Trablus var, henüz göremediğim Beyrut'a dair şarkılar Julia Boutros, Majida el Roumi, Umeyme el Khalil ve elbette Feyruz'un sesi ve MarcelKhalife'nin udu eşliğinde dönüp duruyor fonda, Osmanlı'nın son Osmanlı valisi Hüseyin Kazım Kadri bindiği gemiden Beyrut'a el sallıyor sonra.

Böylece uyanıyorum bayrama. E bu da fena bir şey değil hani.

Bayram sabahı, otel gören defterler ve Ketermaya

Gecenin bir yarısında gözlerimi açtığımda dünden kalan bir hikâye düşüyor zihnime;

Tatlı yemek için oturduğumuz mekânda, vitrinin hemen dış tarafında, kaldırımda bir el sallanıyor bize doğru. Zaher'i hedefliyormuş meğer. Zaher görür görmez, ayağa fırlıyor, dışarıya çıkıyor. Kısa bir süre sonra dışarıdaki beyefendiyi yanımıza getiriyor. Kıbrıslı bir ailenin ferdiymiş beyefendi. Bir müddet muhabbet ediyoruz. Ve konu babaannesine geliyor. Başlıyor heyecanla anlatmaya;

Babaanne eski Kıbrıslılardan olunca Rumlar kendisiyle irtibat kurmuşlar ve vatandaşlık teklif etmişler. Teyzemiz, bir daha beni bu konuda rahatsız ederseniz elçilik binanızı taşlamaya gelirim diyerek teklifi reddetmiş. Sonrasında çocuklarını ve torunlarını toplamış etrafına. Size de bir gün böyle bir teklifle geldiklerinde eğer onlara gereken cevabı vermezseniz size hakkımızı helal etmem demiş. Teyze, Türkiye'deki siyaseti yakından takip ediyormuş. Kendisine sorsanız Trablus'un belediye başkanı kimdir diye bilmez ama Türkiye'deki bütün siyasetçileri tanır diyor torunu. O kadar seviyormuş Türkiye'yi.

Türkçe biliyor mu dedim, evet dedi. Peki, siz Türkçe konuşuyor musunuz kendisiyle diye sordum, biz bilmiyoruz Türkçe diye cevapladı torun. Ama teyze şunu yapıyormuş, çocukları, torunları, Türkçesini bildiklerini düşündüğü ifadeler kullandığında elini kulağına götürerek ‘efendim, efendim' diyormuş. İstiyormuş ki, Türkçesini söylesinler, Türkçesini söylediklerinde ‘ha, tamam' diye mukabelede bulunuyormuş. Teyzemiz şu sıralar bir hayli yaşlanmış durumdaymış. Alzheimer benzeri bir rahatsızlıkla cedelleşiyormuş. Alzheimer hastalığında hafıza artık yeni bir bilgi kaydetmemeye başlar, bilirsiniz. Sonrasında da hafıza son kaydettiklerinden başlayarak geriye doğru tüm bilgileri silme yolunu seçer. Teyzemiz şu anda Arapçayı tamamen unutmuş, çocukluğundan kalma Türkçeyi kullanabiliyormuş yalnızca.

Biraz gülümseme biraz hüzün, bizim hikâyelerimiz hep böyle değil midir?

Gece ilerliyor, sabah namazı vakti giriyor. Namaz sonrası bayram namazına kadar geçen süre bir sessizlik zamanıdır böylesi otel odalarında. Susar ve bolca düşünürsünüz.

Bayram sabahlarını bilirsiniz. Bayrama özel hazırlanan giysiler giyilir, aynada bir miktar daha özenle bakılır saça başa, kılık kıyafete, bayram namazı beklenir sonra ve evin erkekleri yola dökülürler. Bu defa bir otel odasındayız. Bu daracık odada da olsa aynı heyecanları bir kez daha yaşamayı nasip ediyor Allah. Dışarıdan Kur'an-ı Kerîm sesleri geliyor sabah namazından bu yana. Tekbirler yükseliyor göğe.

