Stratejik Düşünce Enstitüsü'nün resmi sayfasında kaleme aldığı analizinde Tavukçu, durumun mülteci politikalarını eleştirmeyi aştığını, ırkçılıkla birlikte düşmanlık boyutuna ulaştığını vurguladı.
Tavukçu'nun Cumhuriyet'in kuruluşu öncesi ve Cumhuriyet dönemindeki nüfus nakli ve yerleşimleriyle ilgili resmi kayıtlarda yer alan deyatlara da yer verdi.
"Mübadele Bağlamında Türkiye Cumhuriyeti Irk Temelli mi İnşa Edildi?"
Son zamanlarda ülkemizde mültecilere duyulan tepkinin yön değiştirerek Türk ırkçılığına, Arap düşmanlığına hatta Müslüman olan ancak Türk olmayan herkesi düşman görmeye; işadamı, turist ya da öğrenci bile olsalar bunları sokaklarda görmeye tahammülsüzlüğe doğru evrildiği müşahede ediliyor.
Bu anormal ırkçılığı yapanlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin sadece Türk etnisitesine ait olduğunu, cumhuriyetin bu temel üzerine inşa edildiğini iddia ediyorlar. İslam'ı da bir Arap inanış biçimi olarak kabul ederek sosyal hayattan kovmaya çalışıyorlar. Dindar olan Türklere de hakaret ve sataşmalar bir hayli artmış durumda. Aynı çevrelerin sosyal medyasında, mülteci olmayan Anadolu'nun asli halkı Kürtlere karşı da aşağılayıcı bir dil kullanılıyor.
Kulaktan dolma bilgilere, sloganlara ve öfkelere dayalı olarak sosyal medyada küfürler eşliğinde tekrarlanan bu söyleme aynı zamanda derin bir tarih bilgisizliği eşlik ediyor.
Bu yazımızda, Cumhuriyet'in kurucu belgesi olarak kabul edilen Lozan Anlaşması'nın bir parçası olarak ve anlaşmadan hemen sonra 1923 yılında uygulamaya konulan mecburi mübadelenin ırk esasına dayanmadığı, aksine dini aidiyetleri esas alınarak vatandaşlıktan çıkarılma ya da vatandaşlığa kabul işleminin yapıldığını anlatmaya çalışacağız.
Türk ve Rum Ahalinin Mübadelesine Dair Mukavelename ve Protokol
Lozan Barış Konferansı'nda, Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilecek mecburi nüfus mübadelesine dair esaslar 30 Ocak 1923'te imzalanan “Türk ve Rum Ahalinin Mübadelesine Dair Mukavelename ve Protokol”[i] ile düzenlenmiştir. Lozan Anlaşmasının 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanmasından sonra 25 Ağustos 1923'te Mukavelename iki ülke Meclisleri tarafından onaylanarak resmen yürürlüğe girmiştir.
Mukavelenamenin mübadilleri ve istisnalarını düzenleyen ilk iki maddesi şöyleydi:
Madde 1. Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine girişilecektir. Bu kimselerden hiç biri, Türk Hükümetinin izni olmadıkça Türkiye'ye ya da Yunan Hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan'a dönerek orada yerleşemeyecektir.
Madde 2. Birinci Maddede öngörülen mübadele:
a. İstanbul'da oturan Rumları (İstanbul'un Rum ahalisini)
b. Batı Trakya'da oturan Müslümanları (Batı Trakya'nın Müslüman ahalisini)
kapsamayacaktır.
Mübadele sözleşmesinin sonucu olarak İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada'da ikamet eden Ortodoks Rumların dışında tüm Anadolu'da ve Doğu Trakya'da ikamet eden Ortodoks inançlılar Yunanistan'a, Batı Trakya dışında Yunanistan topraklarında yaşayan tüm Müslümanlar da Türkiye'ye gönderilmiştir. Mübadele sözleşmesinde, mübadeleye tabi olanlar arasında dil ya da etnik kökene dayalı bir ayrım yapılmamıştır.
Mübadele Sözleşmesi imzalanmadan önce ihtida eden (Müslümanlığa geçenler) Rum Ortodoks kimlikli şahıslar ile bir Türk ile evlenen Ortodoks Rum kadınlar mübadeleye tabi tutulmamıştır.
