Son derece trajik, iç karartıcı günler yaşıyoruz. Hayvan katliamları, kadınlara yönelik cinsel saldırganlık, çocuk tecavüzleri, partizanca taşkınlıklar, fanatik hırçınlıklar ve nedensiz şiddet eylemleri…
Batman filmlerinin geçtiği suç patlaması yaşanan Gotham'a benziyoruz giderek…
Kötülüğün kalın zinciri her geçen gün bizi daha fazla sarıyor ve tahammül gücümüzün sonuna yaklaşıyoruz.
Kötülüğün bu kadar kolay, bu kadar hızlı, bu kadar aşikar yayıldığı bir toplumda hiçbirimiz güvende değiliz.
Kötülük 5 yaşındaki bir çocuğu da, savunmasız bir köpek yavrusunu da, metrobüste yolculuk yapan bir kadını da es geçmiyor.
Güpegündüz bir sokakta salınıp, metrobüste icraata kalkışacak kadar pervasız, gözü dönmüş bir kötülük bu…
Bu kötülüğe karşı Küçükçekmece'de oluşan tepkiyi, öfkeyi, insani duyarlılığı çok sağlıklı buluyorum. İnsanların çocuklarının hakkını aramak için demokratik tepkilerini göstermeleri son derece önemli. Bu duyarlılık arttıkça… İnsanlar çocukların, kadınların, hayvanların hakları için süratle, bilinçle organize oldukça, kötülük mevzi kaybedecektir.
Kötülük kaçınılmaz bir şekilde hep var olacaktır.
Eksik olan…Bir türlü çıkamayan caydırıcı cezalar ve iyiliği temsil eden insanlar arasında oluşacak bu türden bir mutabakattır. Böyle bir mutabakat kalıcı bir şekilde oluşmalı ve kötülüğün her türüne karşı bürokratik mekanizmaları harekete geçirerek mücadele etmelidir.
****
Küçükçekmece'de yaşanan, metrobüste meydana gelen taciz ve tecavüz vakalarının çizdiği bu ürkütücü, endişe verici tabloyu iyice analiz etmek gerekir.
Kötülük nasıl bu kadar hızlı yayılmakta, hangi metotlarla çoğalmakta, hangi ruhlara çöreklenmekte, hangi maskelerle kendini gizlemekte ve nasıl en zayıftan başlayarak darbesini göstere göstere vurabilmektedir?
Bu toplumun sorunlarını, geleceğini dert edinen aklı selim sahibi insanların bu soruları siyasetten bağımsız bir şekilde iyice muhakeme etmesi gerekir.
Elbette bu tür vakalar ilk elde adli olaylardır.
Her adli olay da evvela şahsi olaydır…
Unutulmamalıdır ki her şahıs da kültürünün, çevresinin ürünüdür.
Buradan şöyle bir yere varabiliriz.
Yaşanan kaosun, ahlakın sallanan kirişlerinden kaynaklandığını bilerek önce kendimize bakacağız…
Şahıs olarak toplumda ki bu ahlaki yozlaşmanın neresindeyiz?
Yozlaşmayı besleyenlerden miyiz?
Yoksa, onu yok etmeye çalışanlardan mı?
Nezaket, saygı, tolerans ve empati konusunda ne kadar gayretliyiz?
Kendimiz için istemediğimiz şeyleri başkaları için de istemeyecek olgunluğa ulaşmaya çalışıyor muyuz?
Çocuklarımızı kimseyi incitmemek, kimsenin malına el uzatmamak, başkalarını da kendi gibi düşünmek, başkalarının hakkına saygılı olmak, kötülüğe mani olmak şeklindeki terbiye ile büyütüyor muyuz?
Ailemizi, komşularımızı, akrabalarımızı, arkadaşlarımızı bulaşıcı kötülükten korumak konusunda rehberlik yapmak için çaba sarf ediyor muyuz?
Yoksa çevremizden de, bu toplumdan da “Bana ne” diyerek kaçıyor muyuz?
Bu konuda sadece başkalarını suçlayıcı dil kullanmak, mesuliyeti sadece yeterince işlemeyen devlet mekanizmalarına, çıkmayan yasalara, ağır işleyen adalete yıkmak bizi çözümsüzlükten kurtarmıyor maalesef.