Bir otel odasındaysanız ve eğer kutlu bir eylemi beklemeye koyulmuşsanız akla Nuri Pakdil'in ve ‘Otel Gören Defterler'in gelmeme olasılığı yoktur hani. ‘Gömleğimi giydim, odayı düzelttim, çantamı aldım. Saat Kudüs oldu.' der ya hani Usta, işte öyle bir an gelir çatar çoklukla. Biz de tam da böyle yapıp Fatih'le birlikte sokağa bırakıyoruz kendimizi.

Kaldığımız otelin hemen yakınında bir cami var. Çoluk çocuk, genç ihtiyar sokaklardan caddelerden camilere yönelmiş küçük gruplar halinde yürüyen, koşturan tatlı bir telaşe içindeki insanlar arasına biz de katılıyoruz.

Tekbirler eşliğinde kılınan namaz sonrasında bizi almaya gelen Muhammed Saad Said ile birlikte Sadakataşı Derneği adına ilk gün keseceğimiz kurbanlar için Ketermaya'ya doğru yola çıkıyoruz.

Ketermaya'da WAİ Derneği ile birlikte gerçekleştireceğiz kesimleri. Akabinde dağıtım işlemlerine geçeceğiz. Dernek başkanı İmad Said ile tanışıyoruz. Bulunduğumuz yer bir okulu, yıl içerisindeki tüm yardımların koordine edildiği bir merkezi, dernek yönetim binasını, kesimhaneyi, soğuk hava deposunu, genişçe bir bahçeyi barındıran bir tesis.

Kızılay da bu sene Lübnan'da yapacağı kurban kesimlerini ve dağıtım organizasyonunu burada gerçekleştiriyor. Türkiye'den gelen Kızılay görevlileri ile tanışıyoruz.

Her şey oldukça güzel işleyen bir sistem dâhilinde yürüyor. Hayvanların kesim alanına alınışından kesim işlemine, kesim sonrası parçalanma süreçlerinden dağıtım için hazırlıkların yapılmasına kadar hemen her şey tam da istediğimiz gibi yürüyor.

Burada geçirdiğimiz bir tam günün ardından Türkiye'den kurban bağışında bulunmuş bağışçıların isimlerini tek tek okuyarak tekbirler eşliğinde kesilmiş kurbanlıkların dağıtımlarının bir kısmını yine aynı bölgede gerçekleştiriyoruz. Akabinde ekseriyetle Suriyeli mültecilerin bulunduğu bir mahallede daha dağıtım işlemlerini sürdürüyoruz. Ve sonrasında dağlık bölgedeki tarım alanlarında bağ ve bahçelerdeki kırık dökük evlerde yaşamlarını sürdürmeye çalışan Suriyeli muhacirlerin evlerini tek tek dolaşarak emanetlerimizi yerlerine ulaştırıyoruz.

Bizimle birlikte Beyrut'tan Ketermaya'ya gelen Said ile birlikte döneceğiz Beyrut'a. Ama Said bizi evine davet ediyor öncelikle. Said'in evi Ketermaya'nın tam merkezinde. Balkonda oturuyoruz. Kahve hazırlıyorlar hemen. Eşiyle birlikte gerçekleştirdikleri İstanbul seyahatlerine dair fotoğrafları gösteriyor heyecanla. Lübnan'dan konuşuyoruz, Türkiye'yi anlatıyoruz.

Bu kadarcık bir dinlenme bile gün boyu ayakta kalmış olan bizim için çok iyi geliyor doğrusu. Evden çıkıp aile apartmanının merdivenlerinden aşağıya inerken alt kattan gelen nefis bir koku üzerine ‘bir dakika' diyor Said. Kokunun geldiği kapıyı çalıyor Said'in eşi. İçeriye girip çıkıyor. Elinde bir tabak var. Kıyma, tahminen soğan, kesin olarak semizotu ve bir miktar baharattan oluşan harçla yapılmış ve yağda kızartılmış bir çeşit börek var tabakta.

