Güçsüzün sesini duyurmak için ne kadar istekliyiz!
'Her darlığın bir bolluğu olurdu; olmadı' diyen madenci eşine, o bolluğun yolunu lüks harcamalarımızla biz kesiyoruz diyebiliyor muyuz?
11 Yıl Önce Güncellendi
2014-11-03 10:14:57
Yeni Şafak yazarı Fatma Barbarosoğlu, 'Yeni Türkiye' için uzaydan insanlar getirmemiz gerektiğini belirttiği yazısında, “Hiçbir zaman kendimizi düzeltmeyi, bu olanlar olduysa ben bir şeyleri eksik yaptığım için oldu diyerek kendimizi gözden geçirmeyi göze alamadık” ifadelerini kullandı.
Ermenek'teki madencilerin sular altında kaldıklarına dair haber gelinceye kadar, işverenin gözünde 'nesne' olarak algılandığına dikkat çeken Barbarosoğlu, “Biz güçsüzün sesini duyurmak için ne kadar istekliyiz! Sorun tam da budur! O işçiler üç ay önce haber kanallarına, gazetelere bir tivit atsaydı, patronumuz bize üç aydır maaşımızı ödemiyor, ekmeğimizi de evden getiriyoruz, hiç beslenemeden kazma sallıyoruz deselerdi ne kadar ciddiye alınırlardı?” diye sordu.
Yazının tamamı şu şekilde:
Bazılarımız, 'Yeni Türkiye' imajını, arzularına göre tasarlanmış, garantisi belgesi 100 yıl olarak düzenlenmiş bir 'ürün' olarak düşünüyor ve o ürün piyasaya sürülünceye kadar sorumluluklarından azat olduğunu zannediyor.
'Yeni Türkiye' tanımının içine mükemmel işleyen hukuk sistemini, demokratik toplum bilincini, vizyon sahibi eğitim anlayışını, modern kent tasavvurunu, yaratıcı/inşa edici düşünceyi, velhasıl aklımıza gelen ne kadar iyilik, güzellik ve doğruluk geliyorsa dahil ediyoruz.
Pek güzel! Pek latif!
Bu 'Yeni Türkiye' hepimize iyi gelecek.
Lakin bir sorun var! 'Yeni Türkiye' için uzaydan insanlar getirmemiz gerekiyor.
Bizim idrakimizde, hassasiyetimizde, görev bilincimizde, adalet anlayışımızda bir değişiklik olmadığı sürece 'Yeni Türkiye' topraktan mı bitecek?
'Eski Türkiye' dediğimiz Türkiye de bir zamanlar yepyeni idi. Taze idi. İdealist idi. 90 yılda eskittik.
Neden?
Şu gerçek ile yüzleşmemiz gerekiyor: Düzelmenin yukarıdan aşağı olmasını bekledik. Bekliyoruz.
'Layık olduğunuz şekilde yönetileceksiniz', bu uyarıyı bu gün başka bir açıdan değerlendirmek zorundayız.
Vesayet, baskı, yasaklar, adam kayırmalar, bütün bunlar 90 yılın içinde her birimizin nefes almasını zorlaştıran pek ağır bir iklim oluşturdu.
Uzaydan gelenler mi oluşturdu bu ağır havayı? Hayır buradakiler. Aynı zamanı ve aynı mekânı paylaştıklarımız oluşturdu. Onlar diyeceğimiz kimse yok, BİZ varız. Seküler, dindar, sosyalist, milliyetçi, liberal BİZ, hepimiz.
Hiçbir zaman kendimizi düzeltmeyi, bu olanlar olduysa ben bir şeyleri eksik yaptığım için oldu diyerek kendimizi gözden geçirmeyi göze alamadık. Kötü olanın karşısında kalbimizle buğz etmek bile pek zor geliyor. 'Kötü' nün kötülüğünü 'grup kimliğimize' dokunan bir şey olduğunda algılıyoruz sadece.
Sonra ne oluyor? Mevcut yapıyı idrak edip, aksayan yönleri ile yüzleşmek yerine, bu gitsin 'yenisi gelsin' diyoruz.
Hangi yeni?
Gökalp 'Yeni Hayat'nı 1918 yılında yayınlamıştı.
