Danışman olduktan sonra ilk röportajı! Mahçupyan, AK Parti için o tarihi verdi!
Etyen Mahçupyan: “Biliyorlar ki 2015 seçiminde AK Parti’yi indiremezlerse bir 10 yıl daha AK Parti ile yaşamak durumundalar. Dolayısıyla bütün silahlar şimdi çekildi. Ama 2015 sonrası yeni bir dil oluşacaktır.”
11 Yıl Önce Güncellendi
2014-10-31 03:35:27
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Başdanışmanı görevine getirelen Gazeteci-Yazar Etyen Mahçupyan, danışman sıfatıyla ilk röportajını Akşam'dan Tuncer Köseoğlu'na verdi.
Etyen Mahçupyan Türkiye'nin en çok tartışılan aydınlarından biri. Türkiye'yi ve dünyayı en iyi algılayan ve bunun yansımalarını yazan bir entelektüel olarak görülse de aydın çevrelerden eleştiri ve tepki alan biri de aynı zamanda. Bu tepkileri yazdığı dip notlarla geçiştiren Mahçupyan, “Uzun süredir yakından tanıdığım bir insan” dediği Ahmet Davutoğlu'nun teklifini kabul ederek başbakanlık danışmanı oldu. Yazar, entelektüel ve yeni göreviyle “Başbakan Danışmanı” Mahçupyan’la Türkiye'nin dününü, bugününü ve yarın nasıl olacağını konuştuk. Yakın dostu Hrant Dink'in öldürülmesi ve 1915 olaylarının 100 yıl dönümünde Türkiye'nin yüzleşmesinin kaçınılmaz olduğunu belirten Mahçupyan'a göre herkes silahlarını çekmiş, 2015 seçimlerine hazırlanıyor. Asıl normalleşme bu genel seçimlerden sonra olacak.
2015'TEN SONRA 10 YIL DAHA AK PARTİ
Türkiye’de aydınların veya aydın olduğunu söylediğimiz kesimlerin AK Parti karşıtlığı ve bu doğrultudaki söylemlerine gelelim. Çözüm üretmekten ziyade daha çok AK Parti’yi devirmeye, Erdoğan’ı şeytanlaştırmaya odaklanan bir muhalif söylem izliyoruz. AK Parti’yi seçimle olmadıysa sokak hareketiyle devirelim mantığını, böyle yapılan bir muhalefeti nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada bir etkisizleşme meselesi var. TC’nin laik çevreleri ki bu iş dünyası veya sanat dünyası olabilir, kendilerini hep çok önemi buldular. Bu ülkede azınlıkta olsalar bile ülkenin gerçek sahibi olarak kendilerini gördüler. Eninde sonunda etkili olabilecekleri bir kamusal alan hayal ettiler. AK Parti’nin özellikle son birkaç yılı, ustalık dönemi ise bunun böyle olmayacağını gösterdi onlara. Ayrıca Tayyip Erdoğan’ın dili, söylemi, onları irrite etti; daha fazla kızıştırdı. Bu kesimi bir şekilde içe kapattı; cemaatleştirdi. Böyle bir noktada topluma daha da yabancılaştılar. AK Parti de, kendi dışındaki sosyalle ilişki kuramayan bir parti olduğu için onları kendi haline bıraktı. Laik kesimin aydın dünyası bir tür sağlıksız bir siyasileşme yaşadı bunun sonucu olarak. Ancak siyaset etkili olursa anlamlıdır. Hiçbir etkisi olmayan, kendi kendini tatmin haline dönüşen bir söylem kimseye yarar getirmez. Bu söylemi taşıyanlara da yarar getirmeyecektir. Şimdiye kadar getirmediği görüldü.
Bu ne kadar sürer?
