İsrail'in İran'a yönelik son saldırılarıyla Batı Asya'da son derece tehlikeli bir eşiğe yaklaşmış durumdayız. İşgal devleti İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 33 yıldır İran'ın nükleer silah üretimine yaklaştığını iddia ediyor. Hatta bundan 13 yıl önce Birleşmiş Milletler kürsüsünde çizgi film gibi bir bomba karikatürüyle İran'ın sadece aylar uzaklıkta olduğu iddiasını tüm dünyaya sunmuştu. Bugün hâlâ aynı söylem tekrar ediliyor: İran bombaya birkaç adım uzaklıkta. Ancak bu iddiaların ardındaki asıl amaç, İran'ın nükleer silah üretmesini engellemekten çok daha öte: ABD'yi bu çatışmanın içine çekerek bölgedeki tüm denklemleri kendi lehine çevirmek.
Bu taktik, daha önce Irak'ta da uygulandı. George W. Bush'un kitle imha silahları bahanesiyle Irak'ı işgalini hatırlayalım. Suriye'ye yönelik yıkım sürecinde de benzer gerekçeler öne sürülmüştü. Şimdi aynı senaryo İran için sahneleniyor. Ancak İran, sadece büyük bir nüfusa ve geniş bir coğrafyaya değil, aynı zamanda ciddi bir askerî kapasiteye sahip. İsrail, bu nedenle İran'ı tek başına etkisiz hale getiremeyeceğini biliyor ve Washington'un desteğini kaçınılmaz görüyor.
Netanyahu, İran'a yönelik provokatif saldırıların Trump'ı çatışmaya sürükleyeceğini umuyordu. Özellikle Trump'ın İran'a yönelik açık tehditler savurduğu dönemlerde bu beklenti zirveye çıkmıştı. ABD savaş gemileri Körfez'e yönlendirildi, diplomatik temaslar hızlandı, G7 zirvesinde Trump danışmanlarıyla kapalı görüşmeler yaptı. Ancak beklenen kırılma henüz yaşanmadı. Ya Trump'ın savaş konusundaki ikircikli tutumu, ya da danışmanlarının olası bir Batı Asya bataklığı konusunda uyarıları, ABD'yi hâlâ temkinli bir çizgide tutuyor.
Unutulmamalıdır ki Irak'taki uzun soluklu savaş, George W. Bush'un siyasi kariyerini tüketmişti. Trump aynı hatayı tekrarlamak ister mi? Üstelik İran, Saddam Hüseyin'in Irak'ına kıyasla çok daha güçlü ve dayanıklı bir devlet. Her ne kadar ABD henüz çatışmaya doğrudan katılmamış olsa da askerî varlığını bölgeye yoğunlaştırmaya devam ediyor. Savaş gemileri, uçak gemileri ve lojistik destek unsurları bölgede konuşlandırılıyor. Trump savaş istemeyebilir, ama ABD'deki savaş lobileri ve İsrail yanlısı çevrelerin baskısı onu farklı bir rotaya sokabilir mi? Soru hâlâ cevapsız.
Trump'ın kendi sözleri durumu çok net özetliyor: "Kararımı son saniyeye kadar vermek isterim. Çünkü savaşta her şey değişebilir. Bir uçtan diğerine kayabilir." Bu bakış, dünyayı savaşın eşiğinde tutan zihniyeti yansıtıyor: Her şey bir anlık kararla altüst olabilir.
Şimdi İsrail'in sıkça dile getirdiği konuya bakalım: İran bombaya yalnızca birkaç hafta uzaklıkta. Bu söylem, İran'ın uranyumu %60 oranında zenginleştirmiş olması üzerinden kuruluyor. Ancak bu oran, silah üretimi için gerekli olan %90 seviyesine ulaşsa bile, bu bir nükleer bomba anlamına gelmiyor. Bir silahın üretilebilmesi için karmaşık tasarımlar, tetikleyici mekanizmalar ve denemeler gerekiyor. ABD Ulusal İstihbarat Ajansı'nın Kongre'ye sunduğu rapora göre, İran'ın nükleer bomba üretimi yönünde somut bir ilerleme kaydettiğine dair herhangi bir kanıt bulunmuyor. Ayrıca, İran'ın dini lideri Ayetullah Hamaney'in nükleer silah üretimini açıkça yasakladığını da hatırlamak gerekiyor.