Bir taraftan 'milli hayat tarzı' oluşturmaktan bahsediyor ama bir taraftan da milli hayat tarzı oluşturmak için 'eski hayat'ı terk etmek gerektiğine inanıyordu. Toplumsal devrimi 'eski hayat'ı beğenmeyerek yeni bir hayat yaratmak olarak tanımlıyordu...
'Yeni Hayat'ın temel düsturu sınıf yok, meslek var ilkesi idi.
Meslek. Pek çok meselemizin can damarı tam da buradadır.
Günlerdir Ermenek'te 'Umut Tepesi'nde canlarından alınmış can ile, toprağın yedi kat dibinden, suların içinden çıkarılacak yakınlarını bekliyor insanlar. Bekleyenlerin mesleği yok. Beklenenlerin var mıydı?
Onlar; sular altında kaldıklarına dair haber gelinceye kadar, 'nesne' idi işverenin gözünde. Canlılar beslenir. Nesnelerin beslenmeye ihtiyacı yoktur. İşveren öğünlerini keserken, üç aydır maaşlarını ödemediği insanların, dünyanın en ağır işini yaparken acı soğan kuru yavan çıkınlarından çıkardıklarını yiyerek enerji biriktirmesini beklerken, onları dakika dakika öldürüyordu zaten.
Yavrusu ile eşini bekleyen genç kadının sorusu her birimizin kalbine kıymık gibi batmalı. 'Her darlığın bir bolluğu olurdu olmadı' diyen kadının.
Allah her insanı rızkı ile yaratır. Amenna. Lakin sorun şu ki, bazılarımız kendi rızkı ile yetinmiyor diğerlerinin rızkına da göz dikiyor. Göz dikmekle kalmıyor, gasp ediyor. İşçinin emeğinin karşılığı alnındaki ter kurumadan verilecek diyen dinin mensuplarıydık öyle mi? İşçinin alnındaki ter kuruyor, açlıktan bedeni kuruyor, o da yetmiyor kaza sıfatıyla saklanmaya çalışılan cinayete KURBAN, ömrü kuruyor.
Maden işçilerine bir meslek sahibi olarak bakıyor muydu üç aydır paralarını ödemeyen patron, iki kaşık sıcak yemeği esirgeyen kapitalist! HAYIR!
Şu kadar kanal şu kadar haber sitesi. TAMAM! Lakin, hepsi beş mekân, beş cümleden ibaret.(İsterseniz e harfinin yerine o harfini de koyabilirsiniz.)
Orada bir köy var uzakta bizim köyümüzdür. Köylü, işçi, emekli orada bir Kanal var benim sesimi duyan diyebiliyor mu?
Biz güçsüzün sesini duyurmak için ne kadar istekliyiz! Sorun tam da budur! O işçiler üç ay önce haber kanallarına, gazetelere bir tivit atsaydı, patronumuz bize üç aydır maaşımızı ödemiyor, ekmeğimizi de evden getiriyoruz, hiç beslenemeden kazma sallıyoruz deselerdi ne kadar ciddiye alınırlardı?
Diyeceksiniz ki, onlar zaten tivit atmayı bilmezdi. Velev ki attılar? Tivit atanların hesabına bakılırdı: 'Hiç takipçisi yok o halde ciddiye alınmasına gerek yok.'
Tek bir insana değil rakamların gücüne ayarlı kalplerimiz.
Gördüğünüz gibi sosyal medya ile hal ve haber yeni demokratik haklara filan kavuşmuş olmuyor.
Helalinden kazanmak uğruna rızkının peşinde koşanları başımızın tacı yapmadığımız, onların emeğine saygı duymadığımız için, eski günahları işlemeye devam ediyoruz. 'Adam öldürmeyeceksin!' Öldürüyoruz. Duyarsızlıklarımızla, her şeyi talan eden aç gözlülüğümüz ile her gün birilerinin ölümüne sebep oluyoruz.
Eşini bekleyen o genç kadın soruyor ya her darlığın bolluğu vardı hani diye.
Cevap verebiliyor muyuz, Çünkü o bolluğun yolunu lüks harcamalarımızla biz kesiyoruz diyebiliyor muyuz?
Haber Ara