Bu önümüzdeki üç seçim önemli bir dönemeç. Şu anda bu durumun kızışmasının nedeni de bu üç seçim. Çünkü herkes şunu idrak etmiş durumda; artarda gelen yerel seçim, cumhurbaşkanlığı ve şimdi 2015’teki genel seçimde eğer AK Parti’yi indiremezseniz gelecekte bir 10 yıl daha AK Parti ile yaşamak durumundasınız. Dolayısıyla bütün silahlar şimdi çekildi. 2015 seçimlerinden AK Parti yüzde 50’yi alarak çıkar ise o zaman bir kere başta iş dünyası başta olmak üzere laik kesimin daha rasyonel kesimlerine yeniden bir strateji arayışının ortaya çıkacağını düşünüyorum. İş dünyasının bir 10 yıl daha hükümet ile rekabet ve karşıtlık içinde yaşamayı göze alabileceğini sanmıyorum. Hükümetin de bunu göze alabileceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla orada yeni bir dil oluşacaktır. Sanatçılar, entelektüeller de bir şekilde normalleşmek zorunda, aksi halde giderek daha fazla marjinalleşmiş olacaklar. Bu da mümkün tabii ama bu da bir sonuç getirmeyecek.
ERDOĞAN’IN KARŞISINDAKİLER DE DEMOKRAT OLMALI
Gezi Parkı olaylarından bu yana özellikle bazı çevrelerde son bir yıldır AK Parti seçimle gitmiyorsa halk hareketiyle gitmeli gibi bir çaba da var. Bu aslında AK Parti’nin seçimle gidemeyeceği öngörüsü de taşımıyor mu?
Ya da tam tersine, seçimlerle yenemiyorum o zaman başka türü bir şey bulmak lazım görüşü... Halk hareketi eğer çoğunluğu değil de azınlığı içeriyorsa o zaman meşru değildir. O zaman AK Parti’yi bizatihi gayrimeşru kılmanız lazım. Nasıl? Otoriterleşti diyerek. Bu mantık aslında senin beceremediğin halk hareketinin meşruiyetini AK Parti’nin yanlışları üzerine kurmak gayretidir ama o da geri tepen bir şeydir.
Evet, AK Parti otoriter adımlar atıyor ama aynı zamanda demokratik adımlar da atıyor. Zaten 12 senedir de böyle yapıyor. AK Parti hiçbir zaman ne tamamen demokrat ne de tamamen otoriter zihniyette bir parti olmadı. Otoriter adımlar da attı; demokratik adımlar da.
Türkiye’de bir şey yıkılır ve başka bir şey inşa edilirken toplum kendi içinde kavgalaşıyor. Toplumun cemaatleşmiş bir yapıda olduğu bir noktada herhangi bir tek aktörün demokratlığı netice vermez. Karşısındaki aktörlerin de demokrat olması gerekir. Şu anda iki tarafta da demokratlar da var; olmayanlar da. AK Parti bu bulanık suda kazaya uğramadan kayığı suyun üzerinde tutmaya çalışıyor.
