Silahsız bir hareketin silahları ve Hukuk katliamı
Yıldıray Oğur, bugünkü yazısında Türkiye’deki Hizb-ut Tahrir davalarında yaşanan hukuk katliamını gözler önüne seriyor.
11 Yıl Önce Güncellendi
2014-12-24 13:43:57
Yıldıray Oğur / Türkiye
Çiğdem Albasan, Köklü Değişim Dergisi’ne kadın ve eğitim yazıları yazıyordu. 5 Mart 2010 Cuma günü sabaha karşı ağır silahlı 10’dan fazla terörle mücadele polisi Ankara’da oturduğu evini bastı. Eşi Murat Albasan eşinin gözatlına alınmasına direndi. Çünkü eşi 3 aylık hamileydi. Polis hakkında bir tutuklama kararı olmamasına ragmen onu da gözaltına aldı.
Peki, ya 3 yaşındaki çocukları Muaz’a ne olacaktı? Almanya’dan yeni gelmişlerdi. Çok fazla akrabaları yoktu. 3 yaşındaki Muaz, 75 yaşındaki dedesine emanet edildi. Çiğdem Albasan, 5 aya yakın tutuklu kaldı, doğumuna kısa bir süre kala cezaevinden tahliye edildi. Eşi ise ondan 7 ay daha fazla yattı.
Çiğdem Albasan’ın adı CPJ ya da Freedom House raporlarına girmedi. Türkiye’deki laik ya da muhafazakâr medya da onlarla hiç ilgilenmedi.
Çünkü karı koca Hizb-ut Tahrir üyesiydi.
Hizb-ut Tahrir (Kurtuluş Partisi) 1953 yılında Filistinli Takiyyuddîn Nebhâni tarafından kurulmuş uluslararası bir siyasi parti.. Partinin adıyla bütünleşen amacı Hilafeti geri getirmek, (Ama Raşidi Hilafet yani şûrayla seçimlerin yapıldığı İslam’ın ilk dönemlerdeki hilafet kurumu) Müslümanları bir İslam devleti altında buluşturmak. Ama parti, bunu yaparken şiddeti bir yol olarak kullanmayı reddediyor.. Bu yüzden aralarında Avrupa ülkeleri ve ABD’nin olduğu 40’a yakın ülkede örgütlü olan partinin 1953'ten beri kayıtlara geşmiş hiçbir şiddet eylemi yok.
Hatta herkesin silahlandığı Suriye’de bile parti hâlâ bu sivil çizgisini koruyor.
Hizb-ut Tahrir, Türkiye’ye 1960’ların başında ODTÜ’de okuyan ve asistanlık yapan Ürdünlü Osman Muhammed Mahmud ve Muhammed Ali Handan’la giriyor. 1964-67 arasında Hizb-ut Tahrir Türkiye vilayetinin sorumlusu ise daha sonra parti ile fikir ayrılığına düşüp yollarını ayıracak olan Ercüment Özkan.
Hilafeti geri isteyen örgütün o yıllardaki faaliyetleri, Türkiye gündemini uzun süre meşgul ediyor. Bütün hilafetçilerin “kökünü kurttuğunu” zanneden rejim yurt dışı kaynaklı bu hilafetçileri cezalandırmakta gecikmiyor.
1968’deki beş yıla varan hapis cezalarını veren ilk mahkeme kararının gerekçesi şöyle: “Hizb-ut Tahrir Cemiyetinin ulaşmak istediği İslam ideolojinde milliyetçilik ve vatan bağlarına yer verilmeyip bu mefhumlar yerine İslam akidesi ve Arap lisanı ile Arap kültürü hakim kılınmak istendiğinden kurulması öngörülen İslam devleti nizamında Türk Milliyetçiliği, Türk Kültürü ve lisanı ile Türk Devletinin hükümranlığını yok edici ve Türkiye’yi Arap ideolojisini tahakkuk ettirecek İslam devletinin bir ili derecesine düşürmek fikri saklı bulunduğundan...”
Daha sonra 163. Madde’den geliyor cezalar. 1991’de 163. Madde kalkınca bu kez Terörle Mücadele Kanunu devreye giriyor. 2000 yılında tutuklanan Hizb-ut Tahrirciler “silahsız terör örgütü''ne yönetici ve üye olmaktan ve manevi cebirden 3 ila 5 yıl arasında hapis cezaları alıyor.
2003 yılında AK Parti iktidarının TMK’da yaptığı değişiklikle silahsız terör örgütü suçlamasının altı boşalıyor ve Hizb-ut Tahrir sanıklarına mahkemelerden beraat kararları gelmeye başlıyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün mahekemelere gönderdiği örgütle ilgili bilgi notlarında da Hizb-ut Tahrir şiddet kullanmayan bir örgüt olarak anlatılıyor.