Said, eşi ve henüz birkaç aylık bebekleriyle birlikte Beyrut'a doğru yola koyuluyoruz. Dağdan aşağıya, muhteşem Akdeniz'e doğru inip sonrasında denizi solumuza alıp Beyrut'a doğru akan yoğun trafiğe karışıyoruz. Tam bir dinginlik hali var üzerimizde. Yükümlülüklerimizin bir kısmını yerine getirmiş olmanın verdiği huzur eşlik ediyor bize.

Beyrut'ta hava çoktan kararmış, gün yerini geceye bırakmış durumda. Kısa bir gece yürüyüşüne çıkıyoruz. Birazdan yemek yiyeceğiz. Ertesi gün yoğun bir gün bizi bekliyor olacak.

Baalbek; Afrika'dan Toroslara, Bizans'tan bugünlere

Daha Beyrut'a Beyrut denmesine sebep olan yerleri görmemişken bir kez daha Beyrut'u arkamızda bırakıp Akdeniz'i sağımıza alıp Baalbek'e doğru düşüyoruz yola. Bu defa bizi otelimizden alan arkadaşımız AhmedKayed. AhmedGaws Derneği'nin yöneticisi. Akdeniz'e yaslanarak Cebel-i Lübnan (Lübnan Dağı) bölgesine doğru tırmanışa geçiyoruz.

Bir süre sonra 1980'ler, 1990'lar boyunca adını çokça duyduğumuz Bekaa Vadisi'ne ulaşıyoruz. Bekaa Vadisi, Lübnan iç savaşı sırasında ve sonrasında uzun süre hükümet kontrolü dışında kaldığı için silahlı terör örgütlerinin ve uyuşturucu yetiştiricilerinin sığınağı olmuş. Terör örgütleri ve uyuşturucu yetiştiriciliği deyince Türkiye'yi de etkileyen yönüyle önemli bir bölge olduğunu söyleyebiliriz.

Uzunluğu 120 km, genişliği 8-14 km arasındaki bu bölgeye El Bekaa deniyor. Daha eskilerdeki isminin Çukur Suriye ya da Suriye Çukuru olduğunu da ifade etmeden geçmeyeyim. Takribi yükseklik seviyesi ise 900 metre civarında. Benim için önemli bir bilgi de şu; ova niteliğindeki bu bölge Kuzeydoğu Afrika'dan başlayıp Toroslara kadar uzanan ve yer kabuğunu engebelendiren coğrafi durumun çöküntü kısımlarından birisi de burası. Afrika'yı Toroslara bağlayan bir durumdan bahsediyorum yani. Afrika ile Torosları aynı cümle içerisinde zikrediyor olmak bile başlı başına muhteşem.

Eski çağlardan beri tarım yapılan bu bölge su kaynakları açısından da önemli. Ve buralarda bol miktarda tahıl, pamuk, sulanan kesimlerde de meyve yetiştiriliyor.

Ulaştığımız ilk yerleşim yerinde bir fotoğrafçı arkadaşı alıyoruz arabaya; Şefik Aziz. Bir süre sonra da fırın, kafe, pastane karışımı güzel bir mekândan kahvaltılık bir şeyler, su filan alıyoruz.

Sadakataşı Derneği bağışçılarının kurbanlarının kesimlerini gerçekleştireceğimiz şehre, Baalbek'e ulaştığımızda, kurbanlarımızın kesileceği mekâna giriyoruz. Her şey hazırlanmış durumda. Büyükbaş hayvanlar Allah adına boğazlanmak üzere yere yatırılmış vaziyette. Vazifemizi icra ediyoruz. Hayvanların parçalanma işlemi sürerken kahve içebileceğimiz bir yer soruyoruz Ahmed'e. Şehir merkezinden geçen cadde üzerinde eski bir dükkâna giriyoruz. Meşrubat şişelerinin hemen önündeki küçük masaya ilişiyoruz. Mekânın sahibi kahve makinasının başında kahvelerimizi hazırlıyor. Bayrama özel giysileriyle birkaç çocuk giriyor içeriye, bayram harçlıklarıyla Türk malı gofretlerden satın alıyorlar. Baalbek'teki Filistin mülteci kamplarından birine yaslanmış bu mekânın hemen yan sokağında El Fetih'in irtibat bürosu var. Filistin'den tanıdığımız Yaser Arafat'tan, Mescid-i Aksa'ya kadar birçok sembolün buradaki binaların duvarlarında resimleriyle göz göze geliyoruz.