DEMİRTAŞ’A OY VEREN RİZELİ
6-7 Ekim’de yaşananlar, Kars’ta üç PKK’lının öldürülmesi, Yüksekova’da izne çıkan üç askerin öldürülmesi… İki senedir kimsenin ölmediği bir ortamın ardından birdenbire insanlarda “ne oluyoruz” duygusu uyandıran olaylar peş peşe geldi. Rize gibi milliyetçiliğin yüksek olduğu bir yer olan kendi memleketimde “Güneydoğu’da ölümler olmuyor, asker cenazesi gelmiyor” diye bir mutluluk havası vardı. Hatta köydeki caminin avlusunda “Demirtaş’a oy veririm” diyen insanlar çıkmıştı ki bu eskiden hayali bile kurulabilecek şey değildi. Şu anda dengeler altüst olmuş gibi görünüyor. Bu noktada Akil İnsanlar’a yönelik itibarsızlaştırma çabası dikkat çekiciydi. Siz seküler mahalleyi de yakından tanıyan biri olarak gelinen bu noktayı, size yönelik eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bana yönelen daha ziyade aydın dünyasının kendi kısır tartışmaları içinde olan bir şeydi. Akil İnsanlar içinde yer almamla ilgili bir boyutu yoktu. Genel olarak baktığımızda durum şöyle bir aritmetiksel bir denkleme oturuyor: Herhangi bir şey “AK Parti’ye yarıyor mu yaramıyor mu” sorusu önemli oluyor burada. “Eğer yarıyorsa biz bunu istemiyoruz” gibi bir yaklaşım var. Ama kamuoyu yoklamaları gösteriyor ki çözüm süreci ve Akil İnsanlar gezileri toplumda geniş kabul gördü ve ilk defa toplum kendi içinde konuşma şansı buldu. İlk defa kendini normal bir toplum gibi hissetti. Bu çok rehabilite edici bir şeydi. Akil İnsanlar projesi kendi başına bir mesaj vermedi belki ama her yörede insanların kendilerini rehabilite etmelerine vesile oldu. Sizin sözünü ettiğiniz kesimler ise bununla ilgili değiller çünkü esas olarak topluma ilgili değiller. Onlar “Türkiye’yi kim yönetecek” sorusu ile ilgililer.
Türkiye, cumhuriyet ve modernleşme ile beraber, laik-dindar ikilemi üzerinden giden bir yapıya sahip. Laik kesim azınlıkta olmasına rağmen imtiyazları kendi üzerine toplamış bir kesim. Bunun dayanağı bir şekilde vesayet rejimi dediğimiz şey. Dolayısıyla kimin yönettiği çok kritik. Askerlerin ve yargıçların yönettiği bir toplumda laikler çok rahat. Ama bu insanlar yönetmeyecekse o zaman bir belirsizlik hâkim oluyor. Hatta AK Parti ile birlikte durum belirsizlikten çıkıyor; istenmeyen birinin yönetimi haline geliyor. Erdoğan’ın üslubu üzerinden gidildiğinde ise bir an önce kurtulunması gereken bir yönetim olarak kabul ediliyor.
Erdoğan’ın üslubu bu duruma haklı zemin kazandırıyor mu?
Bir defa Erdoğan’ın üslubu laik kesimin belirli bir bölümü tarafından kolayca hazmedilebilir bir üslup değil. Ama sırf bu üsluba bakarak ne Tayyip Erdoğan’ı ne AK Parti’yi anlamak mümkün olabilir. Ama böyle davranmak laik kesimin de işine geliyor. Aslında geçmişte Erdoğan’ın da işine geldi, çünkü bu sayede laik kesimi marjinalize etti. Laik kesim kendiliğinden apolitik oldu ve beğenmese de CHP’ye mahkûm oldu.
Bugün bakıldığında aydın çevrelerde ittihatçılık geleneğinin izleri hala var mı?
İttihatçılık muhtemelen hepimizi içinde bir miktar var. Sıkıntıda olduğumuz zaman veya kendimizi tehlike içinde hissettiğimiz zaman ortaya çıkıyor. Muhtemelen laik kesimin içinde de var. Ama ana dinamiğin bunun üzerinden açıklanabileceğini sanmıyorum. Ana dinamik daha ziyade psikolojik bir sıkışma ve kaybedilmişlik hissiyle açıklanabilir. Laik kesim için bu çok kritik bence.
SİYASET NORMALLEŞİRSE CHP’NİN VEKİL SAYISI ARTAR
Gelecekte laik kesim ile muhafazakârlar arasında bir kaynaşma ihtimali olabilir mi?
Eğer CHP farklı bir parti olsaydı, mesela bugün Anayasa yapımında AK Parti ile birlikte yürüyebilseydi veya yeni HSYK Kanunu’nda AK Parti’ye destek verebilseydi ve iyi bir HSYK kanunu çıkabilseydi o zaman ne Erdoğan’ı böyle sert; ne de AK Parti’yi bu kadar zikzak çizen bir parti olarak görecektik. CHP direndikçe ve laik kesim de CHP’ye mahkûm oldukça, bunun siyasi sonucu AK Parti’ye yaradığı sürece AK Parti de kolay kolay değişmiyor.