****
Değerli okurlar… Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi uzun yıllardır şarkılı dizili ve magazinli bir popüler kültür diktatoryası ile şuurumuz felç edildi. Bu süreçte Türkiye, popüler kültür ürünleri ile münasebette dünyanın en önde gelen birkaç ülkesinden biri haline geldi. Karı/koca, ebeveyn/evlat, hoca/talebe, komşuluk, saygı, mertlik, tevazu gibi binlerce yıllık birikimimiz ve ilişki kültürümüz yağmalandı. Talan döneminin kural tanımaz yasalarıyla yetişen çocuklar da büyüdüler ve şimdi toplumda yer tutmaya başladılar…
****
Dolayısıyla reklamlarda, dizi filmlerde, popüler şarkılarda, magazin programlarında, sosyal medyada sinsice pazarlanan; bencil, sadist, güç tutkunu, haz müptelası kişilik tipinin farkına varmamız gerekiyor. Çünkü çocuklar, gençler bunları izliyor.
****
Popüler kültürün, iç güdüler üzerinden her yaştan insanı esir alarak diğerlerine karşı kışkırttığını, gayri meşru haz arayışını yücelttiğini, yıkıcılığı methettiğini, vandallığı çoğalttığını artık görmeliyiz.
7/24 “Palu ailesi” türevi hikayelerle tıkınan obur bir toplumun palulaşma belirtileri göstermesinin kaçınılmaz olduğunu, kötülüğün biraz da izleyerek sirayet ettiğinin ayırdına varmalıyız.
Geç gelen adaletin, suçun yanında hafif kalan cezanın kötüleri yüreklendirdiğini, iyileri karamsarlığa, yılgınlığa, ümitsizliğe ittiğini asla unutmamalıyız.
En büyük kötülük yayıcısı olan popüler kültüre karşı bir tepki geliştirmenin zamanın geçiyor. Popüler kültür ürünlerinin tüketiminde kendini muhafazakar/dindar addedenlerin hiçbir seçiciliğe sahip olmadıklarını, “ne çıkarsa“ izlediklerini, dolayısıyla kötülüğün, cehaletin, magandalığın yayılmasında başrolü sekülerlerle paylaştıklarını söylemek zorundayız.
****
Montesquieu'nun o ifadesi geliyor aklıma: “Bir halk iyi bir ahlaka sahip olduğunda kanunlar sadeleşir.” Yaşanan mide bulandırıcı/trajik olaylar gösteriyor ki iyi bir ahlaka sahip değiliz. Hatta, kendimizi övmeyi bir kenara bırakırsak ortalama bir ahlaka bile sahip değiliz. Çünkü kanunlarımız bırakın sadeleşmeyi, her geçen gün daha da çeşitlenen, daha da sadistleşen eylemlerden dolayı daha fazla detaylandırılmaya muhtaç durumda. 5 yaşındaki çocuklarımızı, savunmasız hayvanlarımızı, kadınlarımızı koruyamaz bir haldeyiz…
***
Ancak söz konusu sivil mutabakatı sağlayabilirsek, daha etkili, daha organize olabilirsek bu tablonun değişmesi için bir şeyler yapabiliriz. Yeter ki daha temiz, daha saygın, özellikle kadınlar ve çocuklar için daha güvenli bir toplum kurma inancımızı kaybetmeyelim ve bu hedefe göre çalışalım.
Bunu başaramazsak, hep birlikte kötülüğün önünü alamazsak, bu toplumu şimdikinden daha adil, daha güvenli bir toplum haline getiremezsek; daha korkunç bir toplum olacağız ve çocuklarımızın başka ülkelere iltica etme heveslerine, bu ülkeden kaçma isteklerine bahane aramaya, onları suçlamaya devam edeceğiz. Meydana getirdiğimiz karanlığı görmeden…
Burada Mevlana'nın adalet-zulüm misalini hatırlatmak istiyorum.
Mevlana, “Adalet nedir?” sorusuna ”Ağaçlara su vermek” diye cevap veriyor.
“Zulüm nedir?” sorusuna ise, “Dikeni sulamaktır” diyor.
Bu toplumda yıllardır siyasetin, aydınların, hepimizin gözleri önünde ağaçlar kurutuluyor ve dikenler sulanıyor… Ardından bu dikenler de er geç herkese bir şekilde batıp, canını yakabiliyor… Ama unutmayalım, ağaçlar olmazsa sadece onların benzersiz güzelliklerini izlemekten mahrum kalmayız, ayrıca, nefes de alamayız,
Hep birlikte, dikenler yerine ağaçların sulandığı, yeşertildiği bir güven toplumu kurmak için kendimiz ve ailemizden başlamak kaydıyla kollarımızı sıvayalım, inşallah…