Hayvanlarımızın parçalanma ve paketleme işleminin devam ettiği bilgisi gelince Baalbek'teki tarihi bölgeye gitmek için yola çıkıyoruz.

Sami ırkından Akdenizli bir kavim olan Fenike ve Roma inanç kültürlerinin iç içe geçmesiyle oluşan ve “tapınak şehri” olarak kabul edilen 5 bin yıllık Baalbek kenti birçok uygarlığa ve medeniyete ev sahipliği yapmış.

Doğudan Batıya giden ticaret yolunun önemli bir merkezi olan, antik çağın Roma'dan sonraki en önemli dini merkezi olarak kabul edilen ve tarih içerisinde savaşlar nedeniyle pek çok kez el değiştiren Baalbek; Bizanslılar, Selçuklular, Eyyubiler, Haçlılar, Moğollar, Memlukler ve Osmanlılar hâkimiyetine girmiş. Her uygarlık ve İslam medeniyeti şehre bir şeyler eklemiş.

Yaklaşık 2 bin tonluk işlenmiş taşlarıyla, devasa sütunlarıyla, antik çağın sırlarla dolu bilim dünyası, modern bilimin ulaşamadığı verilerle, göz alıcı mimarisi ile zamanının en önemli tapınak şehri Baalbek, tarihten günümüze uzanan tüm gizemli kalıntılarıyla günümüze ulaşmış.

İslamiyet'in ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra 637 yılında Ebu Ubeyde bin Cerrah tarafından İslam topraklarına katılan şehir, 1100'lü yıllarda haçlılar ile Müslümanlar arasında büyük savaşlara sahne olmuş. Şehir, en büyük zararı Haçlılar tarafından ele geçirildiği dönemde görmüş.

Lübnan ile İsrail arasında 2006 yılında yaşanan savaşta, İsrail'in Baalbek şehrini bombalaması sonucu şehir mimarisi, son bir kez daha zarar görmüş.

Baalbek tapınak kalıntılarını gezdikten sonra Filistinli mültecilerin uzun yıllardan beri yaşadığı kamplara geçiyoruz. Kurban kesim ve dağıtım işlemlerimizi koordine eden derneğin kamp içerisindeki ofisinde kurbanlıklarımızın paketlenmesi sürecine iştirak ediyoruz.

Kamp sokaklarında çocuklar bayram eğlencesi mahiyetinde oyuncaklara, küçük lunaparklara hücum etmiş durumda. Filistin ve bulunduğumuz bölgenin halk danslarına zemin teşkil eden halk müzikleri son ses yankılanıyor sokaklarda. Gençler bir ara el ele vererek ‘debki' adını verdikleri bir çeşit halaya duruyorlar. Biraz uzaktan Anadolu kadınlarından bildiğimiz kıyafetleriyle vakur iki Filistinli kadın usul usul geçiyor. Bastonuna yaslanmış bir ihtiyar, rutin hayatına bir miktar es verip uzun uzun süzüyor olan biteni. Çocuklar, gençler ve ihtiyarlar arasındaki sosyolojik farklılıklar hemen belli ediyor kendisini. Mültecilik zor durum. Nesiller boyu çok şeyler götürüyor belli ki. Yerleşik hayata sahip olmak, bir kimlik sahibi olmak, yerli yurtlu olmak oldukça koruyucu bir şey demek ki diye geçiriyorum zihnimden.

Kurbanlarımızın dağıtımlarını gerçekleştiriyor ve ayrılıyoruz Baalbek'ten. Afrika'dan Toroslara, Bizans'tan bugüne enteresan bir havzadan geçmiş oluyoruz böylece.