Şunu da söylemek lazım; siyasi bir normalleşme kesinlikle meclise daha fazla CHP’li milletvekili olarak yansıyacaktır. Böyle bir durumda AK Parti ise daha az vekil çıkartmasına rağmen meşruluğunu sağlamlaştıracaktır. AK Parti şu anda CHP böyle çaresiz kaldığı sürece, bu yola girmiyor çünkü AK Parti’nin arkasında müthiş bir enerji var. Bu enerji siyaset yapmaya istekli, zenginleşmiş, şehirli, pozisyon peşinde olan binlerce insan demek. Bu yönüyle AK Parti’nin daha fazla milletvekili sayısına ihtiyacı olduğu için arkadan gelen bu kitleyi “doyurması” gerek.
DAVUTOĞLU’NUN ŞEHİRCİLİK PLANI
AK Parti’ye yapılan en büyük eleştirilerden biri şehircilik anlayışı ile ilgili. Şehirciliği “yeni binalar ve AVM’ler” olarak anladığına yönelik söylemler var. AK Parti’ye yönelen eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
AK Parti’nin en önemli ihtiyaçlarından biri hızlı büyümeydi. Orta sınıfın pekişmesi, orta sınıfın kazanılarak bir sosyo kültürel sınıf yaratılması ve AK Parti’nin oyunun sağlamlaştırılması ihtiyacı söz konusu. Hızlı büyümeyi sağlayan en önemli faktörlerden biri de altyapı ve inşaat sektörü oldu. Bu alana girip çok hızlı zenginleşmek isteyen, üstelik AK Parti’ye destek vermeye razı olan bir kitle de vardı. AK Parti’nin de kamusal alanda, parasal gücü elinde bulunduran bu kesime ihtiyacı vardı. Dolayısıyla birbirini tamamlayan iki sosyo politik olay var ortada ancak bu dizginlenemez şekilde arttı son dönemde. Yerele indiğiniz zaman bu durumu suistimal etmeye hazır bir kitle olduğunu da görüyorsunuz ve bu dizginlenemezse vahim sonuçlar vereceği çok açık. Nitekim dikkat ettiyseniz Başbakan Ahmet Davutoğlu belediye başkanlarıyla yaptığı toplantılarda bambaşka bir şehircilikten bahsediyor. Şehrin tarihe doğaya ve geleceğe borçlu olduğuna gerektiğine dikkat çekiyor; şehrin geleceğe emanet olduğunu söylüyor ve bunu kendi belediye başkanlarına anlatıyor. Dolayısıyla AK Parti bu noktada bir sınır çizmiş durumda ve Davutoğlu’nun tutumu bu özeleştiriyi bizzat yansıtıyor.
HRANT DİNK DAVASININ ÇÖZÜLMESİ YÜZLEŞMEYE BAĞLI
Balyoz ve Ergenekon davalarının yok sayılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Var olan durumdan yararlanarak bir çeşit dezenformasyon yaratıldı. Ergenekon ve Balyoz gerçekten de vardı. Bu hükümetin özellikle ilk sekiz yılında darbe girişimleri sürekli olarak oldu. Danıştay cinayeti oldu, Hrant Dink cinayeti, Rahip Santoro cinayetleri oldu ve bunlar hep bir amaç için kullanıldı.
Hrant Dink’in davasının çözülmesine hükümet yeterli ilgi gösterdi mi?
