Şimdiye kadar Karabekir’in resmi tarihe meydan okuyan kitaplarına “Canım, işte kıskançlığındandır” diye burun kıvıran zevatın Sakık’ın kuru sıkı “tehdidi” karşısında birdenbire onu sahiplenmiş gibi davranmaları doğrusu hiç de saygıyı hak etmiyor.
Ağrı’nın yeni Belediye Reisi “Atatürk’ün silah arkadaşı”nın ismini şehirden silmek istiyormuş da, buna kesinlikle izin verilmeyecek, gerekirse eylem bile yapılacakmış da… Bunları yazanlar da Ulusalcı taife ve benzeri gazeteler.
Sanki Karabekir’in kendisiyle yan yana çekilmiş fotoğrafından onun suretini çıkarttıran Atatürk ve “silahsız arkadaşları” değilmiş gibi. Sanki evini bastırıp dosyalarına el koyduran ve parasını kendi cebinden ödeyerek bastırdığı kitabını yaktıran “silah arkadaşı” Atatürk değilmiş gibi. Sanki Şeyh Said olayını bahane ederek Karabekir’in başkanı olduğu muhalefet partisini kapattıran ve kendisine suikast düzenlemek ithamıyla idamla yargılatan ‘Ebedî’ ve ‘Millî’ Şefler değilmiş gibi.
Öte yandan Karabekir’in Şarka ve Şark insanına yaptığı insanî muamele ve hizmetler görmezden geleni çarpacak kadar çoktur ve söyleyene de bir şeref kazandırmaz.
Ağrı’da kaldırılması konuşulan Kâzım Karabekir’i kucağına aldığı ve başını okşadığı iki çocukla birlikte gösteren heykel.
Şehirde bir heykeli var gördüğüm kadarıyla, o da gayet masumane bir jestle sokaklara düşen yetimlerin ellerinden tutup kucaklayışını temsil ediyor. (Ermeni çocuklarını da zannedildiği gibi Türkleştirmemiş, Trabzon’daki Ermeni Yetimhanesi’ne göndermiştir.)
Bu heykelde ne kötülük gördünüz de yıktıracaksınız, anlamıyorum. Sarıkamış’tan Iğdır ve Ağrı’ya kadarki bölgede Türk veya Kürt olduğuna bakmaksızın çocukları sokaktan kurtaran, onlara okullar (hatta anaokulları) ve kurslar açtırıp hayata kazandıran bir komutana takılacağınıza, üzerlerine bomba yağdıranların peşine düşseniz ya! Zaten resmi tarihin mağduru olmuş bir kahramana siz de vurmaya kalkarsanız gaddarlar safına iltihak etmiş olursunuz, tarih de sizi böyle hatırlar.
Kaldı ki Karabekir Paşa, 1917’den 1922’ye kadar (İstanbul’da geçirdiği 6 ay hariç) bölge insanına nice fedakârane hizmetler vermiştir. Günlükler’inden birkaç satırı okuyalım:
“30 Mayıs: Lice parkı yanında bir Rüşdiye Mektebi yapmaya karar verdim. Bir de cami-i şerif. 3 Ocak 1918: Silvan’ın tarihî bir kaynağını bularak oraya gayet güzel bir çeşme yaptırtıyorum. Suyu pek latif olan bu çeşmeye benden sonra karargâhım Kâzım Karabekir Çeşmesi adını koymuşlar. Mıntıkamda daima köprü, yol ve çeşmelere her yerde ehemmiyet veriyorum.”
Iğdır’da yağmur duası
1919 Mayıs’ında Kağızman’dan Iğdır’a gelir Karabekir Paşa. Iğdırlılar karşılarken, “Paşa, yağmursuzluktan kırılıyoruz. Senin methini çok işitiyoruz, dindarsın, iyisin. Bize medet et” derler. Kuldan değil, Allah’tan imdat istemelerini söylese de dağılmazlar. Yağmur duasını ısrarla onun etmesini isterler.
