İktidar yanlısı medyaya çok yansıyor, yer yer de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin sözlerine yansıyor. Belki iktidar yanlısı medya, Cumhurbaşkanı'nın bu yönde bir stratejik değerlendirmesi olduğu kanaatiyle böyle hareket ediyor.
Neden bahsediyorum?
Bu yazı birbiriyle bağlantılı iki konuyu analiz edecek.
“Korkular” dediğim şu: İktidar cenahı 31 Mart seçimlerinde Ankara, İstanbul gibi sembolik değeri bulunan şehirlerde seçimi muhalefet adayları kazandığı takdirde, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne yönelik bir meşruiyyet tartışması başlatılacağını, peşinden de Gezi olayları benzeri sokak hareketleriyle Erdoğan'ın devrilmek isteneceğini söylüyor. Örnek olarak da Venezuella'da Maduro'nun karşı karşıya bulunduğu durumu gösteriyorlar. Bu tarz olayların dış desteğe de kavuşacağını, hatta ABD'nin Erdoğan'ın yerine mesela Kılıçdaroğlu'nu başkan atayabileceğini iddia ediyorlar.
Ne denir?
- Evet, muhalefet sembol şehirlerde kazanırsa, bir meşruiyyet tartışması açar. Gezi olaylarına benzer sokak hareketleri yapmak ister. ABD vs. gibi Erdoğan karşıtı odaklar, bu hareketlere ümit bağlayıp, desteklemeye yönelebilirler.
Ama bence bu kadar. Böyle bir hesabın Türkiye için hiçbir şansı yok. Gezi olayları kısa sürede marjinal sol grupların inisiyatifine girdi ve yine kısa sürede izole oldu ve etkisiz hale geldi ki, öyle bir girişimin hüsrana uğraması kaçınılmazdır.
Erdoğan ile Maduro arasında paralel değerlendirmeler yapanlar ise, ya aklını peynir ekmekle yemiş olmalı ya da Erdoğan'ın imajına yönelik müthiş bir tahribat kampanyasının gizli ortağı olmalı...
Sormak lazım: Neresi benziyor Türkiye ile Venezuella'nın birbirine ya da Erdoğan ile Maduro'nun profilleri nerelerde kesişiyor?
Böyle bir senaryoya kim prim veriyorsa, o, muhalefetse ham hayal peşinde koşuyordur, iktidarsa, kendi kendine gereksiz korku empoze ediyordur.
Öyle değil de, seçim stratejisi olarak “toplumu böyle bir kaygı atmosferine çekelim, dolayısıyla safların sık tutulmasına, irade gevşemesinin önlenmesine çalışalım” diye düşünülüyorsa, bence o da “Beka sorunu” gibi ülke için son derece hayati ve ancak gerektiğinde kullanılması gereken bir enstrümanı bir seçim için ucuza harcamak oluyor.
SİSTEMİN GÜCÜ
“Sistemin gücü” meselesine gelince...
Yukarıdaki değerlendirmede işaret ettiğimiz korkular, aslında önemli ölçüde “Sistemin halktaki karşılığı ve gücü”ne ilişkin kaygılarla ilgili.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, bir sistem değişikliğini getirdi. Ve halen bu yeni sistem, bir yandan kuruluyor bir yandan da sınanıyor.
Bir sistem var, bir de sistemin şahsında sembolleştiği sima olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan var.
Bu sistemin;
1- Başkanlık modeli oluşuyla tek adam yapılanmasına yol açıp açmayacağı...
2- Partili Cumhurbaşkanı hüviyetiyle devleti bir parti devletine dönüştürüp dönüştürmeyeceği...
3- Cumhurbaşkanı'nın “Cumhurun başkanı” olmakla bağlı bulunduğu siyasi partinin ve onun temsil ettiği toplum kesimlerinin başkanı olup olmayacağı...
4- Kuvvetler ayrılığı düzenlemesinin yeterince inşa edilememesi yüzünden tüm alanların, özellikle her türlü aksaklığın düzeltilmesine imkan verecek olan hukuk alanının tekelci bir karakter kazanıp kazanmayacağı...
Bu sorular yönetimi üstlenecek her siyasi yapı için hayati önemdedir. Bu yetkiler şu parti ve liderin elinde olursa iyi, şunun elinde olursa kötü denecek bir durum, sistemin kapsayıcılığı söz konusu olduğu için bir anlam taşımıyor.
Bir de yönetimi üstlenen kadroların ve birinci kişinin ortaya koyacağı dil-üslup-karakter sistem hakkında pozitif-negatif yargıların kaynağı olacaktır.
Bence Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti cenahı, asıl bu konu üzerinde kafa yormalı. Toplumun yarısının “Beka sorunu” çerçevesinde tehdit algısı içine sokulması herhalde yeni sistemin getirmesi istenen sonuç değildi.
Yaşanan süreci bir deneme dönemi olarak görüp, restorasyon ihtiyacı varsa onu hazırlamak ülke için de Erdoğan ve Ak Parti için de iyi olacaktır