Benim kendimi en fazla Ermeni hissettiğim durum Hrant Dink’in öldürülmesi olayı. Kendimi o kadar Ermeni hissettim ki bu yüzden de bu davayla ilgilenmemeyi seçtim. Çünkü bu Türkiye Cumhuriyeti’nin davasıdır. Bürokratik devlet anlayışı “namusunu temizlemek” istiyorsa bu davayı sonuna kadar götürür. Bu davanın bana bir Ermeni olarak söyleyeceği bir şey yok. Beş kişiyi veya 55 kişiyi mahkûm etmiş bana bir şey söylemiyor. Burada başka bir yüzleşmeye ihtiyacı var.
Bu hükümetin aldığı son kararlarla dosyaların yeniden açılmasının mümkün kılınması bir arayışın istekliliğin olduğu görüyor. O zaman benim için kıymetli geliyor. Parti hükümeti kendi vidan arayışıyla bu dosyaları açıp tekrar üzerine gitmek isterse bu Türkiye toplumunun ve İslami kesimini ruhunu arındıracak ve gerçekten kıymeti olacak. Bunun ışında hukuk zorluyor, AB zorluyor diye yapıldığında bu bana bir şey ifade etmiyor. Bu tür hesaplamalar Türkiye’deki tüm faili meçhuller adına ve devlet topum ilişkilerinin arındırılması adına kritik.
“ERDOĞAN YAŞADIĞI DEĞİŞİMLE LAİK KESİME FARK ATAR”
Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde dile getirdiği Ermeni toplumuna yönelik bir özür mesajı vardı. Ardından yine Başbakan’ın “affedersiniz Ermeni” sözü çok tartışıldı.
Özrü ben kabul ediyorum etmiyorum şeklinde bir tutum olabilir ama hiçbir Ermeni de bunu Ermeniler adına kabul ediyorum ve etmiyorum deme durumunda değil. Tayyip Erdoğan Başbakan iken o noktada kendi temsil ettiği kimlik adına, kendi tarihine bakarak bir ahlaki çizgi çekmek istedi. Bunun bazı Ermenileri tatmin etmediği ortada. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başbakanının bunca inkâr döneminden sonra bu konuda bir taziye mesajı vermesi bir değişimin habercisi. Bu tür mesajlar geriye dönüşü kolay kolay mümkün kılmayan mesajlardır. Hükümet burada kendine bir çizgi çekti. Bunun ahlaki değerinin çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Affedersiniz Ermeni meselesi ise kasten kötüye kullanılmış bir olay. Ben de dinledim. O anda nasıl durakladığı “Affedersiniz çok kötü şeylerle Ermeni” dedi. O çok kötü şeylerin ne anlama geldiğini herkes biliyor. Bunun böyle çok fazla kaşınması bence çok ahlaki bir şey değil. Erdoğan’a bir tür ırkçılık atfetmek için yapılan bu tür çarpıtmaların, sadece Erdoğan için değil hiç kimse için doğru olmadığını düşünüyorum. Hala çok yetersiz ve eksik bulabilirsiniz ama bence kendi içindeki dönüşüme bakarsanız eğer islami kesim laik kesime fark atar. Tayyip Erdoğan da, yaşadığı değişimle tüm laik kesme fark atar.
1915'LE “YÜZ”LEŞME
2015 yılı Ermeni tehcirinin 100’üncü yıldönümü. 2015 için beklentileriniz neler, dünyada nasıl tepkiler olabilir. Siz danışman olarak ne öngörüyorsunuz Türkiye ne yapmalı?
Durum olarak baktığımız zaman Ermeni dünyasında çoklu bir yapı söz konusu. Bir kere Ermenistan var, diaspora var ve Türkiye’deki Ermeni cemaati var ve hepsinde de ayrı ayrı geniş birer ideolojik yelpaze mevcut. Dolayısıyla tek bir “Ermenilik” veya “Ermeni” den bahsetmek imkânsız. Bu Türkiye’nin hem elini rahatlatıyor hem de sorumluluğunu artıyor. Rahatlatıyor çünkü; blok bir taleple karşılaşmayacak. Sorumluluğunu artırıyor çünkü isterse hiçbir şey yapmayabilir ama bu kayda geçer. Bu da kendi tarihiyle yüzleşme konusunda tereddütlü olduğunu gösterir.