Neyse ki, yağmur duasını öğrenmiştir Paşamız. “Halkın samimi ısrarları üzerine kalbimi tamamiyle Cenab-ı Allah’a bağladım ve yalvarıyorum, siz de bir kere âmin deyiniz ve gidiniz. Umarım ki, Allah yardımcınız olacaktır” diye bitirir duasını.
Biraz dinlendikten sonra akşama çarşıya çıktığında yağmurun hakikaten başladığına şaşkınlıkla şahit olur. O heyecanla şunları yazar defterine:
“Her taraftan haykırışmalar, dualar yağmur şakırtısına tatlı bir nağme katıyordu. Bu olay bana Kars’ın zaptı anından fazla tesir yaptı. Kars’a ateş ve kan arasında giriyordum, burada rahmet ve şükran arasında dolaşıyordum. Hayatımın en mutlu zamanlarından birini yaşadım. Kıtlıktan kurtulan halkın sevinci Ermeni satırından kurtulanlardan daha fazla oldu.”
1925’de Meclis kürsüsünde Şeyh Said isyanı için, “Kürt ihtilali hükümetin idaresizliği yüzünden çıkmış ve büyümüştür” diyen de, Takrir-i Sükun Kanunu ile İstiklâl Mahkemeleri’nin kurulmasına ve idam cezası yetkisi verilmesine de karşı çıkan Karabekir Paşa’nın evet Türkçü sayılabilecek bazı fikir ve icraatı vardır ama bunlar asla ‘ırkçı’ olarak yaftalanamaz. Doğu’da Müslüman halkı Türk, Kürt diye ayırd etmeden katliam ve işgalden kurtaran, yetimlere kol kanat geren ama ‘Beyaz Türkler’ tarafından da itilip kakılan biridir Karabekir ve Sakık’ın eline ilk geçen baltayı taşa vurmuş olması tam bir talihsizliktir.
Ağrı İsyanı’ya alakası yok mu?
Öte yandan Ağrı’dan kaldırılmak istenen Hava Şehitleri Anıtı hakkında da epey yazılıp çizildi. Mesela Sırrı Sakık’a göre “Ağrı’nın hemen göbeğinde bir anıt dikmişler 1930’larda. Kürtleri bombalayan, Kürtler’in atalarını öldüren, Kürtlere orada ölüm ve kan kusturan o pilotların anıtı dikilmiş. Düşen uçağın pervaneleri, Kürtler’in gözünün içine sokuluyor.”
Buna Taha Akyol “Hürriyet”te cevap verdi. Akyol’a göre Sakık yanılıyordu. Anıtın 1926-30 yıllarındaki Ağrı isyanıyla alakası yoktu. Zaten hava şehitleri 1930’da değil, 1939’da İran Veliahdının düğününden dönerken hayatlarını kaybetmişlerdi.
Ne var ki, bu bilgilerin tashihe ihtiyacı var. Maddeleyerek gidelim:
1) Ağrı’daki Hava Şehitleri Anıtı’nın üzerinde 1930 yılında yaptırılmış olduğu kocaman rakamlarla belirtildiği gibi anıttaki pirinç levhada da açıkça belirtilmiştir.
2) Kitabeye göre anıt, Şehitler Anıtı olarak Nidai Paşa tarafından Ağrı İsyanı’nı bastırmak için gelen askerlerden şehit Kâmil ve Hüsnü Efendilerin hatırasını yaşatmak için yaptırılmıştır.
3) 1939’da ise 2 hava şehidinin Ağrı’ya defni üzerine ismi Hava Şehitleri Anıtı’na dönüştürülmüştür.
