İsrail devleti, ne kuruluşu itibariyle sağlam bir meşruiyet zeminine sahiptir, ne de devlet olarak zuhur ettikten sonraki tarihinin her hangi bir aşamasında ırkçı ve saldırgan bir aktör olmaktan vazgeçmiştir. Kısa bir süre önce İsrail'de kabul edilen Ulus-Devlet Yasası, Siyonizm'in aslında ne denli tehlikeli ırkçı-milliyetçi-yayılmacı bir ideoloji olduğunu, daha başlangıçta fark edenlerin ve bu tehlikeli harekete karşı etkin mücadele çağrısı yapanların haklılığını bir kez daha ortaya koymuştur.
Öncelikle, İsrail Parlamentosu'nun 19 Temmuz 2018'de kabul ettiği Ulus-Devlet Yasası'nın hangi hususları içerdiğine bakalım: Temel Yasa olarak anayasal bir güce sahip olan bu yeni yasada birleşik Kudüs'ün İsrail'in başkenti olduğu, İsrail'in Yahudi halkının tarihi anavatanı olup, bu coğrafyada self-determinasyon hakkına yalnızca Yahudilerin sahip olduğu, Arapça'nın resmi dil olma statüsünün kaldırıldığı, dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail'e yerleşme hakkına sahip olduğu ifade edilmiş, devletin Filistin coğrafyasında Yahudi yerleşimlerinin arttırılmasına yönelik gayret göstereceği belirtilmiştir. Bu temel yasada, ne demokrasiden, ne de eşitlik ilkesinden söz edilmiştir. Bu yönüyle, bu metnin, 1948'deki İsrail Bağımsızlık Bildirisi'nin gerisine düştüğü görülmektedir.
Bu yeni yasa ile aslında herkesin bildiği ırkçı ve dayatmacı uygulamalar, yasal bir çerçeve içine sokulmuş olmaktadır. Başka bir deyişle, bu yeni girişim, İsrail'in daha baştan itibaren Filistinli Arapları hedef alan sistematik ırkçılığını ve Müslüman varlığını hedef alan dayatmacı uygulamalarını, yasal bir zemine kavuşturmuş olmaktadır. İsrail'in hem bir “Yahudi” devleti olma isteği, hem de “demokratik” devlet olma iddiası, böylece geçerliliğini yitirmiştir. İsrail'in bundan böyle işgal altındaki Filistin halkına yönelik devlet terörüne ve etnik temizlik çabalarına hız vereceğini ileri sürmek herhalde abartı değildir. Nitekim bu yasanın İsrail meclisince kabulünden kısa bir süre sonra Gazze'ye yönelik İsrail saldırıları artmıştır.
AVRUPA'NIN İSRAİL'E YAKLAŞIMI DEĞİŞEBİLİR
Bu yasa, İsrail'in, özellikle Batı'da yaygın kabul gördüğü üzere, “hukuka saygılı” ve de “demokratik bir devlet” olduğu ön kabulünü yer ile yeksan etmiştir. Bundan böyle, hiç kimse, İsrail'in Filistin halkına yönelik işgal politikalarının, devlet terörünün ve sistematik ırkçılığının, “demokratik” İsrail açısından aslında “istisna” teşkil ettiğini ileri süremeyecektir.
Bu menfur girişim karşısında tepkiler de tabii olarak gecikmemiştir. Söz gelimi, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Filistin'in İsrail'i devlet olarak çok önceden tanımış olduğunu, bugün bu devleti bir de “Yahudi devleti” olarak tanımalarının söz konusu olamayacağını ifade etmiştir. İsrail'le yakın işbirliği içinde bulunan Mısır'daki darbeci Sisi rejimi bile, bu yeni yasanın Filistin sorununun barışçı çözümüne zarar vereceğini ve sürgünde yaşayan Filistinlilerin kendi topraklarına dönüş hakkını ihlâl edeceğini ifade etmiştir. Türkiye ise bu yeni yasanın “barış sürecinin tabutuna çakılmış son çivi” olduğunu ifade etmiştir. Bu arada, Avrupa Birliği de bu yasaya ilişkin kaygılarını izhar etmekten geri durmamıştır. Avrupa Birliği ülkeleri açısından bu yasa son derece rahatsız edicidir, çünkü İsrail'in aslında “cici bir demokrasi” olduğu yönündeki Avrupa'daki yaygın kamusal söylemin, bundan böyle hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Bu durumda, Avrupa ülkelerinin İsrail'e karşı bugüne dek sergilemiş oldukları “yumuşak” tutumlarını, bundan sonra da sürdürmeleri zorlaşmıştır.