Peki yüzleşme gerçekleşiyor mu?
Yüzleşme aslında oluyor. AK Parti’yi tanıdığım kadarıyla yüzleşme önce toplumda olacak toplumdan devlete yansıyacak. Eğer toplumun bu yönde gitme ihtimali olursa o zaman çok daha rahat bir AK Parti göreceğimizi düşünüyorum. Öte yandan bunu yapacak olanlar biraz da Ermeniler. Ermeniler eğer ve hala başka devletler ve başka parlamentolar üzerinden strateji izlerlerse bu yüzleşme sürecinin yavaşlayacağını düşünüyorum.
BARIŞ YAKIN ZAMANDA MI?
Numan Kurtulmuş’un 2015’ten önce barış süreci nihai olarak tamamlanır demeci vardı. Son günlerde yaşananlara bakarak bu konuda ne dersiniz? 2015’ten önce barış olur mu?
Numan Bey’ in yani hükümetin bunu söylemesi hükümetin siyasi irade olarak barışa hazır olduğunu gösteriyor.Bu yönüyle bunun bir açık çağrı, bir davet olduğunu alıyoruz. AK Parti kendi toplumuna “Ben ikili oynamıyorum, hazır ol. 2015 de sandığa giderken bu sürece hazır olarak git” diyor. 2010 referandumunda Öcalan ile yapılan görüşmelerin topluma anlatıldığı gibi… Yani insanlar AK Parti’yi seçiyorsa Türkiye de siyasetin yeniden başka şekilde inşa edileceğini bilerek, mesela daha âdem-i merkeziyetçi bir yapının olabilirliğini düşünerek oy verecekler.
Açık açık barışa karşı olmasalar bile “AK Parti Öcalan ile anlaşıp Türkiye’yi bölecek” gibi bir yaklaşım içinde olan ulusalcı, milliyetçi kesimler var. Böyle bir şey söz konusu olabilir mi, gelecekte âdem-i merkeziyetçilik çerçevesinde?
Türkiye siyasi hakların, taleplerin demokrasi içinde çözüm arandığı bir ülke olacak. Eğer o noktadan sonra âdemi merkeziyetçiliğin sınırları bizim bugün hayallerimizin dışında bir yere gidecekse toplum onu istiyorsa Türkiye zaten oraya gider ama şu anda böyle bir şey yok. Bu korku, bazı Kürt milliyetçilerinin de hayali ve hiçbir realitesi yok. Şu anda beraber yaşamanın asgari koşullarına evet deme noktasındayız. Âdem-i merkeziyetçi bir yapı olacaksa eğer önce beraber yaşamayı öğreneceğiz. Türkiye’nin bir Kürt sorunu olmasaydı da bu böyle olacaktı. Türkiye bugün valilik müessesini tartışmanın eşiğinde. Bu sadece Kürt meselesini çözecek bir araç değil. Kürt siyaseti de bunu böyle tanımlayabilirse bu süreç çok daha hızlı gelişecektir.
Son dönemde yükselen Kürt milliyetçiliği bu süreç içerisinde nasıl bir çizgi izler?