Güzergâh boyunca aklıma düşen mültecilik meselesine, sıkışmışlığa, nereye ait olduğunu bilememe durumuna, yersiz yurtsuzluğa, belirsiz geleceğe dair birçok soruya cevap bulabilmek mümkün mü bilmiyorum.

Beyrut'a vakitlice dönüyoruz. Otel odasında sırt çantamı asıyorum omuzlarıma. Görülmesi gereken yerlerin işaretlendiği bir şehir haritasını elime alıp telefonumdan navigasyonu ayarlıyorum. Akşam yemeği için bizi almaya gelecek olan arkadaşların gelmesine daha birkaç saatim var. Şehri yürüyerek soluklama niyetindeyim. Kendimi sokağa bırakıyorum öylece.

Beyrut sokaklarında kaybolmuşluğum var benim

Yoğun programımızdan kendim için artırdığım sadece iki saatlik bir zamanım var. Sırtımda çantam, elimde Beyrut haritası Beyrut caddelerine bırakıyorum kendimi. Cep telefonumdaki navigasyon programı vasıtasıyla nerede olduğumu daha ne kadar yolumun kaldığını ölçebiliyorum. Hızlı adımlarla tarihi bölgeye ulaşma niyetindeyim.

Sanayeh Bölgesi'ndeki SanayehPublicGarden ismiyle bilinen parkın kalabalığını, tarihi Beyrut binalarının eski yüzlerini canlandıran rengârenk saksı çiçeklerini geride bırakarak hemen hepsi aynı bölgede bulunan, Lübnan Parlamento Binasını, Saint George Maronite Katedrali'ni, Muhammed'ül Emin Camii'ni, Roma Kalıntıları'nı, Özgürlük Meydanı'nı, Hamra Caddesi, Hazreti Ömer Camii'ni, Emir Assaf Camii'ni, Saat Kulesi'ni, Mono Caddesi'ni, Solidere Sokaklarını, Roma Hamamı Kalıntıları'nı, Beyrut Belediye Binası'nı, Yıldız Meydanını ve bu meydandaki Abdülhamit Han anısına yaptırılmış Saat Kulesinigeziyorum.

Oldukça kısa bir zamanda bu kadar fazla yeri gezebiliyor olmaktan dolayı çok mutluyum doğrusu. Fakat kendime ayırmış olduğum süreyi doldurmuş durumdayım. Bize söylenene göre otelden bizi tam da bu saatlerde almaya gelecekti Lübnanlı arkadaşlarımız. Hemen bir taksiye binerek otele doğru yola düşebilirim ama yapmıyorum. Yürüyerek başladığım bu yolculuğu yine yürüyerek tamamlamak zorunda olduğumu öğütlüyorum kendime. Risk aldığımın farkındayım.
Geldiğim güzergâhı olduğu gibi takip ederek geri dönebilirim ama bu yeni bir şeyler görmemem anlamına gelecek. Öyleyse bir başka güzergâh üzerinden dönüşümü planlamalıyım. Öyle de yapıyorum. Bu defa haritasız ve navigasyonsuz hareket edeceğim. Yön tayini yaparak otelin bulunduğu istikameti belirleyerek Beyrut'un o eski ve dar sokaklarına giriş yapıyorum.

Nefes nefeseyim. Yürüyorum, sokak bitiyor, sağa ya da sola dönerek bir başka sokağa geçiş yapıyorum. Yönümü yitirmemem lazım. Şiilere ait camilerin olduğu bölgelerden Sünni nüfusun yaşadığını tahmin ettiğim bölgelere geçiyorum. Zaman zaman bir tarihi bina tarafından kesiliyor yolum. Zaman zaman çok başka bir yöne gittiğimi fark ediyorum. Sanırım kaybolmuş durumdayım.
Sırt çantamdan çıkardığım haritadan yerimi tespit etmeye çalışıyorum ama öyle sanıyorum ki turistler için hazırlanmış bu haritada bir turistin gitmeyi tercih etmeyeceği bu bölgeler yer almıyor. Navgasyonumu açarak bulunduğum noktayı tespit ediyorum. Harita üzerinde görünen cadde isimlerine nasıl ulaşabileceğimin hesabını yaparak ilerliyorum. Ama sokak yine sona eriyor, yine bir sağ bir sol yaparak ilerlemeye çalışıyorum, olmuyor.