Ancak ABD'deki savaş yanlısı çevreler açısından bu detayların hiçbir önemi yok. Onlar için mesele, kanıt değil; hedeflerine ulaşmak. İran'la savaş istemelerinin nedeni, bölgedeki enerji kaynakları ve bu kaynakların Batı hegemonyası altındaki kontrolüdür. Bu, ABD dolarının küresel sistemdeki gücünü de besleyen bir denklemdir. Trump'ın yenilenebilir enerjiye karşı çıkışı, büyük ölçüde bu enerji-politik çıkar yapısına dayanmaktadır. İsrail'in bölgedeki rolü ise, bu küresel stratejinin askerî ayağıdır.
Batı medyasının "Ortadoğu" olarak adlandırdığı coğrafya, aslında Batı Asya'dır. Bu adlandırma bile Batı merkezli düşünce sisteminin bir yansımasıdır. Batı'nın bu bölgeye bir ekonomik hinterland olarak baktığı gerçeği, tarihte defalarca ispatlandı. Osmanlı'nın çöküşü sonrası Fransa ve İngiltere'nin Batı Asya ve Kuzey Afrika'daki petrol bölgelerini paylaşması ya da 1953'te İran'da Musaddık hükümetinin devrilip yerine Batı yanlısı Şah'ın getirilmesi gibi örnekler bunun göstergesidir.
İsrail'in İran'a karşı temel problemi, İran'ın büyüklüğüdür. Şah rejiminin düşüşünden sonra bile, ambargolara rağmen İran sanayi ve savunma alanında ciddi ilerlemeler kaydetti. Körfez Savaşı'nda Irak'a kimyasal silah desteği verilmesine rağmen İran'ın direnci kırılmadı. ABD, Afganistan ve Irak işgallerinde askeri olarak üstün olmasına rağmen, kalıcı bir başarı elde edemedi. Direniş gösteren halklar, emperyal güçleri savaş alanlarında durdurabiliyorlar. Bu, Vietnam'dan Irak'a, Afganistan'a kadar tekrar eden bir gerçekliktir. Bugün yeniden göz ardı edilme riskiyle karşı karşıyayız.
Son günlerde İran ve İsrail arasında hava saldırıları yoğunlaşmış durumda. İran, özellikle Hayfa'daki rafineri gibi kritik noktalara hipersonik füzelerle saldırılar düzenliyor. İsrail'in Demir Kubbe ve diğer gelişmiş hava savunma sistemleri, bu tarz yoğun ve eşzamanlı saldırılara karşı yetersiz kalabiliyor. Bu durum, İsrail'in savunma kapasitesinin sürdürülebilirliği konusunda ciddi soru işaretleri doğuruyor. Wall Street Journal'ın "İsrail'in Savunma Füzeleri Azalıyor" başlıklı haberi, bu tehdidin ciddiyetini gösteriyor.
İran ise muhtemel bir Amerikan müdahalesine karşı stratejik füze rezervlerini dikkatli kullanmak zorunda. ABD savaşa doğrudan katılmazsa, İsrail tek başına İran'ın yeraltındaki Fordow gibi tesislerine zarar veremez. Bu savaşın seyrini, taktiksel değil, stratejik direnç belirleyecek. Saldırı silahları kadar savunma sistemlerinin dayanıklılığı da belirleyici olacak.
Savaşın nihai amacı İran'da bir rejim değişikliği yaratmaksa, bu hedefin gerçekleşmeme ihtimali giderek yükseliyor. Eğer İsrail bu hedefe ulaşamaz ve İran direnirse, bu çatışma sadece İsrail'in değil, Batı müdahaleciliğinin de başarısızlığı olarak değerlendirilecektir. O zaman temel soruyla yeniden yüzleşmek zorunda kalacağız: Batı Asya, İsrail'in Batı'nın askerî kolu gibi davrandığı müdahaleci yapının dışına çıkıp, bağımsız ve özgür bir geleceğe kavuşabilecek mi?
Bu soru sadece bölgeyi değil, küresel siyaseti de şekillendirecek. Avrupa'da, Hindistan'da, hatta Latin Amerika'da bu çatışmadan çıkarılacak dersler var. Çünkü özgürlük ve egemenlik mücadelesi yalnızca bir ülkenin değil, bütün dünya halklarının ortak meselesidir.
Yorum Yap