Kürtlerin içinde her zaman milliyetçiler olacak, federasyoncular olacak. Bütün bir Kürt siyasi dünyasına baktığımızda PKK bunun ortasında bir yerde yer alıyor. PKK’dan çok daha ayrılıkçı olanlar var, çok daha bütünleşmeci olanlar da. Avrupa’da bugün PKK’nın hükümetle görüşmesini bir tür vatan ihanet şekline değerlendiren Kürtler var. Milliyetçi tabanı oluşturanlar aynı zamanda sosyolojik bir kesim. İşsiz, marjinal hisseden, öfkeli, genç, sıkışmış bir kuşak bu. Burada milliyetçilik sadece bir siyasi bir pozisyon değil; sosyolojik bir pozisyon. Burada üç kademeli bir stratejiye ihtiyaç var: PKK’nın kendi içinde bir yeni entegrasyon sürecinin başlatması. Yani genç kuşağın kendi iç kamusal alanının bir parçası haline gelmesi. Sokağa çıkıp molotof atarak değil gerçekten iş üreterek entegre olması. İkinci entegrasyon Kürtlerle Kürtler arasında. Sadece kendilerinin oturduğu mahallere kapanmakla değil yaşadıkları kentlerin ekonomik ve kültürel hayatına girmeleriyle ilgili bir kademe. Üçüncü kademe ise hükümetin belediyelerle işbirliğiyle sivil topluma dönük projeler üretmesi lazım. Bütün bunlar 30 senedir boşlandı. Bunun sorumluluğu herkesin üzerinde.
ANKARA DÖNÜŞÜYOR
AK Parti bundan sonra sivil siyasete daha fazla mı yaklaşacak yoksa daha fazla mı Ankaralılaşacak?
Hükümetin sürekli kendisine dışardan bakabilmesi lazım. Bu yaklaşımın Davutoğlu hükümetiyle artacağını düşünüyorum. 2015 seçimlerinden sonra çok daha rahatlamış bir Türkiye’ye doğru gideceğimizi düşünüyorum. Hükümetin önündeki alan da açılacak ve bunu çok daha rahat yapacak. Ahmet Davutoğlu bunun son derece bilincinde. Türkiye eskiyi bir biçimde bitiriyor ama yeniyi bulabileceği bir referansı yok. Bugünün dünyasına uyan yeni bir sentez üretmesi, yeni bir kurumsal yapıyı demokratik bir zemin üzerinde inşa etmesi lazım. Bu Ankaralılaşarak olacak bir şey değil. Bu yola girdiği anda AK Parti kaybetmeye başlar ve bu kayıp sahada belli olur. Eğer AK Parti Ankaralılaşırsa islami kesimi bile yönetemez. Her defasında topluma gidip kendini anlatmak zorunda kalır. Erdoğan “ben yaptım oldu” demedi. Kaç tane miting yaparak kendini topluma anlatmak zorunda kaldı çünkü toplumun normları değişmiş durumda artık. Hala Türkiye’yi dönüştürmeye çalışan bir partiden bahsediyoruz..
DIŞ POLİTİKA İFLAS ETTİ Mİ?
Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı döneminde başarısız olduğunu, dış politikanın iflas ettiğini düşünen bir muhalif söylem var. Siz gelinen durumu nasıl buluyorsunuz?
Ben öyle düşünmüyorum, hiçbir zaman öyle düşünmedim. Sonuçta Türkiye’nin bir dış politika stratejisi var. Bu strateji devletlerden ziyade toplumlara, halklara yönelik bir strateji çünkü bu bölgenin yeniden dizayn edileceğine dair bir öngörü var. Ben de bu öngörüye katılıyorum. Ortadoğu’nun bu şekliyle daha fazla devam etme ihtimali pek fazla yok. Bu sınırların sahte sınırlar olduğunu da herkes biliyor. Sınırların yeniden dizayn edildiği bir dönemde, şu andaki dünyada halkları ve toplumları dikkate almayan hiçbir çözüm gerçekçi bir çözüm değildir. Burada kalıcı şekilde etkili olmak isteyen bir ülkenin toplumla tema kurması lazım. Türkiye de şimdi bu yolda bir strateji çizdi. Evet, Suriye konusunda bir öngörü yanlışı yaptı. Ama öngörüler zaten bazen doğru bazen de yanlış çıkar. Esad’ın hızlı bir şekilde gitme ihtimali üzerine bir kurgu yapıldı ama bu gerçekleşmedi diye ilkesel bir politika değişikliği yapması gerekmiyor Türkiye’nin. Türkiye sırf Esad kalacak diye Esadvari rejimlere destek veremez, vermemeli diye düşünüyorum. Dolayısıyla da muhalefet şu noktaya geldi:
