Dolar

32,2020

Euro

35,0069

Altın

2.504,53

Bist

10.643,58

Nusayri Devleti ve Müslümanların Izdırabı

Bugün Suriye’de yaşananlar basit bir rejim-karşıtlığı veya siyasi mücadele değil bilakis yüzyılların kin ve nefretini taşıyan bir din savaşıdır.

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-06-16 11:42:45

Nusayri Devleti ve Müslümanların Izdırabı


Uygar Aktaş / TIMETURK

Suriye’nin uydudan yayın yapan ‘Syria News’ adlı resmi haber kanalında gösteriler başladığından itibaren bir slogan sık sık yayınlanmakta ve ısrarla tekrar edilip durmaktadır: ‘Suriye kendi manasına sıkı sıkıya bağlıdır’

İlk başta ne dediği anlaşılmayan muğlâk ve müphem bir cümle. Her ne kadar bu sloganın ardından Suriye’nin manasının tarih ve medeniyet mirası olduğuna dair telmihler yapılsa da cümledeki muğlâklık ve müphemlik zail olmamaktadır. Neden Suriye’nin kendi tarih ve medeniyet mirasına sıkı sıkıya bağlı olduğu doğrudan söylenmiyor da böylesi müşkil bir ifade tercih ediliyordu? Hem bu tarih ve medeniyet mirasının yaşanan olaylarla ne alakası vardı? Bu cümle/slogan içinde olaylarla alakalı bir mesaj verilmek istendiği belliydi. Ama o mesaj neydi?

Sözkonusu sloganı ama Nusayrilik-terminolojisine dayanarak tercüme ettiğimizde ise ortaya son derece şaşırtıcı bir cümle çıkmaktadır: ‘Suriye kendi Tanrısına sıkı sıkıya bağlıdır.’

Zira ‘mana’, Nusayrilik itikadında Tanrının batınına itlak olunmaktadır. Bütün batını ekoller gibi Nusayrilik’te de hakikatin yani Tanrının ve Tanrı kelamının bir batıni birde zahiri vechesi olduğuna inanılmaktadır. Batında nurlar nuru halinde ‘mana’ olan Tanrı, insanları doğru yola iletmek için bir bedene ihtiyaç duyar ve o bedende tezahür eder. Tanrı’nın zahiri ise Ali bin ebi Talib’dir. Tanrı tarihte 14 defa bedene bürünmüştür. 14. Tanrı-insan Ali olmakla beraber diğer 13 kişi de aslında Ali’nin tecellileridir. Yani Ali hem batın hem de zahirdir. Hristiyanlık misali tanrısal-üçleme inancına sahip olan Nusayrilikte Tanrı asla tek bulunmaz. Zahirdeki tanrısal-üçleme Ali-Muhammed-Salman’dır. Ali kendi nurundan Muhammed’i, Muhammed o nurdan Salman’ı yaratmış, her üçü ise birlikte bütün kâinatı yaratmışlardır. Bu inanca Nusayrilikte ‘ayn-mim-sad’ sırrı adı verilmektedir. Bu üçlemenin batın vechesi ise Mana-isim-bab’dır. Nusayriler ‘ayn-mim-sad’ sırrını kadınlara, ergenlik yaşından küçük çocuklara ve Nusayri ana-babadan olmayanlara açmamakta, bu sırrın Nusayri olmayanlarca keşfedilmemesi için büyük bir gayret göstermektedirler. Nusayrilik bu sebeple asırlar boyunca bir muamma olarak kalmıştır. Bu dinin ne olduğu ancak 19. yüzyılın sonlarında Nusayrilikten hristiyanlığa geçen Adanalı Süleyman Efendi’nin nusayriliğin kutsal metni olan Kitab-ul Mucmu’u yayınlamasıyla öğrenilebilmiştir. Sırrı ifaşa eden Süleyman Efendi ise bu suçundan dolayı Nusayrilerce Tartus’da feci şekilde öldürülmüştür.

Nusayri olmayanlara karşı ayn-mim-sad itikadını titizlikle gizleyen Nusayriler bu çevrelere karşı ise takiyyeye başvurarak kendilerini ‘Ehl-il Beyt muhibleri’ olarak takdim etmiştir.