Sonuçta Şehitliğin Ağrı İsyanıyla bir alakası var. Üstelik isyanda tam 8 hava şehidi verildiğini Hava Harp Okulu’nun resmi sitesinden öğrenmek de, bunları İhsan Nuri Paşa’nın “Ağrı Dağı İsyanı” adlı kitabından doğrulamak da mümkün. Zaten Robert Olson’un dediği gibi Kıbrıs ve Irak gibi istisnalar hariç Türk Hava Kuvvetleri’ni neredeyse tamamen Kürt isyanlarını bombalamakta istihdam etmiş değil miyiz?
Anıtın Ağrı İsyanı’nı bastırmakla alakası, bize tarihin ne denli girift bir alan olduğunu göstermesi bakımından da önemli.
Mustafa Armağan / ZAMAN
Radikal gazetesinden Ayşe Hür'ün yazısı da şöyle;
İTTİHAT TERAKİ'NİN VE KAZIM KARABEKİR'İN ÇOCUK ASKERLERİ
Bu yazının esin kaynağı, “PKK tarafından kaçırıldığı iddia edilen çocuklar” konusu. ‘Kaçırıldığı iddia edilen’ diyorum çünkü yıllardır PKK hareketini oluşturan dinamikleri izliyorum. Uzun sosyolojik ve siyasi analizler yapmaya maalesef sayfa müsait değil o yüzden kestirmeden söyleyeceğim: Çocukların Kandil’e gönüllü gittiğinden eminim. Ancak, gönüllü de olsalar, PKK’nın bu çocukları ailelerine dönmeye ikna etmesi gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar ailelerinin bu çocuklar için en iyi seçenek olduğunda emin olmasam da…
1789 Fransız İhtilali’den sonra Batı’da “ulus, ulus devlet, vatan, yurttaş gibi kavramların ortaya çıkmasıyla birlikte çocuğun siyasal bir özne olarak algılanışı ve eğitilmesi konusunda radikal değişiklikler yaşanmıştı. II. Abdülhamit’in istibdat rejiminden kaçarak Batı’ya giden, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ülkeye dönen Osmanlı aydınları, Batı’daki bazı modaları ülkelerine taşıdılar. Bunlardan biri izcilik teşkilatı idi.
İzcilik hareketinin mucidi, Britanyalı General Baden Powell idi. Hindistan, Afrika ve Kanada’da görev yapan Powell, 1907’de emekli olduktan sonra İngiltere’de gençler için doğa faaliyetleri düzenlemeye başlamış, deneyimlerini 1908’de yazdığı Erkek Çocuklar İçin İzcilik (Scouting for Boys) kitabında toplamıştı. Bu tarihten sonra İngiltere’de, ABD ve Avrupa ülkelerinde izcilik modası yayılmaya başlamıştı.
AHMET ROBENSON’UN İZCİLERİ
Osmanlı İmparatorluğu’na izcilik (Osmanlıca ‘keşşaflık’) fikrini, Lozan’da bulunan Ragıp Nurettin’in 1910 yılının sonlarına doğru Edirne’de yayımlanan Say ve Tetebbü Mecmuası’nda yazdığı yazıların tanıttığı sanılıyor.
8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı başlayınca İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Edirne’deki İttihat Mektebi Müdürü Nafi Atuf (Kansu) ile arkadaşı Manastır’daki Öğretmen Okulu Müdürü Ethem Nejat’ı “mükemmel bir gençlik teşkilatı” kurmak üzere incelemeler yapmak için Avrupa’ya göndermişti. Atuf Bey dönüşte Enver Paşa’ya izciliğin bu iş için ideal bir faaliyet olduğunu, Batı’daki örnekleri gibi bir teşkilatın kurulabileceğini belirtmişti.