Terden sırılsıklam olmuş durumdayım, adımlarımı hızlı atmak ve bir an evvel otele ulaşmak zorunda oluşum iyiden iyiye nefes nefese bırakıyor beni. Akşam ezanları düşüyor sokaklara. Bir motorlu kuryeye, sonra bir güvenlik görevlisine, bir de bakkala otelimin bulunduğu yere nasıl ulaşacağımı soruyorum ama herhangi bir anlamlı cevap alamıyorum.

Birdenbire, çok tanıdık gelen bir caddeye çıkıyor yolum. Evet, işte tam karşı tarafta ilk gece Mahmut ile yemek yediğimiz restoran duruyor. Caddeyi soluma alıp cadde boyu koşarcasına yürüyorum. Otelin X-ray cihazına sırtımdaki çantamı bıraktığımda aslında ılık esen rüzgârın çantanın kapattığı bölgeyi üşüttüğünü hissediyorum. Asansöre bindiğimde aynadaki yüzümle karşılaşıyorum, saçım başım dağılmış, yüzüm kıpkırmızı. Ağzım kurumuş vaziyette. Odaya girdiğimde Fatih'i odada görüyorum. ‘Hayırdır, gelmediler mi' diye soruyorum Fatih'e. ‘Hayır abi, bekliyorum' diyor. Organizasyondan aşırdığımı düşündüğüm fazla zaman da bana kalmış durumda böylece. Bu beni mutlu ediyor tabi. Ama bir de şöyle bir yanı var bu sürprizin, bu kadar gecikeceklerini bilseydim Eski Beyrut'un daha fazla tadını çıkarabilir ve neredeyse elimin altındayken görmeyi ertelediğim yerleri görebilirdim. Bu da hafiften bir kızgınlık vesilesi oluyor işte. Yapacak bir şey yok, Beyrut'tan hanemize yazılan nasip bu kadarmış.

Akşam namazı için hazırlık, üst baş değişikliği, alınan notlar sonrasında epey bir zaman geçtikten sonra telefonumuz çalıyor.

Tazelenmiş, yenilenmiş ve aç olarak aşağıdayım bu defa. Sadakataşı Derneği'nin Lübnan'daki çözüm ortaklarından GAWS Derneği'nin yönetim kurulu üyesi Nebil geliyor bizi almaya. Özür diliyor gecikme için. Özür dileyecek bir şey yok aslında. Bir bayram günündeyiz neticede. Ve bayramı garip gurabaya bayram yaşatmak için feda etmiş insanlar bunlar. Üstelik bu gecikme bir miktar da olsa benim Beyrut'u kaybolurcasına bir anlamda ‘özgürce' yaşamama vesile olmuş durumda. Durumu böylece anlatıyoruz kendisine. Mutlu oluyor netice itibarıyla. Önce Beyrut'un meşhur sokak lezzetlerini sunan Barbar isimli mekâna ulaşıyoruz. Sonrasında Korniş bölgesinde Güvercin Kayalıkları'na karşı bir kafede oturuyoruz. Nebil, Fatih, ben ve bir de günün erken saatlerinde bizi Baalbek'e götürüp getiren Ahmed, bir masanın etrafındayız. Lübnan'ı her şeyiyle ama her şeyiyle konuşuyoruz. Edebiyattan, müziğe, Filistinli mültecilerden Lübnan iç savaşına, Türkiye'deki siyasetten Lübnan siyasetine, ailelerimizden arkadaşlarımıza kadar her şey. Hem onlar Türkiye'yi çok iyi biliyor hem de biz Lübnan'ı. Şaşırıyor muyuz, elbette hayır.

