Ben “100 yılın muhasebesi”ni yapıyorum.
Bazı arkadaşlar “1000 yılın muhasebesi”ni yapma eğilimindeler.
Yapılır mı, yapılır tabii ki, yapılmalı.
Niye yaparız bu muhasebeleri?
100 yıl önce bir yıkım - bir ayağa kalkış yaşadık, 1000 yıl önce bu toprakları vatan edindik, şimdi “Beka sorunu” diye bir mesele var gündemimizde.
100 yılda nereden nereye geldik, yıkılıştan sonraki yaralar tedavi edildi mi, 1000 yıl sonra içine girdiğimiz “Beka kaygısı” nasıl bir şey?
Bir dönemi anlatırken Mehmet Akif, “Donanma ordu yürürken muzafferen ileri – Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri” diyordu.
Sonra Ziya Paşa “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm – Dolaştım mülkü İslâm'ı bütün viraneler gördüm” diyecekti.
Bu topraklar bir “Hesaplaşma alanı” mı?
Bu topraklardan öte, İslâm coğrafyası bir “Hesaplaşma alanı” mı?
Evet öyle.
Aslında bütün dünya bütün ülkeler için bir hesaplaşma alanına dönüşme potansiyeli taşır. Amerika, Rusya, Çin, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya sürekli derin bir hesaplaşma içinde değil mi? Bir bütüünlük arzetmemesine rağmen İslâm Dünyası, en azından potansiyel varlığı sebebiyle bir hesaplaşmanın zaman zaman öznesi veya nesnesi değil mi?
Bütün bu hesaplaşma zemininde 100 veya 1000 yılın muhasebesini yapmak, ayakta kalma, varsa ideallerimizi gerçekleştirme gücümüzü görebilmek içindir.
Bu da konjonktürel bir durum tespiti meselesi değildir. Çünkü bir ülkenin ayakta kalma gücü, yıllar içinde oluşan bir birikimle ilgilidir. Ne Milli Mücadele anlık bir silkinişi ifade eder ne 15 Temmuz.
Diyelim 100 yılın muhasebesini yaptık ve bir büyük devleti kaybetmenin getirdiği açığı kapatma noktasında nerede olduğumuzu görmeye yöneldik.
Ya da diyelim 1000 yılın muhasebesini yaptık ve İslam Dünyası olarak ne halde bulunduğumuzu görmeye yöneldik.
Eğer hala halkımızın önüne çıkıp “Biz bir kabile devleti değiliz” gibi, “Bir beka sorunumuz var” gibi cümleler kuruyorsak, özgüven adına ciddi sorunlar içindeyiz ve bunu halka taşımakta sorun görmüyoruz demektir.
Aslında devletler, zaafların – güçlü yanların muhasebesi anlamında bunu diyelim Milli Güvenlik Kurulu ya da devlet yönetiminin en steril mutfaklarında yaparlar, zaaf alanlarının giderilmesi, güçlü alanların daha da takviye edilmesi için de projeler geliştirirler.
Türkiye'nin bir süredir savunma sanayii alanında yaptığı şeyler tam da benim anlatmak istediğim şeye tekabül ediyorlar. İHA'nızı, SİHA'nızı geliştirirseniz, beka sorunundan bahsetmez, gider teröristin beyninde patlarsınız.
Osmanlı'yı tarihe tevdi ettiğimiz zamandan beri tedavi edemediğimiz bir eğitim meselemiz var. Ne diyordu Nurettin Topçu: Maarif Davamız. Osmanlı'dan devraldığımız bir sorunlu alan bu. Sorunun özü “İnsan sermayemiz”i değerlendiremiyor olmak. Birim insandaki özgül ağırlığı azami seviyeye yükseltmek. Ak Parti'nin tek başına iktidarının 16'ıncı yılında eğitim sorununa şöyle – böyle çare buluyor olma ümidiyle heyecanlanıyorsak, bu, yüz yıllardır çözemediğimiz bir sorunun acısını yaşadığımız içindir. Osmanlı bu işi erken çözseydi, beka sorunu yaşamazdı, İslâm dünyası bu işi çözebilmiş olsa özgül ağırlığı böylesine alt kümelerde olmazdı, ve Türkiye, eğitim sorununu çözebilseydi, bugün dünyanın sayılı insan sermayesine sahip ülkelerinden biri olurdu.
Toplam kalitemiz. Türkiye olarak, ve bizimle bir iribatı bulunduğunu düşünüyorsak -ben düşünüyorum- İslâm dünyası olarak.
Mehmet Akif, tüm bu konularda yüreği yangın bir insandı. Şöyle seslenmişti:
‘'Ey dipdiri meyyit ‘iki el bir baş içindir'
Davransana... eller de senin baş da senindir.
***
Bekayı hak tanıyan,say'i bir vazife bilir
Çalış, çalış ki beka sa'y olursa hak edilir
Sessiz sedasız, birim insanın içindeki potansiyeli keşfetmek ve onu kinetik enerjiye dönüştürmek.... 101'inci ya da 10001'inci yılda beka sorunu ile boğuşmak değil, insanlığa kazandıracağı değerlerle konuşulmak... Yeniden küresel bir iddiamız olacaksa bunun ispatı böyle olacak.