Eğer “AK Parti karşıtlığı” gibi bir meselemiz olmasaydı şu anda “AK Parti’nin ya da Davutoğlu’nun politikası çöktü” gibi bir tez de olmayacaktı. Ama “AK Parti’ye ne kadar zarar verilebilirse o kadar yararımıza” diye bir bakış var. İçi çok dolu olan bir bakış değil bu. ABD’ye veya Avrupa’ya gittiğimde insanlar, Türkiye’nin dış politikada başarılı olmadığını söylüyorlar. “Peki, sizce Amerika oldu mu” diye soruyorum. “ABD de başarılı olmadı” diyorlar. Şu anda başarıya en yakın ülke İran. Ama İran’ın ilkesel tutumu tasvip edilir bir tutum değil. Şu açık ki, Ortadoğu’nun bu düzeni böyle gitmeyecek. Eninde sonunda bir normalleşme yaşanacak ve o zaman Türkiye bölgedeki en makul ülkelerden biri olacak. Şu anda göçmenlerin Türkiye’ye kaçması da bunu söylüyor bize.
GÜVENLİK KANUNLARI OTORİTERLEŞMEYİ ANCAK İMA EDER
Kobani olaylarından sonra hükümetin gündeme getirdiği “Güvenlik Paketi”nin otoriterleşme yönünde bir adım olarak görülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunlar temeli olmayan yorumlar. Yargı ve polisle ilgili yetkiler konusunda AK Parti ile ilgisi olmayan hukukçular bile bunların doğru olduğunu söylüyor. Yürütme ile yargının iç içe karıştığı bir virajı alıyoruz. Yargı yürütmenin etki alanını budamaya çalışıyorsa yürütme de yargının etki alanını kısıtlamaya çalışıyor. Şu anda da bu gidip gelmeler tekrar yaşanıyor. Türkiye’nin şu anki kanuni zemininin nihai olduğunu söylemekte zorlanırım. Bütün bunlar bundan sonraki seçimlerde anayasa ile birlikte yeniden değişecek. Daha meşru zemini olan kanunlarla yönetileceğiz. Bu son çıkan pakette çok demokratik unsurlar var, uygulamada otoriterleşmeyi ima edecek düzenlemeler var, ama öyle olmayan düzenlemeler de var. Türkiye’nin Batılı anlamda demokratik bir ülke olması sadece kanunlarla ve anayasa ile olacak şey değil. Bu yargının ve hukukun zihniyetinin değişmesiyle olacak ve bu da önümüzdeki on yılı kapsayacak bir süreç.
2015 MEDYA İÇİN DE MİLAT
Türkiye’de medyanın şu andaki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medya bir savaş alanının parçası. Sadece ön sayfalarla ve manşetlerle ayakta duran bir ucube aslında şu anda. Kavga devam ettiği sürece ve kavgada bir işlevi olduğu sürece bu böyle devam etti. Ama her iki taraf da bunun normal ve doğal olmadığını, herhangi bir saygıyı hak etmediğini biliyor. Bu gazete satışlarından da görülüyor. Rakamlarına bakıldığında da giderek artan bir gazetesiz kitle olduğu görülüyor. İçinde Alevisi de var, Müslümanı da gayrimüslimi de… Bu kitle giderek genişliyor. İnsanlar gerçekten haber almak, analiz ve yorum okumak istiyor. Siyasette normalleşme olmadan medyada değişme olacağını ummuyorum. Siyasette 2015’ten sonra bir normalleşme olacağı beklenirse bu süreçte kendini ilk dönüştüren medya grubu şu anda mevcut gazetesiz kitleyi yakalayacak ve çok önemli bir avantaj sağlayacak.
SON VİDEO HABER
Haber Ara