Dolar

34,9428

Euro

36,5522

Altın

3.020,11

Bist

9.995,65

'Cemal Kaşıkçı olayı Türkiye'nin Müslümanların lideri olma algısına zarar verdi'

Cemal Kaşıkçı'nın öldürüldüğünün açıklanmasının ardından birçok yorum da gelmeye başladı. Ünlü gazeteci David Lepeska, Cemal Kaşıkçı olayı ile Türkiye'nin Müslümanların lideri olduğu algısına zarar verildiğini ifade eden bir yazı kaleme aldı.

7 Yıl Önce Güncellendi

2018-10-21 10:28:46

'Cemal Kaşıkçı olayı Türkiye'nin Müslümanların lideri olma algısına zarar verdi'

Türkiye'nin yaşanan son süreçte Müslümanların lideri imajına zarar geldiğini ifade eden Lepeska, Mısır'daki demokratikleşme sürecinin Sisi darbesi ile baltalanmasına da değindi. 

İŞTE DAVİD LEPESKA'NIN O YAZISI

Şimdiye dek kesin duymuşsunuzdur: Amerika merkezli Suudi Gazeteci Cemal Kaşıkçı, 2 Ekim günü öğleden sonra kendi ayaklarıyla Suudi Konsolosluğu'na girdi ve sonra sırra kadem bastı.

Dört gün sonra, Kaşıkçı'nın henüz hiçbir izine rastlanmamış ve Krallık da henüz herhangi bir açıklama yapmamışken, Türkiyeli görevliler, Kaşıkçı'yı konsolosluğun içinde işkenceyle öldürmek ve parçalara ayırmak amacıyla 15 kişilik bir Suudi timinin uçakla gelmiş olduğuna ilişkin şoke edici öyküyü aktardılar. Üstelik ellerinde bunu ispat edecek kanıtlar olduğunu da söylediler.

Suudi Arabistan buna omuzlarını silkerek ve Brookings Enstitüsü üst düzey araştırmacılarından Şadi Hamid'in ifadesiyle “gönülsüzce ve genel olarak umursamaz” bir tavırla karşılık verdi.

Günler sonra, Türkiye'nin TV24 kanalı Suudi suikast timinin konsolosluğa girişlerini ve çıkışlarını gösteren güvenlik kamerası kayıtlarını yayınladı. Birkaç gün sonra, ülkeye giren 15 Suudi'nin taranmış pasaportları ortaya çıktı. Bunlardan en az dokuzu Suudi emniyetinde, ordusunda veya hükümetinde çalışan, birkaç tanesi de ülkenin 33 yaşındaki fiili lideri Veliaht Prens Muhammed bin Salman'la sık sık seyahat eden isimlerdi.

Aynı gün, hükümet yanlısı gazetelerden biri, Kaşıkçı'yı testereyle parçalara ayıran Suudi bir adli tıp uzmanının, meslektaşlarına bir insanı testereyle parçalarken, kulaklıkla müzik dinlemenin önemini anlattığı bir ses kaydının ayrıntılarını yayınladı. Nihayet dün, hükümet yanlısı Yeni Şafak gazetesi, Suudi'lerin Kaşıkçı'nın parçalarını İstanbul civarlarındaki farklı noktalara gömmüş olabileceklerine ilişkin bir haber yayınladı.

Burada söz konusu olan haber sızdırmaktan ibaret bir şey değil, bilinçli bir strateji. Öyle olduğunu biliyoruz, çünkü New York Times'ın dediği gibi “Türkiye'de böylesi bilgiler, hükümetin onayı olmadan yayınlanamaz.” Belli ki Türkiye'nin tepesi atmış ve savurmaya başlamış. Peki, ama neden? Ve Türkiye bununla ne elde etmeyi umuyor olabilir?

Meselenin ifade özgürlüğü ile ilgili olmadığı kesin gibi. Erdoğan hükümetinin gazetecilere zulmetmeyle ilgili epeyce kabarık bir sabıka kaydı var. Halen 170'ten fazla gazeteci hapiste tutuluyor, 150'den fazla medya organı da kapatılmış durumda.

Gerçek o ki, Türkiye ile Suudi Arabistan'ın arası hiçbir zaman çok iyi olmadı. İslamcı akademisyen Mustafa Akyol, geçtiğimiz günlerde Foreign Policy için kaleme aldığı bir yazıda, bu iki ülke arasındaki çatışmaların, yüzyıllar öncesine, Osmanlıların 18 yüzyılda Hicaz'daki Arap isyanlarını bastırmalarına kadar uzanan öyküsünü anlattı. Daha yakın bir geçmişte ise Suudi Arabistan ile İran konusunda anlaşmazlık yaşadılar. Suudi Arabistan, İran'ı baş düşmanı ve bölgedeki en önemli rakibi olarak görürken, Türkiye önemli bir komşusu ve ticaret ortağı olarak görüyor.

Erdoğan'ın ve partisinin ortaya çıkmasından bu yana, her ikisi de İslam dünyasının liderliği için pek de alttan alta denemeyecek bir rekabet içine girmiş durumdalar. İslam dünyasının bir lideri, halifesi, papaya denk bir figürü yok. Dolayısıyla İslam'ın doğduğu ve onun iki kutsal kentinin Mekke ve Medine'nin bulunduğu toprakların hamisi Suudi Arabistan, 100 yıla yakın bir süredir kendisini memba olarak sundu.