Soylu bir İngiliz ailesinin Hindistan doğumlu oğlu olan ve eğitimini Mekteb-i Sultani’de (bugünkü Galatasaray Lisesi) tamamlayan, futbolcu ve spor adamı Ahmet Robenson tarafından İstanbul’da kurulan ilk izci oymağının faaliyetleri, boru trampet takımları ile şehir içi turları ve doğa yürüyüşlerinden ibaretti. Başlangıçta, beyaz tenis şapkası giyen bu gruplar, kimi çevrelerce Müslüman çocukların Hıristiyanlaştırılması olarak algılandı. İzcilerin kısa pantolon giymeleri öncelere tutucu kesimlerce tepkiyle karşılandı ancak Darülfünun Emini’nin (Rektör) izciliği desteklemek amacıyla izci kıyafetini giyip kısa pantolonla dolaşmasıyla tepkiler azaldı. Bu ilk oymağı Darüşşafaka, Kadıköy Numune Mektebi, İstanbul, Kabataş, Vefa ve Üsküdar sultanileri ile Haydarpaşa İttihat Mektebi’nin oymakları takip etti. İstanbul dışında ilk izci teşkilatını kuran iller ise Bursa, Beyrut, İzmir, Sivas, Kayseri, Ankara, Edirne ve Kütahya idi.
ZAMANE GENÇLİĞİNİN SORUNLARI
23 Ocak 1913’te Babıali Baskını ile iktidara tümüyle el koyan İTC, doğal olarak çocukların eğitimine de el koydu. Ama önce İttihatçıların Türk Yurdu dergisinde çıkan bir yazıdan “zamane gençliğinin sorunlarını” öğrenelim: “O ülkeleri fetheden cündi ve silahşor millet at sırtından inmiş, kahvelere düşmüş, kendi dövdüğü altın kakmalı yatağanı bırakıp eline bilardo sopasını almış, kahvede, zarda, oyunda sanını, unvanını, gücünü, koca erkekliğini ezvak-ı garbiyeye, sefahat-ı frengiyeye değişti, sattı. Irk, cins bozuldu. O yavuz, o ten-dürüst milletin ahfadı arasında kanburlar, çolaklar, paytaklar koca bir yekûn teşkil ediyor. İçki ve nikotin, milletimizi yakıp yıkmış, tütünden eller sararmış, bet-beniz uçuk; içkiden öz sönük, göz donuk, eller titrek. Ben isterim ki gençlerimizin elleri kılıçtan, ciridden, kürekten, yelkenden nasırlaşsın; yüzleri günden, güneşten, temiz havadan, keskin rüzgârdan kızarsın, yanakları alevlensin! Benliğine güvenir delikanlıların yüzlerinde kartal bakışlar görmek isterim! Muradımıza ermek için gidilecek yol, eskiden gidilmiş, güdülmüş, sonra bırakılıp sapılmış, unutulmuş izlerdir. Yine o eski izleri bulup çıkaralım!”
KAYDIRAK YERİNE ASKERİ TALİM
Bu amaca ulaşmak için, ‘izcilik’ çok uygun bir örgütlenme modeli sunuyordu. Mayıs 1913’te yayımlanmaya başlayan İdman Dergisi daha ilk sayısından itibaren sayfalarında izciliğe geniş yer ayırmıştı. Bu konudaki ilk yazı, Ahmet Şükrü’nün “Keşşaf Yoldaşlığı” adlı makalesi olmuştu. Yazar iki buçuk yıl önce Hamburg’da gördüğü Alman izci taburlarına duyduğu hayranlığı şöyle anlatmıştı okurlarına: “Karşıdan gelen kalabalığın askeri bir birlik olduğunu sanıyordum. Alay yaklaşıyordu. Dikkatle baktım. Asker değil fakat asker yaverleri olduğunu gördüm. En küçüğü on dört en büyüğü on altı yaşında, dünyayı titreten Alman Ordusunun temel taşları… delikanlılar!... Hepsi gürbüz, güçlü kuvvetli, boylu poslu, yanakları kıpkırmızı, elbiseleri hep bir biçimde, sırtlarında camadanları, çantaları, bellerinde mataraları-su kabı, ellerinde kargı biçimindeki değnekleri; sert, fakat ağır adımlarla talimli bir asker gibi yürüyorlar. Ne yalan söyleyeyim o anda benim de yalnız yüreğim değil belki bütün benliğim titredi. Bir önümden geçenlere baktım. Bir de bizim dar, çamurlu veya tozlu sokak aralarında tozlara bulanmış bir halde; kaydırak, şeftali çekirdeği falan oynayan cılız, solgun benizli çocuklarımızı hatırladım!”
