Dolar

34,8763

Euro

36,7786

Altın

3.047,35

Bist

10.140,43

İsmet Özel: Türklerin vatanı var mı, yok mu bilmiyoruz

Şair İsmet Özel, toplum, siyaset ve tarihe dair eleştiri yazılarına devam ediyor. Özel son yazısında 'yaranın tedavi edilmesi mümkün değil' dedi

1 Yıl Önce Güncellendi

2023-09-02 13:59:37

İsmet Özel: Türklerin vatanı var mı, yok mu bilmiyoruz

Özel'in İstiklal Marşı Dereneği resmi sayfasında yayımlanan yazısı:

Çocukluğumun yedi yılının (1948-1955 Hıristiyan yılları) geçtiği Kastamonu'da belki pazara inen köylülerin bazıları henüz çarık giyiyordu. Buna dikkat etmedim. Mektep görmüş zabitlerin erat için “Çarıklı erkân-ı harp” dediklerini daha sonra öğrendim. Çok daha sonra bazı Rize köylerinde köylülerin ayaklarına giydikleri kara lâstiğe o zamanlar “demokrat” dediklerini öğrendim. Kara lastiğin Türkeli'nde en yaygın markası üzerinde aklımda yanlış kalmadıysa “GISLAVED” yazılı olanıydı. Kastamonulular gülünç bir şekilde yazılı olanı kendi ağızlarınca okuyorlardı. Ne diyorlardı? Bunu tam tamına hatırlayamadığım için buraya yazamayacağım. Bahsimiz köylünün cebinin tek parti devrinin aksine kara lastik satın alacak kadar para görmesidir.

"ÖNCE SOSYALİZM BEKLENTİSİ, SONRA İSLAM DÜZENİ ÖZLEMİ"

“Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” resmi görüş bir zamanlar kendini bu tarifi benimsetmekle görevli sayıyordu. Şimdi resmi görüşün alenen ortaya atabileceği bir Türkiye tarifi yok. Yok, çünkü 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra ülke var oluşuna düşman bir kavrayış eline bırakıldı. Türk topraklarında yaşayanlar her yaştan insanlar olarak önce sosyalizm beklentisiyle ve daha sonra İslâm düzeni özlemiyle avutulduk. Her şeyin kökten ele alınacağı bir gün gelecekti. Avuntu bütün etkinliğiyle faaliyet gösterirken hem toplumun dokusunda fırsat kollayan yaralar azdırıldı, hem de yüzyıllar boyunca topluma çok yabancı kalmış olan yaralar türetildi. Yaraların kapanmasını mı bekleyeceğiz? Dünya sistemi bizi bu tuzağa kolaylıkla düşürdü ve bir esaret izleğini XVII. Hıristiyan asrından beri üzerimizde acımasızca uyguladı ve pek başarılı oldu.

"TÜRKLERİN VATANI VAR MI YOK MU, BİLMİYORUZ"

Dünyada Türkler var mı? Dünyada bir tarih sahnesi var mı? Eğer bu iki sualde “Evet, var” cevabı vermişseniz suallerin arkası gelecek. Dünyanın neresinde yaşamaktadır Türkler ve yer aldılarsa dünya sahnesinde ne şekilde yer almışlardır? Düşmanlar biz Türklerin tahsil hayatını bu suale cevap veremez hale getirmişlerdir. XVII. Hıristiyan asrında Türkler mamul madde ihraç eden ve ham madde ithal eden bir ekonomiye sahipti. Meselâ bütün Avrupa günlük kullanımdaki sabunu Türklerden satın alırdı. Cihat esas kabul edilerek örgütlenmiş bir ülke oluşumuz elimizde birçok fırsatın tutulmasını sağlamıştı. Cumhuriyet idaresi sonucunda elimizdeki son “millî” tutamak “Kendini besleyebilen ülke” idi. Çöküş döneminde bizi banka ve hayır kurumları tesis etmeğe zorlayan kapitalizm onu da kısa zamanda elimizden aldı. Şu anda Türklerin vatanı var mı, yok mu bilmiyoruz. Zira Türkiye adı verilen ülke batılılaşma sebebiyle yerküre üzerinde iğreti bir yama gibi duruyor. Türklerin şimdiki halinden habersiz ve Türkçe yazma iddiası güden birine şair demek mümkün mü? Hayır, değil. Eğer arıyorsak başlangıç noktamız budur ve burasıdır. Bizi bekliyorsa “Çarıksız Şiir” bekliyor.