Ama bu DGM’ler yerine kurulan Özel Yetkili Mahkemeleri durdurmuyor. 2005 yılında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen bir Hizb-ut Tahrir davasında mahkeme şöyle bir içtihadla sanıklara ceza yağdırıyor:
“Ancak örgüt bugüne kadar herhangi bir şiddet eyleminde bulunmamış ve amacında şiddeti öngörmediği belirlenmiş ise de, Türkiye Cumhuriyetinin anayasal rejiminin yıkılması ve yerine şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurulması amaçlandığına göre bu amaç zaten kendi içerisinde şiddeti öngörmektedir. Zira Türkiye Cumhuriyeti rejiminin demokratik yollar ile halkın desteğini ve sempatisini kazanarak yıkılması mümkün değildir. Bunun için mutlaka şiddete başvurması gereklidir. Bu nedenle Hizb-ut Tahrir örgütü 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası kapsamında bir terör örgütü kabul edilmiştir”
2006 yılında TMK’da Hizb-ut Tahrir üyelerinin yargılandığı 7. Madde yeniden düzenlenip şiddet şartının önceliği artırılıyor. Fakat bu kez de Yargıtay’ın aleyhte içtihad kararlarıyla parti terör örgütü muamelesi görmeye devam ediyor. O kararların en tuhafı Yargıtay 9. Dairesi’nin 2008 yılında verdiği dünya hukuk literatürüne girecek skandal içtihad kararı:
“Cumhuriyet savcısının, örgütün silahsız olup sanıkların eylemlerinin 5237 sayılı TCK’nın 220/2 maddesinde düzenlenen suçu oluşturduğuna ilişkin itirazında 'Raşid-i Hilafet devletinin ihdasından sonra, Hıristiyan devletlere cihat yolu ile kurulan Hilafet devletine dâhil etmek amacıyla silahlı mücadelenin başlayacağı' amaç edinildiği anlaşılmakla, yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASI talep ve dosya tebliğ olunur.”
Tuhaf bir şekilde Emniyet örgüt hakkında bilgi isteyen mahkemelere gönderdiği şiddete bulaşmamışlardır bilgi notlarının altına böyle bir görevi olmamasına rağmen Yargıtay’ın bu içtihad kararını da ekliyor. Yani işi şansa bırakmıyor.
Böylece Hizb-ut Tahrir üyeleri bu içtihada referansla silahlı terör örgütlerine aynı muameleyi görmeye başlıyorlar.
Aranan silah ise 40 yıl sonra, 2009 yılı Temmuz ayında bulunuyor.. Hizb-ut Tahrir Türkiye’nin yayın organı Köklü Değişim Dergisi’nin koordinatörü Süleyman Uğurlu, ceza aldığı bir davadan kaçmak için Ankara’da adresi görünen evde değil, başka bir evde kalmaktadır.
Ankara’da bir cami çıkışı gözaltına alınır. Normalde hükmü verilmiş olduğu için kısa bir süre de cezaevine gönderilmesi gerekmesine rağmen bir türlü işlemlere geçilmez. Avukatını istemesine rağmen o talebi de karşılanmaz. Adresi sorulduğunda esas adresini değil, saklandığı evin adresini verecek kadar kendinden emindir.
Ertesi gün farklı illerde Hizb-ut Tahrir’e yönelik bir operasyon olduğunu öğrenir. O operasyona dahil edilmek için bekletilmiştir. Sadece kendisi değil, geçici olarak kaldığı adresini polise verdiği evde bulunan bir Kalaşnikof, bir pompalı tüfek, iki tane aydınlatma fişeğiyle birlikte.
Savcılığa sevk edildiğinde avukatı ona gözaltına alındığı gün olan tuhaf olayı anlatır Uğurlu’nun röportajından okuyalım:
“Avukatımdan; gözaltına alındığım gün yani evimde arama yapılmadan bir gün önce, elinde çanta olan iki kişinin evime girmeye çalıştıklarını komşuların gördüğünü, bu kişilerin komşulara kendilerini polis olarak tanıttıklarını, evde arama yapacaklarını söylediklerini, bunun üzerine komşuların 'Arayıp haber verelim' deyince de 'Biz sonra geliriz' deyip uzaklaştıklarını öğrendim...”
Ama buna rağmen tutuklanır. Hapis yattığı 3 yıl boyunca bulunan silahlarda parmak izi aranmasını talep eder ama bu talebi karşılanmaz.
Evinde bulunan iki aydınlatma fişeği, askerî mühimmat çıkmıştır. Genelkurmay’a yazılmasını ister. Genelkurmay malzemeyi kabul eder ama ekler “eksik ve çalıntı bildirimi yapılmadığı için işlem yapamıyoruz. Savcılık, taleplerine rağmen Genelkurmay’a bu malzemenin kime zimmetli olduğunu bir türlü sormaz.
Sonra “örgütün eylem şekilleri, değerlendirildiğinde ERGENEKON terör örgütünün, Hizb-ut Tahrir terör örgütünü kontrol altına alarak yönlendirmeyi amaçladığı tespit edilmiştir” diyerek Hizb-ut Tahrir, Ergenekon’a bağlanmaya çalışılır. Tutmaz.
Halen hapishanelerde 12 Hizb-ut Tahrir üyesi bulunuyor. Çeşitli operasyonlardan ceza almış 200’ye yakın Hizb-ut Tahrirci için istenen toplamda 900 yıla yakın hapis cezaları ise Yargıtay’ın önünde bekliyor. Eğer cezalar onanırsa Türkiye, hapisteki Hizb-ut Tahrirciler sayısında Çin ve Özbekistan’dan sonra gelecek.
60 yıllık hareketin tarihinde dünyada sadece Türkiye’deki polislerin bulmayı başardığı bir Hizb-ut Tahrirci’nin evinden çıkan silahların üzerindeki parmak izi ise 5 yıl sonra hâlâ meçhul…
SON VİDEO HABER
Haber Ara