Kuzguna yavrusu şahin görünürmüş. Cumhuriyet de laik kesime demokrasi gibi göründü. İmtiyazlı olduğunu fark etmeyen ve fark ettiğinde de bunu doğal sayan bu kesim, kendi özgürlük alanının ne denli geniş olduğuyla uzun süre övündü. Ama bu özgürlük alanının aslında devlet eliti tarafından tanımlanıp sınırlandırıldığını önemsemedi. Siyasetin dışında kalmak, güvenebileceğiniz bir ‘devletiniz’ olduğu sürece önemli değildi. Önemli olan ‘yaşam biçiminin’ sürdürülmesi, bunun kamusal alana hâkim kılınması, böylece o alanın bir kültürel kimliğin özel alanı haline gelebilmesiydi.
Tek parti yılları halkın cehaleti nedeniyle ‘mecburen’ yaşanması gereken bir süreci ifade ediyordu. Çok partili sistem kurtarıcı lider tarafından hep istenmiş ama zamanı olgunlaşmadığı için ertelenmişti. Dolayısıyla o dönemde demokrasi olduğu söylenemese de elit kadronun demokrasiyi içlerinde yaşattıklarını söylemek yanlış olmazdı. Nitekim demokrasiye geçiş de milli şef tarafından gerçekleştirilmiş ve gelişen halkın kullanımına sunulmuştu. Ne yazık ki halkın yeterince eğitilmemiş olduğu kısa zamanda ortaya çıkacak ve asker müdahalesi şart olacaktı. Sonraki yıllar halkın cehalette direnmesinin ve giderek irticai nitelik kazanmasının hazin hikâyesini oluşturmaktaydı. O nedenle asker seçilmiş hükümetlere defalarca müdahale etti ve nihayet 12 Eylül’de artık müdahaleyi gerektirmeyecek bir düzenin anayasal temeli atıldı. Demokrasiye vurgu yapan küresel bir dönemin niteliklerine uygun olarak yasama ve yürütmenin gücü nispeten artmak durumundaydı. Askerin ise o zamana dek uyguladığı iki önemli ‘demokrasi’ silahı bulunmaktaydı ama artık onlar kullanılamayacaktı… Bu silahların biri engellemek ve sınır çizme, diğeri ise siyaseti yeniden dizayn edebilme gücüne sahip olmaktı. Kotarılan anayasa askerin siyaset üstü konumunu teçhiz edecek şekilde iki kuruma siyaseti denetim altında tutmayı sağlayan yetki alanları açtı. Bunlardan cumhurbaşkanı sınır çizme işlevini yüklendi… Yargı ise siyasete hukuk üzerinden müdahale etme ve düzenleme işlevini…
Buna ‘demokrasi’ demekten hoşlandık. Hatta bunun ‘evrensel’ demokrasiye epeyce yakın olduğunu düşünenler de muhtemelen çoktu, çünkü yargıya siyaseti dizginleyecek yetkiler verilmişti ve yargı da tabii ki evrensel hukuka uygun davranmak durumundaydı. Ama herkes gerçeğin biraz farklı olduğunun farkındaydı… Yargı ideolojik davranmakta, rejimi siyasetçiye karşı korumakta ve tarafsız davranma sorumluluğunu açıkça reddetmekteydi. Cumhurbaşkanından ise resmi ideolojinin somutlaşmış hali olarak devletin otoriter ‘sağduyusunun’ taşıyıcılığını yapması bekleniyordu.
Aslında ‘demokrasi öncesi’ bir evrede seksen yıl boyunca salınıp durduk ve buna demokrasi dediğimiz, eksiklerimizin ‘nicel’ olduğuna kendimizi inandırdığımız için de seyirciden öteye geçemedik. Böylece laik kesim kendisine sunulan imtiyazlı hayatı iç dünyasında normalleştirdiği ölçüde siyaseten paralize oldu. Bugün CHP’nin veya solun durumu daha farklı olamazdı. Çünkü en siyasi görünen ve sanılan konumlar bile aslında kültüreldi. O nedenle tepki de farklı bir kültürün özneleşmesi ile geldi. Ama bu kez o kimliğin önünde zorunlu bir siyasallaşma macerası bulunmaktaydı, çünkü devlet siyaseti kendi makbul saydığı kimliğin içine hapsetmişti. İslami kesimin merkeze yürümesi işte bu nedenle siyasetin özgürleşmesini ifade ediyor.
Bu özgürleşme kritik bir işleve sahip. O olmadan demokrasi öncesinden demokrasiye geçiş mümkün değil. AKP’nin askeri vesayete son vermesi sacayağının sadece ilk parçasıydı. Sırada cumhurbaşkanlığının niteliksel değişimi ve yargının tarafsız olmasını sağlayacak bir çoğullaşma var. Söz konusu çoğullaşma yargının bağımsızlığının da garantisi olacak, çünkü müdahale girişimlerinin saklı kalma ihtimalini ortadan kaldıracak. Ondan sonrası siyasetteki kavga ya da istikrar ortamının dinamikleri tarafından belirlenecek.
Önümüzdeki süreç ikili bir yapıya sahip ve görünen o ki AKP bunların her ikisini de birlikte yürütme iradesini elinden bırakmak istemiyor. Yollardan biri normalleşmeye, diğer ise bürokrasi üzerinden yaşanacak bir tür ‘iç savaşa’ işaret ediyor. Demokrasiye ulaşacağımız garanti değil. Ama geleceğin bugüne benzemeyeceği ve daha demokratik olacağı açık… Siyasetin özgürleşmesi laik kesimi bile yeniden kamusal alana davet ediyor ve toplum olmanın zemini ilk kez oluşuyor.