Mübadelede kullanılan temel kriter mensubu bulunduğu din olup 1923 yılına kadar Anadolu ve Doğu Trakya'dan 1.200.000'e yakın Rum Ortodoks Yunanistan'a göç etmiştir. Rum denenlerin arasında, Türkçeden başka dil bilmeyen ve konuşmayan Karamanlı Ortodokslar da bulunuyordu. Öte yandan Türk Ortodoks Hristiyan Gagavuzların Türkiye'ye göçme istekleri de kabul edilmedi.
Kısaca, Cumhuriyet ilan edildiğindeki genel ve yasal kabule göre etnik kökeni ne olursa olsun Müslüman muhacirler vatandaş kabul edildiler, iddia edildiği gibi Cumhuriyet Türk etnisitesi üzerine kurulmadı. Irkçı söylemin kendini dayandırdığı söylem, aşağıda anlatacağımız üzere 10 yıl sonra ortaya çıkmaya başladı.
Türkiye'ye gönderilen Müslüman mübadiller
Devlet İstatistik Enstitüsü'nün verilerine göre, mübadele kararının sonucu olarak 1923 ile 1927 yılları arasında Yunanistan'dan Türkiye'ye 456.720 Müslüman gelmiştir.
Gelen mübadiller, Ekim 1923'te kurulan Mübadele İskan ve İmar Vekaleti tarafından önceden belirlenmiş olan köy ve şehirlere yerleştirildiler.
Mübadillerin %58'i Marmara, %13'ü Ege, %11'i Karadeniz, %10'u İç Anadolu, %2,5'u Doğu Anadolu ve %0,5'i Güneydoğu Anadolu bölgesine iskan edildi. Edirne, Bursa, Balıkesir, Kırklareli, Kocaeli, Tekirdağ, İzmir ve İstanbul'un mübadillerin en yoğun olarak iskan edildiği iller oldu.
Müslüman mübadillerin bir kısmının ana dili Türkçe değil Yunanca, Arnavutça, Pomakça, Ulahça ve Slavca'ydı. Birçoğu Türkçeyi göç ettikten sonra Türkiye'de öğrendiler.
Kemal Karpat'a göre Balkanlarda yaşayan Müslümanlar, farklı etnik kökene bağlı olsalar bile Osmanlı “millet” geleneğinin bir sonucu olarak, hem kendileri tarafından, hem de içinde yaşadıkları bölgedeki Müslüman olmayan gruplar tarafından, “Osmanlı”, “Türk” ya da sadece “Müslüman” olarak kabul ediliyorlardı (Karpat, Osmanlı Modernleşmesi). Müslüman olan Türk, Arap, Arnavut, Boşnak, Kürt, Laz, Çerkez, Tatar, Gürcü, Pomak vb. gibi etnik grupların hepsi tek millet olarak görülüyordu.
Nitekim, Mustafa Kemal Paşa 1 Mayıs 1920'de Meclis'te yaptığı konuşmada;
“Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm‘a münhasır değildir. Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir.”[ii]
Sözleriyle, Milli Mücadele dönemi ve sonrasında hakim olan millet anlayışını dile getirmiştir.
1923 yılı itibariyle 12 milyon civarında hesaplanan Türkiye nüfusunun yüzde yirmisi muhacirlerden oluşuyordu. 1840'lardan itibaren Çarlık Rusyası istilası ve Müslüman ahaliye baskısı sebebiyle, yeni Balkan ulus devletlerinin etnik arındırma politikalarının zorlamasıyla ve 1917 sonrasında Bolşevik ihtilali kargaşasında milyonlarca Müslüman Kafkaslardan ve Balkanlardan göç etmişti.
1.Dünya Harbinden önce 17,5 milyon olan nüfus on yıllık savaş neticesinde %30 azalarak 12 milyona düşmüştü. Cumhuriyetin nüfus ihtiyacı 500 bin civarındaki mübadillerden ve Kafkasya'dan gelen muhacirlerden sağlandı.
Sonuç
1911 yılı nüfus sayımına göre Balkan coğrafyasının bütünündeki nüfusun %51'i Müslümandı. Balkan Savaşı başlayana kadar Müslüman nüfusun 1 milyon 445 bini (%62) Türkiye'ye göç etti. Kalan nüfusun 314 bini Balkan Savaşları sırasında ve sonrasında (1912-1920) Türkiye'ye göç ederken 450 bini aşan Müslüman da 1921-1926 yılları arasında Mübadele Antlaşması ile Türkiye'ye geldi.