MİLLET-İ MÜSELLEHA EĞİTİMİ
Hastalık teşhis edildikten sonra sıra tedaviye gelmişti. Tedavi için önerilen II. Abdülhamit döneminden beri Osmanlı ordusunu Prusya modeline göre örgütlemeye çalışan ünlü Goltz Paşa’nın icadı olan ‘millet-i müselleha’ ilacı idi. Yani tüm halkın topyekün bir savaş için örgütlenmesi, milletin bir ordu haline getirilmesi… Bu amaçla atılan adımlardan biri olan Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-ı Muvakkatı ile müfredatta Batı tarzı değişiklikler yapılırken, “çocuğun iyi bir vatanperver ve gelecekte iyi bir asker olması” için gerekli donanımı verme amacı da eklenmişti.
Birinci Dünya Savaşı’nın kapıda olduğu görüldüğünde, bu yönde bir adım atıldı. Belçika İzcilik Teşkilatı kurucusu İngiliz Harold Parfitt ülkeye davet edildi. Parfitt, 9 Nisan 1914’de Keşşaflık Cemiyeti’nin İzciler Ocağı Teşkilatı’nı kurduktan sonra Darü’l-Muallimin-i Aliye’de (Yüksek Öğretmen Okulu) izcilik dersleri, yürüyüşler, kamplar, oymak beyi kursları ile izciliği kurumsallaştırmaya başladı.
‘BAŞBUĞ’ ENVER, ‘KALGAY’ PARFİTT
Ocağın ilk ‘Başbuğ’ u Enver Paşa, ‘Kalgay’ı (Başbuğun yardımcısı) ise Harold Parfitt oldu. ‘Büyük Orta Koldaşları’ hepsi de hem asker hem de Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olan Halil, Ziya, Eyüp Sabri, Yakup Cemil, Doktor Nazım beylerdi. İç nizamnameye göre izciler hünerlerine göre beş mertebeye bölünüyorlardı: Adsız, Çeri, Tekin, Alp ve Tarhan. Bu mertebeleri geçebilmek için gerekli beceri ve tecrübeler tek tek sayılmıştı. Yer sorunu yüzünden sadece geçilmesi en zorlu aşamaya;, ‘Tekin’ olmaya dair şartları sayıyorum: On dakikada iki kilometre koşmak ve elli metre yüzmek, mors ve semafor işaretlerini bilmek, harita okumasını bilmek ve kırda bu harita ile yön bulmak, başlıca yıldızları ve burçları bilmek, üç saatte on beş kilometre yaya yahut dört saatte kırk kilometre bisikletle kat etmek, iz tanımak ve takip edebilmek, beş menzillik mesafe için doğru olarak saat hareket tanzim etmek, doğru ve tafsilatlı şekilde bir şehrin, köyün istikamet, mevki ve coğrafi vaziyetini çizebilmek, kırda muhtelif eşyanın bir diğerine olan mesafesi tahmin etmek, on çeşit ağaç ve bitki tanımak, el işleri yapabilmek, yangın, boğulma ve at boşanması gibi hallerde yapılacak cankurtaranlık işlerini tarif edebilmek, bir yarayı sarmak…
Ocağın teşkilatı da Oba, Kol, Oymak ve Altın Ordu diye sıralanıyordu. Ayrıca 12 maddelik bir ‘İzci Töresi’ ile şöyle bir ‘İzci Andı’ vardı: “Tanrıya ibadet ve Hakana itaat edeceğime, daima vicdanlı, vazifesini tanır, kanuna hürmet eder, yiğit bir adam olarak hareket eyleyeceğime, vatanımı sevip sulh ve harp zamanlarında fedakârlıkla hizmet yapacağıma ve izci töresine baş eğeceğime namusum ve şerefim üzerine söz veririm.”