İsrail'in yeni yasası, bu ülkede öteden beri zaten fiiliyatta mevcut olan ve Yahudileri önceleyip, başta Araplar olmak üzere, Yahudi olmayanları dışlayan ırkçı politikalara yasal bir statü kazandırmış olmaktadır. Bu anlamda, İsrail, kurulduğu tarihten bu yana, Güney Afrika'da Soğuk Savaş boyunca uygulanan, ülkedeki beyaz azınlık dışında kalanları sistematik bir ırk ayrımcılığının cenderesine sokan Apartheid rejimi ile (tıpa tıp olmasa da) benzer politikalar izlemiştir. Söz gelimi, 1967 sonrasında işgal altında alınan topraklardaki devlet terörü bir yana, Filistinlilerin mülkiyet ve yerleşim hakları sıkça ihlâl edilmekte, bu topluluğa mensup olanlar kamu kurumlarından dışlanmakta, Filistinlilerin çoğunlukta olduğu bölgelerde kamu hizmetleri düşük düzeyde tutulmaktadır. Nitekim 1975 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nun almış olduğu bir kararda, Siyonizm, “bir ırkçılık ve ırk ayrımcılığı biçimi” olarak tescil edilmiştir. Bu karar, bir bakıma, İsrail'in meşruiyeti konusunda uluslararası toplumun şüphe içinde olduğunu da ortaya koymuştur. [1]
YASANIN KABULÜNÜ MÜMKÜN KILAN KOŞULLAR
İsrail'i bu densiz ve pervasız yasayı kabule yönlendiren birçok sebep var gibi görünmektedir: birincisi, İsrail bugün kendisini son derece güçlü hissetmektedir; ikincisi, bu devlet bugün Trump yönetimi altındaki ABD'nin kayıtsız koşulsuz desteğini arkasına almış bulunmaktadır; üçüncüsü, Arap dünyasının güçsüzlüğü ve dağınıklığı nedeniyle, İsrail bölge ülkelerinden ciddi bir tepki göreceğini düşünmemektedir; dördüncüsü, Körfez'daki Arap ülkelerinin kahir ekseriyeti ile Mısır, açık ya da örtük olarak, en başta İran düşmanlığı üzerinden, İsrail'le “dostane” ilişkiler içine girmiş bulunmaktadır. Bunlardan, Siyonist devlete zarar gelmesi pek ihtimal dâhilinde değildir; son olarak, Yahudi toplumu içinde toplumsal ve siyasi hoşgörüsüzlük düzeyi hiç olmadığı denli yükselmiş, toplumun önemli bir kesimi daha radikal bir Siyonizm'e doğru evrilmiştir.
Bu yasa İsrail'in bir Apartheid devleti olduğu gerçeğinin devlet eliyle tescillenmesi anlamına gelmektedir. İsrail'de öteden beri hâkim olan ırkçı yapı, hem en temel ahlâkî normlara aykırılık teşkil etmekte, hem de uluslararası hukuk ve insan hakları ilkelerini ihlâl etmektedir. Bireylerin yasa karşısında eşitliği ilkesi ve kimsenin ayrımcılığa maruz bırakılmaması, en temel insan hakları normları arasında yer almaktadır; öyle ki, bu normlar olağanüstü koşullarda dahi rafa kaldırılamayacak “temel hukuk normları” niteliğindedir.
Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Filistin topraklarına Siyonist göç dalgası başladığında Filistinli Araplar, bu sürece şiddetle karşı çıkmışlardı. O toprakların asıl sahipleri olan Filistinliler, Siyonizm'in hem Filistin halkı hem tüm Ortadoğu coğrafyası için nasıl “zehirli bir ideoloji” olduğunu daha baştan fark ettiler. Türkiye dâhil, bazı Müslüman-çoğunluklu devletler de, Siyonizm'i sıradan bir “ulusal” hareket olarak görüp, İsrail'i tanımayı ve onunla diplomatik ilişki kurmayı ne yazık ki içlerine sindirebildiler. Bu son süreçte yaşananlar, umulur ki, İsrail'e ilişkin acı gerçekleri tüm dünya devletlerinin ve halklarının görmesini sağlayacaktır. İsrail, geçmişte de, bugün de, hem bölgesel hem de uluslararası barış ve güvenliğe yönelik en ciddi tehdit odaklarından birisi olmuştur. Bu devletin Filistin halkına yönelik baskı, zulüm ve etnik-temizlik politikaları, birer insanlık suçudur. İsrail'in sınırlarının bugün bile belli olmayışı, onun, işgaller ve etnik temizlik yoluyla topraklarını genişletmeye çalışan bir yayılmacı devlet olduğunu göstermektedir. İsrail, bölgenin yerli halkını Filistin'den tümüyle söküp atarak Filistin topraklarının her bir parçasını sömürgeleştirmeyi hedeflediğinden, sömürgeci-yerleşimci bir devlet olarak da tasvir edilmelidir. Sömürgeciliğin tedricen tasfiye edildiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında bunu yapmaya çalışmış olması nedeniyle, İsrail, aynı zamanda, anakronik bir devlettir. İsrail'in anakronik niteliğinin bir başka nedeni, sistematik ırk ayrımcılığının artık tarihin çöplüğüne atılmış bulunduğu bir dönemde, giderek kesifleşen ve genişleyen bir ırk ayrımcılığını devlet politikası olarak benimsemiş olmasıdır.
İsrail vatandaşlığı olan Filistinliler, bu ülke nüfusunun yüzde yirmisini teşkil etmektedir. Bu da 9 milyonluk bir nüfus içinde yaklaşık 1,8 milyonluk bir topluluğa tekabül etmektedir. Bu yasa, Siyonistlerin, bırakınız işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlileri, kendi vatandaşı olan Filistinli Araplara dahi tahammül edemediğini göstermektedir. Yüksek doğum oranları nedeniyle Arap nüfusun Yahudilerden daha fazla artması, belli ki Siyonistler için bir kâbusa dönüşmüş durumdadır. Bu yasa, pek muhtemeldir ki, Filistinlileri bütünüyle tarihi Filistin topraklarının dışına sürmeyi hedefleyen bir planın parçasıdır. Şayet durum ve şartlar böyle giderse, bırakınız iki devletli bir çözüme ulaşılmasını, ortada, zihnimizde ‘Filistin' olarak yer eden herhangi bir toprak parçası bile kalmayacaktır. Başka bir deyişle, bu gidişle, ortada Filistin diye bildiğimiz bir coğrafi mekân kalmayacağından, “yorgan gidecek, kavga da bitecektir!”.