Bu insanlar etnik kimlikleri ne olursa olsun, bulundukları topraklarda Müslüman=Türk oldukları için zulüm ve katliama maruz kalmışlardı. Ve sığınacakları tek yer Türk Devleti idi. Bu insanlar topraklarını terk edip göçtükleri Anadolu ve Trakya'da bir bütünün parçası oldular.
Türk milletini, sadece Türk ırkından olanlarla tarif 1930'lardan sonra yaygınlaştı. Bu dönemde yapılan yasal düzenlemelerde “Türk soyundan olan ve Türk harsına bağlı olanlar” vurgusu yer almaya başladı. Halbuki, Cumhuriyeti kuran Meclis'te millet, yalnız bir ırka ait olmayıp Türk, Çerkez, Kürd, Laz, Arap hepsinden mürekkep bir İslam topluluğu olarak tarif edilmişti.
Bu tarifin ortaya çıkmasında bütün bir Avrupa'yı tesiri altına alan ve 2. Dünya Savaşı'na yol açan 1930'lardaki ırkçı Nazi teorilerinin ciddi etkisi oldu. Hitler'in üstün Germen ırkı Türk ırkına, aşağı ırk söylemi Araplara tahsis edildi. Daha önce birbiri yerine kullanılan Türk=Müslüman anlayışı yerini antropolojik Türkçülüğe bıraktı. Irk ispatı için kafatası ölçümleri yapılan bu dönemde, farklılıklar baskı altına alınıp vatandaşın tek tipleşmesi yoluyla modern ulus devlet yaratılmaya çalışıldı. Son dönemlerde ortaya çıkan ırkçı söylemi, demokratikleşme ile birlikte geride bıraktığımız 1930'lar tek parti dönemini diriltilme çabası olarak görmek yanıltıcı olmaz.
Günümüzde yine Avrupa'da nükseden ve Avrupa devletlerinde siyaseten iktidara taşınmaya başlayan yabancı düşmanlığı ve ırkçılık akımları Türkiye'de de maalesef taraftar bulmuş görünüyor. Kendi aidiyeti dışındakilere ülkede yaşama hakkı tanımayan, nobran, dışlayıcı bu akım nefretini sadece dışarıdan göçenlere değil, turist olarak gelenlere, ticaret için gelenlere, öğrenci olarak gelenlere de yöneltmiş durumda. İçeride Müslüman Türklere Araplaşmış muamelesi yapılırken Kürtler bir başka nefret odağı haline getiriliyor.
Ortaasya'dan kalkıp Anadolu'ya gelene kadar göçtüğü/geçtiği coğrafyalarda devletler kuran, buralardaki halklarla evlilik yoluyla karışan, onların kültür ve değerleriyle kendisini zenginleştiren ve nihayet Asya-Afrika-Avrupa üçgeninde bin yıllık bir devlet ve medeniyet kuran Türkler, bu hareketli tarihleriyle dünyada bir benzeri olmayan millettir.
Kendisini dar bir ırkçılığa hapseden, etrafındaki Arap, Kürt, Acem herkesi düşman görerek izole eden, kendi içindeki etnik farklılıkları çatışma sebebi gören ve bin yılı aşkın mensubu bulunduğu dini reddeden ırkçı anlayışın kadim Türk tarihinde bir yeri olamaz.
Mülteci politikasındaki yanlışlıklar elbette ki eleştirilir ve yetkililer çözüme davet edilir. Ancak iş, mülteci politikasını eleştiriyi artık aşmış durumda. Daha önce bir Dünya Savaşı'na yol açan ve ülkeleri iç çatışmalara, katliamlara sürükleyen ırkçılık umarız ülkemizi zora sokacak gelişmelere sebep olmaz.
Popülerleşen bu ırkçılığın; dünyada huzur ve barış isteyen, komşuları ile bölgesel ittifaklar kurmakta olan ve küresel bir güç olma yolunda iddiasını sürdüren Türkiye'ye hizmet etmediği, ayağına pranga olacağı çok açık. Ama bu nafile ve sonuçsuz kalmaya mahkum bir strateji. Zira Türkiye; gerek İslam ülkeleri ve Türk dünyası ile gerek bölge ülkeleri ve Afrika, Aya ile küresel ölçekte büyük bir potansiyel beraberlik, birlik kurma yolunda önemli adımları atmış bulunmaktadır.
Kaynak: Stratejik Düşünce Entitüsü