İzcilerin elbiseleri ve levazımatı ise şöyleydi: Başlık (kabalak), açık haki renkte gömlek, yan taraflarında birer cebi olacak, açık haki renkte kısa pantolon (lacivert de olabilir),boyun bağı (her kol’un rengi başka olacaktı), kestane ve haki renkte çorap, ayakkabı, kemer, bir desimetre ve yarım desimetreleri taksim edilmiş 1,80 santim uzunluğunda baston, arkaya asılacak torba, açık haki renkte pelerin, matara, pusula, on beş metre uzunluğunda ve parmak kalınlığında keten ve sağlam ip, bel kemeri için ufak toka, Erkan-ı Harbiye paftası, balta ve çadır.
Parfitt’in öğrencileri ilk tatbikatlarını 24 Nisan 1914 Cuma günü Kâğıthane sırtlarında yaptılar. Bu tatbikat, doğal olarak halkın çok ilgisini çekti, günlük gazetelere konu oldu. 12 Mayıs 1914 tarihinde kursu bitiren 16 aday, Talat Paşa’nın huzurunda and içerek izcilerin Altın Ordusu’nu oluşturmak üzere yeni görevlerine başladılar. Aynı yılın Haziran ayında ise yurdun çeşitli bölgelerinden Maltepe’ye çağrılan 260 gence yeni bir izci liderlik kursu açıldı.
PARAMİLİTER DERNEKLERE DOĞRU
Ancak Avrupa’da savaşın başlamasıyla İzciler Ocağı Teşkilatı, yerini Osmanlı Güç Dernekleri’ne (OGD) bıraktı. Dernek 15 Haziran 1914’de kurulmuştu. Diğer gençlik örgütlerinin aksine, geçici kanunla kurulan ve Enver Paşa’nın “gençlerin siyasetle uğraşmasının yasaklanmasını” isteyen talimatı ile sanki İTC ile irtibatı yokmuş havası verilmeye çalışan OGD’ler aslında Harbiye Nezareti’ne bağlıydı. Nitekim OGD’nin başbuğluğuna yine Harbiye Nazırı Enver Paşa getirilmişti. Derneğin hazırlık şubesini oluşturan izcilik derneklerine 12-17 yaş arası çocuklar; asıl derneğe ise 17 yaşından yukarı olan gençler kabul edilecekti. Gençlerin talim ve terbiyesi Harbiye Nezareti’nce icra edilecekti. Gençlere idman ve jimnastik derslerinin yanı sıra tüfek ve revolver (toplu tabanca) kullanımı gösterilecek, silah ve patlayıcı eğitimi, askeri haritaları inceleme eğitimi verilecekti.
Ancak savaş devam ederken bu da yetmedi ve “Osmanlı gençliğini savaş içinde silahaltında tutmak ve bir milis örgütü etrafında toplamak” amacıyla yeni bir örgütün kurulması fikri ortaya çıktı. Bu paramiliter örgütün fikir babası, Goltz Paşa’ydı. Teklif Heyet-i Vükela’da ateşli tartışmalara neden oldu. Bazıları, gençlerin askerleştirilmesine itiraz etti ama sonunda Goltz Paşa galip geldi. Goltz’un tavsiyesiyle Almanya’da Kaiserlich Deutshe Jugendwebr veya Jugendwehr gibi gençlik örgütlerinin kuruluşunda ve idaresinde çalışmış Miralay von Hoff İstanbul’a getirildi. Alelacele paşalığa terfi ettirilen von Hoff ve yardımcısı Selim Sırrı’nın (Tarcan) önderliğinde Osmanlı Genç Dernekleri kuruldu. Von Hoff, Şubat 1916’da, derneğin nizamnamesi henüz padişah tarafından onaylanmadan İtfaiye Kışlası’nda kendisine tahsis edilen odada çalışmaya başladı. Kendisine yardımcı olarak Binbaşı Tahir Bey ile Yüzbaşı İzzet Bey verilmişti. Bu teşkilat da, 12-17 yaş arası Müslim ve gayrimüslim gençlerin üye edildiği Gürbüz Derneği ile 17 ve yukarı yaşlardaki gençlerin üye yapıldığı Dinç Derneği şeklinde örgütlenmişti.
DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ!
Derneklerde, milli duyguların yoğunlaşması için sözlerini Türkçülük akımının ideologlarından Ziya Gökalp’in şiirleriyle bestelenmiş marşlar ile İsveçli bestesi Felix Körling’e ait Şakıyan Üç Genç Kız (Tre Trallade Jantor) şarkısından uyarlanan Dağ Başını Duman Almış marşı söyleniyordu. Marşın notalarını Mektebi Sultani'nin idman hocalarından Selim Sırrı (Tarcan) müzik eğitimi için gittiği Stockholm'den getirmişti. Sözlerini ise İstanbul Erkek Muallim Mektebi Türkçe öğretmeni Ali Ulvi (Elöve) yazmıştı.
Ardından derneğin yaygınlaştırılması için, vilayetlere tamimler gönderildi. Çeşitli vilayetlerden gelen kursiyerlere ilk kurs 29 Haziran 1916’da Harbiye Nezareti’nde ve bizzat Von Hoff tarafından verildi. Eylül 1917’ye kadar 3 bin civarında rehber yetiştirildi. Edirne’den Kudüs’e, Bitlis’ten Basra’ya kadar geniş bir alanda teşkilatlanan Osmanlı Genç Dernekleri’nin sayısı 1917’de 706’ya ulaştı. Dinç Derneği üyeleri, 1917’de çıkarılan ve 1315 (1899) doğumluların askere alınmasını öngören bir kanun uyarınca askere alındılar. Daha sonra adlarına “Hey Onbeşli, Onbeşli, Tokat yolları taşlı…” türküsü yakılan bu gençlerin akıbetlerini ne yazık ki bilmiyoruz…
Gerek vilayetlerde karşılaşılan sorunlar gerekse İTC yöneticileriyle fikir ayrılığına düşen Von Hoff’un istifa etmesi (Hoff, derneklere siyaset sokulmasını istemiyordu, İTC ise dernekleri propaganda amacıyla kullanmaya çalışıyordu), Osmanlı Genç Dernekleri için sonun başlangıcı oldu. Savaşın kaybedileceğinin anlaşılması üzerine İttihatçı paşaların 1/2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısı ile yurtdışına kaçması ise, bu nafile maceraya noktayı koydu.
Kazım Karabekir’in ‘Gürbüzler Ordusu’
Milli Mücadele döneminde Kastamonu’da Gençler Kulübü, Çerkeş’te Gençler Mahfili adları altında Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerine yardım eden bazı gençlik örgütlenmeleri biliniyor. Ama en ilginç örgütlenme bu günlerde Ağrı’nın çiçeği burnunda Belediye Başkanı Sırrı Sakık ile Başbakan Erdoğan arasında polemik konusu olan Kazım Karabekir’in kurduğu ‘Gürbüzler Ordusu’.
Kazım Karabekir’in Kürt meselesine bakışını ve Kürtler açısından nasıl bir tarihsel figür olduğu konusunu ilerde ele almaya söz vererek devam edersem, Milli Mücadele sırasında Doğu Cephesi komutanı olan Kâzım Karabekir, görev yeri olan Erzurum’a giderken yolda gördüğü bazı yetimleri korumasına almıştı. Ardından yetim toplama işine hız verdi. Nihayet, sayı 1600’ü geçtiğinde, 1 Mayıs 1920’de Erzurum halkına ‘Çocuklar Ordusu Teşkilatı’nı (veya ‘Gürbüzler Ordusu’nu) takdim etti. Bu çocuklara eskrim ve kayak dersi de dahil olmak üzere askeri eğitim verilmiş, bir kısmına Sanayi Gürbüzler Mektebi’nde araba tamiri, kuyumculuk gibi zanaatlar öğretilmiş, ayrıca orduya kaput, potin diktirilmişti. Ama bunlar yapılırken, Kazım Karabekir’in deyimiyle “hepsine Türklük şuuru verilmişti.”