Burj el Barajne, Kefernahum ve bir yol hikâyesinin sonu

Kurban Bayramının üçüncü günündeyiz. Bugün Sadakataşı Derneği'nin bağışçıları adına kestiğimiz kurbanların son dağıtımlarını gerçekleştireceğiz. Ama öncesinde Lübnan'daki faaliyetlerimizi birlikte koordine ve icrasını gerçekleştirdiğimiz GAWS Derneği'nin merkezini ziyaret edeceğiz. Burada Lübnan'da öğretim görevlisi olarak vazife yapan ve kendisi de aslen Filistinli olan Mahmud Hanefi ile Lübnan'da bulunan Filistinli mültecilerin durumlarına ilişkin olarak bir görüşme gerçekleştireceğiz. Hemen akabinde ise Beyrut'ta bulunan Filistin mülteci kamplarından biri olan Burj el-Barajne Mülteci Kampına giderek mülteci yaşamlarına tanıklık ederek gözlemlerde bulunacağız.
Bugün aynı zamanda Lübnan'daki son günümüz olduğundan odamızı da boşaltıyoruz. Nebil bey alıyor bizi otelimizden. GAWS Derneği merkez binasına gidiyoruz. GAWS Derneği Filistinli mültecilerin sorunları ile yakından ilgilenen bir sivil toplum kuruluşu. Eğitimden yardım faaliyetlerine, mültecilerin hukuki sorunlarından, psikolojik sorunlarına kadar birçok sorunla ilgileniyorlar.

Dernek binasında Mahmud Hanefi ile oturuyoruz. Uzun uzadıya Lübnan'daki Filistinlilerin durumlarını anlatıyor bize. Kimlikleri olmayan, mülk sahibi olabilmek ya da çalışabilmek için bir Lübnanlının kefaletine ihtiyaç duyan, insani ihtiyaçlarını giderebilmek için yüzlerce zorlukla mücadele eden, seyahat özgürlüğü olmayan Filistinlilerin yaşadıklarından örnekler veriyor. Türkiye'nin son yıllarda almış olduğu inisiyatiften memnuniyetlerini dile getirmekle birlikte Türkiye'nin yapmasını beklediklerini sıralıyor sonra.

Öncelikle, Lübnan'a gelerek Filistinlilerin sıkıntılarına tanık olanların tanığı olduğu hususları Türkiye'de gündeme getirmelerini beklediklerini söylüyor. Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarının burada yaşananlar hususunda daha fazla şey yapabileceklerini ve buna dair beklentileri olduğundan söz ediyor. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Filistinlilere kısa süreli de olsa vize kolaylığı sağlaması hususunda yardım beklediklerinin özellikle altını çiziyor. Ticari kabiliyetleri ile bilinen Filistinlilerin kendi ticari faaliyetlerini sürdürebilmeleri için bunun kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunun altını çiziyor. Bununla birlikte ticari faaliyetlerine ilişkin para transferlerini daha kolay gerçekleştirmelerine olanak tanıyacak bir sistemin tesisinin yaşamsal bir önem arz ettiği hususunu da dile getiriyor. Ve belki de en önemlisi diyor, Lübnan'daki Filistinlilerin sorunlarını hem Lübnan Hükümeti nezdinde hem de Birleşmiş Milletler ve Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu (UNRWA) nezdinde diplomatik kanallar vasıtasıyla dile getirmesini Filistinlileri önemseyen bir devlet olması hasebi ile Türkiye'den beklediklerini söylüyor.

GAWS Derneği'nden ayrılarak Burj el-Barajne Mülteci Kampına doğru yola çıkıyoruz. Derneğin bu kampta bir hizmet binası mevcut. Kamptaki mültecilere yönelik tüm faaliyetler bu binadan koordine ediliyor. Derneğin yetkilileri ile tanışıyoruz. Çoğunluğu Filistinli kadınlar tarafından üretilmiş ürünlerin dernek yararına satıldığı bir bölümü geziyor ve karınca kararınca sembolik de olsa bir miktar alışveriş yapıyoruz. Akabinde dernek toplantı salonunda icra edilen kurban dağıtım organizasyonunu gerçekleştiriyoruz. Kalan bir miktar kurban etini ise kamp içerisinde dağıtmak üzere kamp sokaklarında yola düşüyoruz.