"TÜRKLER, BİZANS'I YOK EDEREK DIŞ DÜNYAYA AÇILDI"

Baştan başlamalıyız. Bitkilerde başlangıç dipten gövdeye ulaştığı için her düşünce adamının yetiştiği toprakta kökleri olduğunu kabul edenler “Filozoflar mantar değildir” demişlerdir. Biz Türkler kendimizin mantar olup olmadığıyla ilgilenmiyoruz. Allah'ın askerleri olarak tarih sahnesine çıkan Türkler nebattan değildir. Bütün hayvanların olduğu gibi Türklerin de dış dünya ile ilişkileri ancak başlarından geçerek kurulur. Eflâtun insan tanımını “İki ayağı üzerinde yürüyen tüysüz hayvan” şeklinde yapınca Sinoplu Diogenes yakaladığı bir horozun tüylerini bağırta bağırta yolmuş ve sokağa "İşte Platon'un insanı!" diyerek salıvermiş. Buraya bu hikâyeciği beni Eflâtun'la karıştırmayasınız diye ekledim. Unutmayın ki, Türkler dış dünya ile ilişkilerini Bizans'ı yok ederek kurdu. Üstelik bunu Konstantiniye'yi fethederek değil, Gaza Beylikleri eliyle gerçekleştirdi. İstanbul'un fethi klasik Osmanlı çağına hayat veren hadisedir. Millet sistemi fethin akabinde yerine oturmuştur. Ankara şehri silâh zoruyla Ahilerin elinden Osmanlıların eline geçti. Batılaşmanın Osmanlı Sarayı öncülüğünde yürütüldüğüne hayret etmeyelim. Bir Rönesans prensi olarak Fatih Sultan Mehmet İtalyan yarımadasından ressam getirtecek ve ona poz verecek kadar Avrupalıydı.

"MEKKE VE MEDİNE, MİSAK-I MİLLİ HUDUTLARINA DAHİL"

Yavuz Sultan Selim'in haritaya bakıp “Bu dünya iki hükümdara küçük, bir hükümdara büyük gelir” dediği rivayet olunur. Siyasi ihtirasıyla olduğu kadar mareşalliğiyle de dikkat çeken Padişah Portekizlilerin Hint Okyanusu'na açılmalarından ve giderek Arap Yarımadası'na asker çıkarmalarından tedirgin olarak Doğu'ya sefer düzenleyen ilk Osmanlı Sultanı' dır. Osmanlı devlet ricalinin Mekke ve Medine'nin güvenliğini andığım iki şehrin (haremeyn-iş şerifeyn) hademeleri konumuna geçerek sağlayabileceklerine inanıyordu. İnancının gereğini yerine getirdi. Muhteşem Süleyman'dan sonraki yıllar dünya hâkimiyetinin Avrupa'ya mahsus kılınması serencamı içinde geçti. 1917 Hıristiyan yılında bir Medine müdafaamız gerçekleşti. Fahrettin Paşa “Ben Medine'yi teslim etsem bile (küçük Muhammedler anlamında) Mehmetçik buna rıza göstermez diyerek tarihte ilk defa Mehmetçik kelimesini sarf eden insan olma şerefinin sahibi oldu. Bugün bilhassa bu sebepten İstiklâl Marşı Derneği olarak Mekke ve Medine'nin Misâk-ı Millî hudutları dâhilinde yer aldıkları fikriyle hareket ediyoruz.

"YARAYI TEDAVİ ETMEMİZ MÜMKÜN DEĞİL"

Müslüman olmak yerküreyi orada yaşayanların Müslim ve gayri-Müslim olarak ikiye ayırıldığını bilmek demektir. Bu bilgi ve giderek bilinç çevremize ve dış dünya denilen ortama başka ayrımlar uygulamamıza sebep olur. Meselâ yerkürede Müslümanların yaşadığı bir Dar-ül İslâm ve gayri-Müslimlerin yaşadığı bir dar-ül Harp vardır veya olmalıdır. Ya yoksa? İşte o zaman Müslümanın dünyada hangi gayeyle bulunduğu fikri açıklık kazanır. En yakınından başlayarak İslâm'ın ne derecede uygulanabileceğini görmek ve göstermek. Bu bakımdan yaramızın ne derin olduğuna hükmedebiliriz. Yarayı bünyemizin ürettiği bir şey kabul etseydik kendiliğinden kapanacağını ümit edebilirdik. Oysa yara içerdeki hainler ve dışardaki düşmanlar eliyle açılmış ve her fırsatta derinleştirilmiştir. Yarayı tedavi etmemiz de mümkün değil. Çünkü tıbben başarılı olmamızı sağlayacak araçlar göz göre göre yok edildi. Tedaviye mecbursak bunun için gerekli her şeyi, her vasıtayı hainlerden ve düşmanlardan dilenmek durumundayız.

"ÇARIKSIZ ŞİİR ÖLÇEĞİ"

Yara kendiliğinden kapanmayacak ve üstüne üstlük tedavi de edilemeyecek. Ne olacak peki? Bazıları “yarayla birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerek” diyebilir. Dedikleri yerinde olsaydı şimdiye kadar Batılılaşmanın kaçınılmaz gördüğü Tanzimat'tan, Birinci ve İkinci Meşrutiyet'ten ve nihayet Cumhuriyet'ten istifade etmiş olmamız gerekirdi. Oysa zikrettiğim vakıaların hepsi Türk toplumunda yara açan ve derinleştiren vakıalardır. Demek ki bünyemizin sıhhatli bir unsur üretmesine yarayacak çabayı göstermemiz gerekiyor. Diyar-ı Rûm'un Dar-ül İslâm haline getirilmesinde Yunus Emre'nin bir payı var mıydı? Varsa ve bu pay ihmal edilebilir miktarda bile olsa ülkenin her sıkıntısını “Çarıksız Şiir” ölçeğiyle ele almak gerekiyor.

Haber Ara