Bu kısa tariften sonra tekrar baştaki slogana yani ‘Suriye kendi tanrısına sıkı sıkıya bağlıdır’ cümlesine dönersek burada bahsedilen tanrının mücerret-nazari bir Tanrı olmadığı bilakis yeniden bedene bürünmüş müşahhas bir Tanrının kastedildiğni görürüz. Rıfat Esad’ın başkanlığını yaptığı ‘Yüksek Lisans Mezunları Derneği’nin yayınladığı ‘Fursan’ adlı derginin 13 Şubat 1980 tarihli nüshasında yer alan bir makale bu hususta bize ipucu vermektedir. İsmail Huveyce tarafından kaleme alınan makalede şu satırlar hayli dikkat çekmektedir: ‘Artık yoldaş Hafız Esad kıble ittihaz edinilmeli ve insanlar İslam’ın putlarına – yani Allah-u Teala’ya – rükû ve secde etmek yerine Hafız Esad’a ibadet etmelidir.’  Bir insana ibadet edilmesi ona ulûhiyet atfedilmesi, Tanrının onun bedeninde zahir olması demektir. Yani Tanrı ya da Ali bin Ebi Talib bu defa Hafız Esad olarak tecelli etmektedir. Suriye’den gelen görüntülere bakılırsa bu ulûhiyetin Hafız Esad’ın ölümüyle beraber oğlu Beşar Esad’a intikal ettirildiği görülmektedir. Zira görüntülerin birinde iki kişi, diğerinde ise üç kişi Beşar Esad’ın resimlerine secde etmektedir. Ayrıca Beşar Esad’dan bahsedilirken, ölümsüz bir lider ve rehber olarak tavsif edildiği ve kendisine güçlü bir ruhaniyet atfedildiği görülmektedir. Bu anlatılanların ışığında tekrar slogana dönersek, ‘Suriye kendi manasına sıkı sıkıya bağlıdır’ sözünün aslında ‘Suriye kendi Tanrısı Beşar Esad’a sıkı sıkıya bağlıdır’ demek olduğu ortaya çıkmaktadır.

Beşar Esad’ın tanrı-insan olarak kabul edilmesi son üç ay zarfında şahit olduğumuz ağır işkencelere ve hunharca katliamlara da bir izah getirmektedir. Zira sokaklara dökülen ve rejime isyan eden bu insanlar Nusayri askerler ile şebihhanın gözünde sadece siyasi muhalifler olarak görülmemekte bilakis kendi aralarında olduğu halde Tanrıya isyan eden kâfirler olarak telakki edilmektedir. Bu durumda onlara uygulanacak her türlü şiddet ve cinayet de caiz olmaktadır.

Nusayrilik dininin esas muarızı ya da ötekisi daha doğru bir ifadeyle kâfiri sünni müslümandır. Zira sünniler Nusayri itikadınca Ali’yi gören ama onun tanrılğını kabul etmeyen bu sebeple de küfre düşenlerdir. Her ibadetde okunmak zorunda olan ‘Arınma duasında’ aralarında başta Ebubekir Sıddık, Ömer bin Hattab ve Osman bin Affan olmak üzere 9 kişiye lanet edilmesi de bunun bir ifadesidir. Bu ‘lanetlilerin’ dokuzuncusu Yavuz Sultan Selim’dir. Sünni müslümana karşı tarihi bir öfkeye sahip olan Nusayri askerler bu öfkeyi bugünkü ‘Tanrı-Esad’a’ karşı girişilen isyanla birleştirerek sünni müslümanlara karşı tam bir katlama girişmiş bulunmaktadır.

Sünniler, aralarında olduğu halde Ali’nin tanrılığını keşfedemeyen körlerdir. Aynı körlük Ali’nin bugünkü tecellisi olan Beşar Esad’a karşı da sergilenmektedir. İşkence ile öldürülen bazı çocuk ve yetişkinlerin gözlerinin çıkarılmış olması da tarih boyunca sünnilere atfedilmekte olan bu körlüğün cezalandırılmasından başka bir şey değildir.