Kamp zaman içerisinde herhangi bir mühendislik ya da mimari sistematiğe ihtiyaç duyulmaksızın inşa edilen çok katlı binalardan oluşuyor. Plastik su tesisat ve atık su boruları onca nüfusun barındığı bu kampa hizmet etmekten yorulmuş durumda olsa gerek hemen hepsi ya patlak ya da su sızdırıyor. Bunu söylerken nizami bir durumdan bahsetmiyorum; boruların yürürken kafamızın hemen üzerinde, derme çatma binaların duvarlarından sarkmakta olduğunu söylemem gerekiyor. Benzer bir şekilde kampın hemen her yerinden sarkan, zaman zaman görüş açınızı kısıtlayan ve çoğu çıplak durumda bulunan elektrik kablolarından da bahsetmeliyim. İki bina arasındaki mesafe çoğunlukla bir ya da bir buçuk metre. İki insanın omuz omuza yürümesi neredeyse imkânsız. Bu kamptaki her bir evde onlarca kişiden oluşan aileler yaşıyor. Kamp dışına çıkmaları bir sorun, kamp dışına çıktıktan sonra kampa yeniden girmeleri bir başka sorun. Çocukların eğitimi ise daha büyük bir sorun. Kapı kapı dolaşarak gerçekleştirdiğimiz dağıtımlar sonrası takip ettiğimiz güzergâh bizi kamp standartlarının çok üzerinde inşa edilmiş binanın önüne getiriyor.

Bu bina, Sadakataşı Derneği tarafından inşa edilmiş. Binanın tefrişi ise TİKA tarafından yapılmış. Burası El-Aksa Anaokulu. Yaklaşık 200 öğrenci burada eğitim görüyor. Binanın içerisindeki sınıfları dolaşıyoruz. Oyuncaklardan, eğitim araç/gereçlerine kadar her şey eksiksiz olarak mevcut. 2017'den bu yana kamptaki küçük yavrularımıza hizmet veriyor burası.

Okulun terasına çıktığımızda gördüğümüz manzaranın adını tam olarak hüzün koyabiliriz. Kefernahum filmi geliyor aklıma. Filmin esas oğlanı Zain buralarda bir yerlerde olmalı diye düşünüyorum. Zain'in sıradan bir küçük çocuktan 12 yaşında genç bir delikanlıya dönüşümü hemen gözlerimin önünde yeniden cereyan ediyor. Zain'in hayat mücadelesinin yüzlerce örneği işte hemen şuradaki sokaklarda veriliyor, hem de tam şu anda. Dedim ya, baştan ayağa hüzün var burada.

Az ötede güvercinler uçuyor. Burası dünya işte azizim diyorum Fatih'e. Öylece susuyor ve yığılıp kalıyoruz her şeyin tanığı olan bu terasta.

Bir miktar Beyrut turu, biraz güvercin kayalıkları, biraz Akdeniz'e bakan bir pastanenin eski sandalyeleri ve biraz da kısa bir Lübnan ziyaretimizin kazandırdığı dostça muhabbetler sonrasında oldukça yoğun bir havaalanı bekleyişi sonrasında uçağımızdaki yerimizi alıyoruz.

İstanbul'daki yeni havalimanından Sadakataşı Derneği Başkanı Kemal Özdal alıyor bizi. Gözlerinden uyku akan Kemal Başkan bayram boyunca İstanbul'da yorulmuş biz ise Lübnan'da. O kadar çok şey konuşuyoruz ki yol boyu. Aklımda kalan en önemli şey, bu bayram da vazifenin yerine getirilmiş olmasının verdiği huzurla hemen her cümle sonunda elhamdülillah deyişimiz oluyor."

Gerçek Hayat Dergisi Yazarı Yusuf Armağan

SON VİDEO HABER

Kassam, İsrail askerlerini araçlarıyla birlikte imha etti

Haber Ara