İstanbul depremi için “Allah korusun” demekten başka neyimiz var?
Kartal'daki üç katı kaçak, 8 katlı binanın çöküşü gelecek olan şeyin ne kadar korkunç sonuçlar doğuracağını o kadar net ortaya koyuyor ki, insanlar olarak, devlet olarak, dehşetli bir ürküntü yaşamamak elde değil.
Üç katı kaçak, ama belli ki alttaki 5 kat da her an yıkılmaya hazır bir durumdaymış.
Bir bakın İstanbul'a ne kadar kaçak yapı var, ne kadar eskilerin ifadesiyle mail-i inhidam (yıkılmaya hazır) yapı var.
“Bir depremde yüzde 70'i yıkılır İstanbul'un” deniyor.
Allah korusun, Allah korusun, Allah korusun!
İşin enkaz kaldırma ve kurtarma faslına gelince Kartal'daki olay, deprem halinde ortaya çıkacak fecaati gözler önüne seriyor.
Bir tek bina. Etraftaki bütün yollar açık. Her türlü iş makinasını getirme, kullanma imkanı var. Hastaneler açık, ambulanslar hazır, kurtarma ekipleri seferber olmuş durumda. Bakanlar enkaz mahallinde.
Ne oluyor?
17 cansız beden çıkıyor bu binadan...
45 saat sonra bir kişi canlı kurtarılıyor.
Yaralı olsa bile canlı kurtarılanlar kurtarma faaliyetindeki başarıyı gösteriyor, cansız bedenler ise hep içimizde “Daha erken ulaşılabilseydi kurtarılabilerler miydi?” sorusunu doğuruyor.
Ama görülüyor ki yüksek katlı bir tek bina yıkılmış olsa bile, enkaz altında kalanları kurtarmak öyle şipşak gerçekleşemiyor.
Bir deprem hali ise, İstanbul'un beşik gibi sallanması ve bu mail-i inhidam (yıkılmaya hazır) milyonlarca yapının yerle bir olması demek.
Böyle bir durumda İstanbul'un ne hale geleceğini düşünmek bile ürkütücü. Bir yangın durumunda itfaiye araçlarının giremediği kimi İstanbul sokaklarında insanların diri diri yandığına tanık olunur.
O sokaklar deprem durumunda ne olur? Hangi sokağa kaç zamanda girilir ve kurtarma ekipleri gelinceye kadar kaç insan hayatını kaybeder? Tasavvuru bile korkunç.
Yol yok, iş makinası getirmek bile günler alıyor. Hastaneler bile yıkılmış
Nasıl bir şehir olur İstanbul, şöyle herkes gözlerini yumsun ve tasavvur etsin. Dikeyler ne olur, yataylar ne olur, toplanma alanları arayan insanlar nerelere giderler? Ah ki ah!
Bu İstanbul'u hep birlikte oluşturduk. Kaçak yapıları da, çürük yapıları da, yolların araçlarla işgalini de, birilerine rant sağlayan imar değişikliklerini de hep birlikte gerçekleştirdik. Merhum mimar Turgut Cansever'in ifadesiyle “Günah yarışı” yapıldı hep birlikte. İlk taşı atacak günahsız birisi var mı İstanbul'da, tartışılır.
Bir yerel seçim sürecindeyiz.
Cemil Çiçek “Toptan demokratik tevbe yapmalıyız” der sık sık. Herkes elini vicdanına koymalı ve İstanbul'un bu hâle gelmiş olmasındaki payını görmeli, ondan sonra da “Bugüne kadar bunlar yapıldı, bundan sonra yapılmayacak” diye söz vermeli. İslâm ölçüsünde de tevbe böyle yapılırsa anlamlı çünkü. Günahı bilmek ve bir daha yapmamaya azmü cezmü kasteylemek.
Bir de depremden önce – ki o önceki sürenin ne kadar olduğunu bilmiyoruz, yarın mı, sonraki gün mü?- İstanbul için ne yapabileceğini açıklamalı.
Biliyorum pek çok insanın zihninden “Ne yapılabilir ki!” gibi sorular geçecektir. Devasa bir şehir, plansız oluşumlar, ve milyonlarca insan varlığı...
Ne yapmışız İstanbul'a?
“94 ruhu” söylemi aslında anlamlı. İstanbul'u bir emanet gibi almak, ve medeniyetimizin bu anıt şehrine anıt değerinde katkılar sağlamak.
Keşke bunu başarabilseydik. 24 sene sonra tüm dünyaya farklı bir şehir hizmetinin anıtlaştırdığı örnekler koyabilseydik. Yeni başlıyor gibi olmuyor ne yazık ki. 24 sene önce diyelim başkalarının bıraktığı tortuyu temizlemek vardı, bugün İstanbul için hangi zor birikim göğüslenecektir?
***
Şu sıralar biber – patlıcan gündemi var. Koca şehrin beslenmesi bile bir şehircilik problemi olarak önümüzde duruyor. 25 yıl önceki tanzim satış yöntemi bile bugünün İstanbul'unda çetin bir problem oluşturuyor.
***
Adapazarı- Gölcük depremlerinde devletin iki ayağı bir pabuca girmişti. Bir İstanbul depreminde devlet ne yapar?
Allah korusun, Allah korusun, Allah korusun.