Yine aynı şekilde Hafız Esad’ın heykellerinin halk tarafından parçalanmaya başlanması üzerine bu heykellerin meydanlardan devlet tarafından toplatılmasının sebebi ‘Tanrıyı’ bu ‘çirkin’ saldıralara maruz bırakmamak düşüncesidir. Bu heykelleri parçalayanlara ve resimleri yırtanlara en ağır işkencelerin uygalanmasının sebebi de bu fiillerin ‘Tanrıya’ karşı işlenmiş kabul edilmesidir.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Bütün bu yukarıda anlatıklarımız bizleri şu suali sormaya zorlamaktadır:

Nusayrilik faktörü ve buna bağlı olarak Baba-Oğul Esad’ların Tanrı ittihaz edilişi aile tarafından sadece iktidarın tehlikeye düştüğü anlarda Nusayri kitleyi mobilize edecek muharrik unsur olarak mı görülmektedir yoksa daha derin bir ilişki mi söz konusudur? İkinci şık bizi rejimin ideolojik dayanağı olan sosyalizm-arap milliyetçliği ve Filistin davası gibi söylemleri sorgulamaya, devletin dayandığı asıl ‘ajandayı’ aramaya sevk edecektir. Bu konuda yapılması gereken ise Hafız Esad’ın iktidara geliş sürecini takip etmek ve Nusayriliğin itikadi unsurları- pratiği ile devlet yapılanması ve dâhili siyaset arasında benzerlik ve parallelikler olup olmadığına bakmaktır. Bu hususta bize ilk ipucunu 63 darbesinin mimarlarından olan Nusayri General Muhammed Umran’ın ‘Fatımiler artık devleti ele geçirmelidir’ şeklindeki sözleri vermektedir.

Gerçektende 50’lerden itibaren ordu içinde gözle görülür bir kitle halini almaya başlayan Nusayri subaylar sırayla önce 54-58 yılları arasında Kürt, 62-64 yılları arasında Şam’lı Arap, 66-68 yılları arasında ise Dürzi ve İsmaili subayların büyük bir bölümünü tasfiye ederler. Nusayri subayların şerrinden Lübnan’a kaçan dürzi General Hattum, kendisine Suriye’deki hür subayların durumunun sorulması üzerine ‘Ne hür subayından bahsediyorsunuz? Suriye’de Nusayrilerden başka subay mı kaldı ?’ diyerek cevap verir. Nusayri olmayan subayların ordudan tasfiyesi aslında Nusayri subayların kahir ekseriyetinin bilinçli ve sistemli olarak yürüttükleri bir projedir. Bu bilinçli tasfiye sürecinin tafsilatını merak edenler Nicolas Van Dame’ın kitabına müracaat edebilirler.

Bu sistematik tasfiye süreci sonunda iktidarı ele geçiren Esad ailesi ise devlet yapılanmasında nusayrilik pratiğini model aldığı gibi halkla olan ilişkilerinde de nusayriliğin itikadi unsurlarına dayanmıştır. Mesela devletin yapılanması ve kilit noktalara getirilecek kişilerin tayin ve tesbitinde Nusayrilikteki ruhbanlık sistemi model teşkil etmiştir. Nusayri ruhbanlık sisteminin merkezinde Şeyh ve onun etrafında Nakibler ve Necipler heyeti yer almaktadır. Şeyhlik ancak şeyh sülalesinden gelenlerin işgal edebileceği bir müessesedir. Nakibler, şeyh sülalesinden gelen ve aralarından şeyhin tayin edileceği ruhban adaylarından oluşan bir topluluktur. Bunlar şeyhin yanında bulunarak ondan dinin esaslarını ve pratiğini öğrenirler. Şeyh sülalesinden olmaları itibarıyla da kutsiyeti haizdirler. Neciplere gelince onlar şeyh soylu olmayan dini ibadet, merasim ve bayramlaşma gibi ritüellerin hazırlıklarını yürüten sıradan insanlar topluluğudur. Hafız Esad öldüğünde 34 yaşında olan ve anayasa gereği devlet başkanı seçilemeyecek olan Beşar Esad için anayasanın değiştirilmesi bu ruhbanlık sisteminin bir uygulamasıdır. Devletin kilit noktalarına, bilhassa güce sahip olacak pozisyonlara getirilecek kişilerin tayininde de devletin nakibleri olarak görülen Nusayrilerin tercih edilmesi, buna mukabil sünnilere necipler muamelesi yapılarak sadece hizmet sunmaktan ibaret mevkilerin verilmesi de bunun gereğidir. Mesela Kisve beldesinde bulunan Tank taburunun başına geleneksel olarak Sünni Komutan getirilmektedir. Ama alt subay kadro ve eratın ekseriyeti nusayrilerden oluşturularak bu sünni komutanın bütün gücü ve selahiyeti sıfırlanmaktadır. Bugün Suriye ordusundaki subayların % 90’ı Nusayridir. Bu oran Cumhuriyet Muhafızları ve Dördüncü Tümen gibi özel birliklerde % 99’a, gönüllü askerler arasında ise % 95’e yükselmektedir.  