Karabekir’in 26 Eylül 1920’de Sarıkamış’ı Ruslardan geri alırken, Gürbüzler Ordusu’nu da seferber ettiği söylenir. Sarıkamış’ı ‘Çocuklar Kasabası’ yapmayı hedefleyen Karabekir Paşa, bu çocuklar için şehirde Sıhhiye Mektebi ile Askeri İdadi ile ebelik, dişçilik, elektrik, sinema ve fotoğraf kursları da açmıştı.
1922 yılına gelindiğinde ‘Çocuklar Ordusu Teşkilatı’ Sarıkamış, Trabzon, Kars, Kağızman, Beyazıt, Iğdır, Ardahan, Artvin, Rize, Sürmene ve Erzincan dahil olmak üzere 17 alay halinde örgütlenmişti. Teşkilatın bünyesindeki yetim çocuk sayısı 4 ila 6 bin arasında ifade ediliyordu. (Sayıdan nasıl korkunç bir dönem olduğunu çıkarabilirsiniz.)
Bazı kaynaklara göre Karabekir’in koruma altına aldığı kimsesiz erkek çocuklar arasında, Ermeni yetimler de bulunuyordu. Bu çocuklardan kabiliyetli olanlar, Karabekir tarafından, sanki Türk ailelerin yetimleri gibi gösterilerek Bursa’da yeni açılan Işıklar Askerî Lisesi’ne gönderilmiş, bir bölümü ise meslek erbabı olarak hayata karışmıştı…
3 Ocak 1924’te İsmet (İnönü) Bey tarafından meclise verilen bir kanun teklifiyle on iki yaşından askerlik çağına giren bütün gençleri içine alan bir teşkilat kurulması ve bu teşkilatın ülke savunmasında kullanılması öngörüldü ama teklif mecliste ilgi görmedi. Bu sefer işi Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa ele aldı. Mareşale göre halkı ‘millet-i müselleha’ haline getirecek böyle bir teşkilatın kurulması hazırlıklarına derhal başlanmalıydı. Ancak bu girişim de sonuç vermedi. Konu 1927, 1928 ve 1932’de tekrar meclis gündemine geldi ama yine kanunlaşmadı. Ama ‘millet-i müselleha’ fikri hiç ölmedi…
ÖZET KAYNAKÇA
Zafer Toprak, “Meşrutiyet ve Mütareke Yıllarında Türkiye’de İzcilik”, Toplumsal Tarih, Nisan 1998, S. 52, s.13-20; Toprak, “II. Meşrutiyet Döneminde Paramiliter Gençlik Örgütleri”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C.2, 1985, s.531-536; Emre S. Karaküçük, Osmanlı'da İzciliğin Paramiliter Görünümü, Milli Eğitim Dergisi, 1999, S. 143, s. 65-75; Mustafa Balcıoğlu, “Osmanlı Genç Dernekleri” Türk Kültürü, Şubat 1992, S. 346, s. 98-102; Sabri Yetkin, “İttihat ve Terakki'nin Paramiliter Gençlik Örgütleri: Osmanlı Genç Dernekleri ve Bunların Yayın Organlarındaki Milliyetçi Söylemler”, Mersin Üniversitesi 1. Ulusal Tarih Kongresi: Tarih ve Milliyetcilik, Bildiriler, 1997, s. 420-428; Atakan Esen, “Türk İzcilik Hareketi’nin Tarihsel Temelleri”, Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde kabul edilmiş master tezi (2009); Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, 2 cilt, Emre Yayınları, 1995