İSRAİL'E YÖNELİK ULUSLARARASI TECRİT ARTABİLİR
Bu yeni süreçte, İsrail'in uluslararası toplumdan daha fazla tecrit edilmesi mümkün ve muhtemel görünmektedir. Öncelikle Müslüman ülkeler içinde İsrail'le yakınlık kuran ya da böyle bir niyeti olan devletlerin kendi halklarının baskısı nedeniyle bu türden adım atmaları zorlaşmıştır. İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesinde Siyonist devlete yönelik olarak iktisadi, diplomatik, ticari ve mali ambargo uygulanması öngören bir dizi kararın alınması (umulur ki) mümkün olabilir. Avrupa Birliği'nin de İsrail'le arasındaki siyasi, iktisadi ve ticari ilişki düzeyini kısmen azaltması ve özellikle işgal topraklarına ilişkin kimi mevzi yaptırımlarını daha da arttırması olasılık dâhilindedir. Aslında İsrail'e karşı küresel düzeyde en güçlü cezalandırma seçeneği olan BM Güvenlik Konseyi bünyesinde çıkarılacak bir iktisadi, ticari, askeri ve mali yaptırım kararı, İsrail'i, izlediği politikaları yeniden gözden geçirmeye sevk edecek en etkili araçlardan birisi olacaktır. Ne var ki, bu organ içinde sürekli üye olan ABD'nin İsrail'i hedef alan olası bir karar tasarısını veto edeceği hemen hemen kesin olduğundan, böyle bir olasılık masada yok gibidir. Trump'ın Kudüs kararında olduğu üzere, konunun Müslüman ülkelerin öncülüğünde bir kez daha BM Genel Kurulu'na getirilmesi mümkündür. Bunun ilk nedeni, İsrail'in, hem Filistin halkını hem de Lübnan ve Suriye gibi komşu Arap ülkelerini hedef alan saldırgan politikaları nedeniyle, bölgesel bir güvenlik tehdidi oluşturması olacaktır. İkinci neden ise bu yeni ırkçı yasanın Güney Afrika'da olduğu gibi ancak baskı ve şiddetle hayata geçirilebilecek olmasıdır. İşte, esas itibariyle bu iki nedenle, Genel Kurul'un Barış İçin Birleşme kararı çerçevesinde İsrail'e yönelik olarak üçte ikilik oy çokluğuyla hem kınama kararı alması, hem de bu ülkeyi dünyadan tecrit için, İsrail'e karşı kapsamlı (diplomatik, iktisadi, askeri, v.s.) yaptırım uygulanmasını tüm devletlere “tavsiye edebilir”.
İki devletli çözüm epeyi bir zamandır masada mevcut değildir. Filistin halkının en temel haklarını (egemenlik, geri dönüş hakkı, Kudüs) gasp niteliğinde olan ve o nedenle zaten başarısızlığa mahkûm olan Oslo sürecini, ne ilginçtir ki, Filistin tarafı değil, İsrail-ABD ikilisi bitirmiştir. İsrail'in amacı iki devletli bir çözüm olasılığını fiili oldubittilerle, yeni yerleşimler ve kamulaştırmalarla tamamen ortadan kaldırmaktır. O nedenle, İslam dünyasındaki yetkililerin ya da söz gelimi Avrupalı liderlerin artık mevcut olmayan (ve sanki İsrail-Filistin müzakere süreci devam ediyormuş izlenimini veren) “iki devletli çözüm” söylemini ağızlarına sakız etmekten vaz geçmeleri gerekir. Bugün tüm dünyanın İsrail'e karşı birleşmesi ve elini taşın altına sokması gerekmektedir. O nedenle, sömürgeci, saldırgan ve ırkçı bir devlet olan ve Ortadoğu'nun barış ve huzuruna yönelik en öncelikli tehdit olan İsrail'in hem bölgesel, hem de küresel baskılar ve yaptırımlar yoluyla dize getirilmeye çalışılması, bugün, uluslararası toplumun önündeki en mâkul seçenek olarak durmaktadır.
[1] Bu karar BM Genel Kurulu'nca 1991 yılında kabul edilen bir başka kararla kaldırıldı. Bu yeni karar, gerçekte, İsrail ırkçı bir devlet olmaktan vaz geçtiğinden dolayı değil, Siyonist devletin İsrail-Filistin sorununu ele almak üzere toplanacak olan Madrid Barış Konferansı'na katılmak için ileri sürdüğü bir ön şart olması nedeniyle çıkarılmıştır. Tabii, tahmin edileceği gibi, ABD'nin ve başka bazı etkili uluslararası çevrelerin birçok ülkeye yönelik olarak uyguladığı baskının sonucu Kurul'da istenen çoğunluk elde edilmiştir.