Bugün Suriye’de 13- kimine göre ise 17- istihbarat teşkilatı bulunmaktadır. Bu istihbarat teşkilatları piramidinin zirvesinde ise Askeri İstihbarat ve Hava İstihbarat teşkilatları yer almakta, geriye kalan bütün istihbarat teşkilatları ise bu iki teşkilat tarafından sıkı bir denetim altında tutulmaktadır. Bu uygulama ile ergenlik çağına gelmiş erkek çocukların dine kabul edilişi yani kendilerine Ayn-Mim-Sad sırrının açıklanması ritüeli arasında büyük bir paralellik görülmektedir. Ergenlik çağına gelen erkek çocuklar bir din-amcası tarafından şeyhe takdim edilirler. Şeyh ise bu çocuğu ikisi vekil onikisi şahid olmak üzere14 kişinin gözetimine teslim eder. İki vekil: ‘Biz iki vekil on iki şahide gözcülük ederiz, on iki şahid de bu gence gözcülük eder’ diye ikrar vererek gence sırrın açıklanması sürecini başlatırlar. Çocuk sadece, dokuz ay süren dine giriş süresince değil bir bakıma artık bütün hayatı boyunca bu 14 kişinin gözetimi altındadır.

Nusayrilik itikadının önemli unsurlarından biri de ‘seçkinlik’ şuurudur. Nusayriler ölen insanın ruhunun hayatındaki amellere göre daha alt veya daha üst bir bedene bürünerek yaşamaya devam edeceğine inanırlar. Bir nevi reerkarnasyon. Nusayri ana-babadan doğmak ise beden olmanın son merhalesidir. Bu bakımdan Nusayri ana-badan doğan bir kişi nur gömleği olarak telakki edilir ve salih bir hayat yaşadığı takdirde bedeni tamamen terk ederek saf nura dönüşeceğine inanılır. Nusayri bir kişi nur gömleği olmaklığı sebebiyle Tanrı tarafından seçilmiştir ve diğer insanların üstündedir. Bu seçkinlik şuuru, takiyye kültürü ile birleşerek Nusayrilerin bilhassa sünnilere karşı davranışlarını tayin eden asli bir faktör haline gelmektedir. Tanrı tarafından seçilmiş bir Nusayri sünnilere karşı davranışlarında tam bir tasarruf selahiyetine sahiptir. Ona yalan söyleyebilir, vaadinden vazgeçebilir, hatta şiddet uygulayabilir. Sünniler Erwin Goffman’ın tabiriyle Nusayri Devletinin ‘stigmalılarıdır’. Devletin 41 yıl boyunca sünni halka karşı yalan söylemesi, bütün vaadlerinden yeri geldiğinde vazgeçmesi bu kültürün bir neticesidir. Bu yalan, devletin istisnai olarak başvurduğu arızi bir tercih değil bilakis cevheri ve aslidir.