Erdoğan'a gelince, o da Türkiye'yi dünyanın her yerindeki Müslümanların koruyucusu olarak konumlandırmak için çok çalıştı, maddi yardım olarak milyarlar akıttı, Afrika'da, Asya'da ve Avrupa'da camiler yaptırdı ve Kudüs gibi kilit önemdeki konularda güçlü tavırlar aldı. Bunları yaparken de Osmanlı İmparatorluğu'nu ve onun halifeliğini anımsatmaktan hiç geri durmadı.

Birkaç yıl önce Türkiye Küba'da cami yaptırdığında bu rekabet iyice gün yüzüne çıktı. Zira bundan birkaç hafta önce Suudi Arabistan da aynı şeyi yapmıştı! Daha bu hafta, Muhammed bin Salman'ın, dolayısıyla Suudi Arabistan'ın yıldızının sönmeye başladığını gören Erdoğan, Ankara'da toplanan dini liderlere, Türkiye'nin “Müslüman dünyasına liderlik yapabilecek tek ülke” olduğunu söyledi.

Son yıllarda bölgenin karşı karşıya kaldığı en önemli ve acil meselelerden biri, yani Müslüman Kardeşler konusunda bu ikisinin farklı tavırlar almalarıyla birlikte, söz konusu rekabet iyice hız kazandı.

Başkan Muhammed Mursi'nin 2013 Temmuz'unda devrilmesinden bu yana, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeler, ya bu grubu ‘istikrarlı hükümetleri tehdit eden bir terör örgütü' olarak gören Suudi Arabistan'dan ya da Müslüman Kardeşleri iktidardan haksızca indirilmiş ve katliama uğramış meşru bir siyasi parti olarak gören Katar ve bir-iki diğer ülkeden yana tavır almak zorunda kaldılar.

Erdoğan, Türkiye İslamcılığının babası ve Müslüman Kardeşleri'n güçlü bir figür olarak gördüğü Necmettin Erbakan'ın rahle-i tedrisinden geçmişti. Dolayısıyla Mursi'nin düşürülmesinin ardından Türkiye'nin sürgüne yollanan onlarca Müslüman Kardeşler mensubuna gururla kucak açmasında, onlara iltica hakkı tanımasında, koruma sunmasında ve İstanbul'u grubun bir çeşit sürgündeki merkez üssü haline getirmesinde şaşılacak bir yan yoktu.

Şimdi geliyoruz Türkiye'nin neden bu kadar içerlemiş olduğuna. Cemal Kaşıkçı bir Müslüman Kardeş'ti. Evet, uzun yıllardan beri grubun aktif bir üyesi değildi, ama 80'lerde ve 90'larda onların bir üyesiydi ve söylendiğine göre diğer üyeleri aşırılıkçılıktan uzak durmak için ikna etmeye çalışırdı.

Washington Post'taki yazılarından anlaşılabileceği gibi günümüzde dahi bu grubu savunmaya devam ediyordu. Örneğin geçtiğimiz ağustos ayında şu satırları yazmıştı:

“Eğer Mısır'daki demokratik süreç devam edebilseydi, Müslüman Kardeşler'in politik pratikleri olgunlaşabilir ve daha kapsayıcı bir hal alabilirdi.”

Yani, bir Müslüman Kardeşler destekçisi, inanmış bir Müslüman, bir sürgün ve Erdoğan'ın bir dostu, İstanbul'a, Türkiyeli muhafazakâr bir kadınla evlenmeye geliyor ve Krallığın uzun eli, imparatorluğun bu eski başkentine kadar uzanıp, onu orada deviriyor!

Dünyanın önemli bir çoğunluğu, bu on yıllardan beri görülmüş en cüretkâr ve tüyler ürpertici uluslararası suikastı, doğrudan hukukun üstünlüğünü, basın özgürlüğünü ve dünyanın her yerindeki muhalifleri hedef alan bir saldırı olarak görüyor olabilir.

Ankara için Kaşıkçı'nın öldürülmesi, Türkiye'nin egemenlik haklarının doğrudan bir ihlali olduğu gibi, Erdoğan'ın dünyanın her yerindeki Müslümanların koruyucusu olma iddiasına cepheden bir saldırı demek. Bu eylem İstanbul'un güvenli bir sığınak olduğu fikrinin yalan olduğunu ortaya koymakla kalmıyor, Türkiye'nin liderlerini onların canını en çok yakacak yerden, Müslümanlık gururlarından da vuruyor.

Krallık, tüm bunların üstüne tüy dikmek için, bir de Türkiye'nin başlangıçtaki iddialarını görmezden gelmesin mi?

Ankara ne yapar? Hemen her gün, suçlayıcı bir parça bilgi sızdırır. İnsanlığından değil, Kaşıkçı'ya ve dünyanın tüm gazetecilerine duyduğu saygıdan da değil. Uluslararası topluma, adalet ve hakikat arayışında yardımcı olmak için de değil.

Bunu yapar, çünkü Ankara'nın itibarı sarsılmış, prestiji yıkılmıştır ve intikam almak ister. Ankara, Suudi Arabistan'ı, kanıtların damla damla kanıt akıtıldığı bu Türk usulü su işkencesine maruz bırakarak, ona ıstırap çektirmeyi ve Krallığı bir noktada nihayet çatlatmayı umuyor. Elbette Suudi Arabistan'ın düşmesi, Türkiye'nin Müslümanların bayraktarı olarak ortaya çıkma şansını da epey artıracaktır.

Ve günün sonunda Muhammed bin Salman görevinden ayrılmak zorunda kalır, failler yargılanır, Suudi Arabistan'a yaptırım uygulanır ve hatta uluslararası toplumdan dışlanırsa, kim bilir belki de Türkiye'nin tüm bunları neden yaptığının pek de önemi kalmaz. Sonuçta önemli olan adaletin tecelli etmesidir.

 

Haber Ara