Mesela Halep muhaberat şefi 1980 yılında Müslüman Kardeşler mensubu olarak aranan 15 yaşında bir çocuğu tutuklayabilmek için çocuğun babasına ‘sadece beş dakika ifade verecek ve ardından serbest kalacak’ vaadinde bulunmuş, bu vaad üzerine babası tarafından muhaberata teslim edilen çocuktan o günden bu yana hiç bir haber alınamamıştır. Üç hafta önce Hama’da bir doktor yine beş dakika ifade vermek üzere muhaberata çağrılmış ve ardından gözleri oyularak feci şekilde öldürülmüştür. Bununla da yetinilmemiş ailesi aranarak ‘kocanız Mossad tarafından öldürüldükten sonra cesedi şu bölgeye atılmış, gidin alın’ denilmiştir. Yine olayların tırmanması üzerine Anayasanın sekizinci maddesinin değiştirileceği vaadinde bulunan hükümet, üç hafta önce olayların kontrol altına alındığı zehabına kapılarak bu maddenin değiştirilmeyeceğini deklare etmiş, son bir haftada yaşanan gelişmeler üzerine ise tekrar o maddenin değiştirileceği sözünü vermiştir. Tıpkı üç hafta önce diyalog yapılmayacağını ilan eden rejimin şimdi takrar kapsamlı diyalog çağrısında bulunması gibi. Ayrıca 2000 yılında dile getirilen ama bir türlü gerçekleştirilmeyen reform vaadlerini de unutmamak gerekir.

 Bütün bu hususları alt alta koyduğumuzda Esad ailesinin gerçek ajandasının;
— Nusayri devleti tesis etmek ve sürdürmek
— Sünnileri güçsüz bırakmak ve onlara tahakküm etmek olduğunu görüyoruz.

Yani Nusayri Devleti ve Sünnileri güçsüzleştirme fikri Esad Ailesi tarafından, sadece iktidarı sağlamlaştırmaya matuf propagandif bir unsur olarak görülmemekte bilakis inanılan ve paylaşılan bir ideal olarak telakki edilmektedir. Nusayri asker ve şebbihaların katliamlarında dışa vuran bu sünni düşmanlığı ve nefreti aynen Esad ailesi tarafından da paylaşılmaktadır. Bu yüzden bu şiddet bir türlü durdurulmamakta, ısrarla devam ettirilmektedir.

Sosyalizm, Arap milliyetçiliği ve Filistin davası ise gerçekte yukarıda zikr ettiğimiz takiyye ve yalan kültürünün bir parçasıdır. Halkın ancak % 5-6’sını teşkil eden bir azınlığın inandığı ve çoğunluk tarafından ‘gulat’ olarak telakki edilen bir itikadın mensubu olan Esad ailesi, hem çoğunluğun rızasını alabilecekleri hem de kendilerini saklayabilecekleri meşru bir ideolojiye olan ihtiyaçlarını Arap milliyetçliği ve Filistin davası ile karşılamışlar ama devleti ve müesseselerini esas olarak Nusayrilik itikadı ve pratiğine göre yapılandırmışlardır.

Velhasıl bugün Suriye’de yaşananlar basit bir rejim-karşıtlığı veya siyasi mücadele değil bilakis yüzyılların kin ve nefretini taşıyan bir din savaşıdır. Esad ve ailesi, karşılarına kendilerini tehdit eden ve korkutan bir güç çıkana kadar bu insanları öldürecek, insanları bir yandan öldürürken diğer yandan da bu cinayet ve katliamları haklı göstermeye çalışan yalanlar üretmeye devam edecektir. Binaenaleyh Beşar Esad’ın duruma hâkim olamadığı veya bazı gurupların ona rağmen şiddet uyguladığına inanmak safdilliktir ve bilakis bizzat Esad’ın imal ettiği ve son kart olarak kullanmayı düşündüğü yalanlardan biridir.

Bazı kişilerin bütün bu olan bitenlere rağmen hâlâ Esad ailesini müdafaa etmeye çalıştıklarını görüyoruz.

Bir insanın olayları gördüğü halde halen Esad ailesinin yanında olabilmesi için ya ahmak ya da alçak olması gerekir.
Ahmaklara ne söylesek boş
ama alçaklara gelince ......!
 

Haber Ara