'İslam ve devlet birbiriyle et ve tırnak misalidir'
Arapça'dan birçok kitabı Türkçe'ye tercüme eden, bu konuda Türkiyeli Müslümanların ufuklarını açan, İstanbul Fatih’teki, Medeniyet Vakfı Genel Merkezi’nde halen ilmi çalışmalarını sürdürmekte olan, Yazar M. Beşir Eryarsoy hocayla “İslam Devlet Yapısı” kitabı çerçevesinde, İslamî Devlet üzerine konuştuk.
12 Yıl Önce Güncellendi
2014-03-24 13:37:51
Öncelikle hocam şu sorudan başlamak istiyorum, İslam’da Devlet nedir?
Kur’ân’da, devletin şer’i delili Kur’ân’ın tamamıdır. Çünkü devlet, İslam ile alakalı ahkâmın uygulanmasının altında gerçekleştiği bir şemsiye demektir. Bu şemsiye yoksa uygulanması istenen ahkâmın tavanı çakılmamış ve çatılmamış demektir. Tavanı olmayan bir bina, nasıl çabuk yıpranmaya mahkumsa, devleti olmayan bir İslam şeriatı da aynı şekilde tavanı olmayan, açıkta duran, bir şekilde kontrol altına alınamayan sınırları belirsiz, nerede duracağı belli olmayan bir görüntü ile karşı karşıya kalırız; daha doğrusu şer’i sınırların ya ilerisinde veya gerisinde netice itibariyle ya yetersiz bir İslam veya İslam’ı aşan bir İslam görüntüsü ortaya çıkar. Devlet bu belirsizliğin kontrol altına alımasıdır. Bunu sağlayan güçtür. Bunu sağlayan otoritedir. Bunun içindir ki, Hz. Osman (r.a.): “Kur’ân ile hizaya gelmeyenler devlet otoritesiyle hizaya getirilir” demiştir. Dolaysıyla asıl olan müslümanların her hal ü kârda Kur’ân ile hizaya gelmesidir. Hizaya gelmesi için Kur’ân’ın yeterli olmasıdır.
Peki, insanların Kur’ân ile hizaya gelmeleri konusunda neler yapılabilir?
İnsanlar, bazı hallerde -eğer kısa vadede- kendilerine her hangi bir bedel ödetmeyecekse Kur’ân’a daha kolay riayetsizlik edebilmektedirler. Kur’ân’a, veya Kur’ân’ın şu hükmüne riayet etmemenin devlet tarafından sana İslam’a göre verilecek cezası veya karşılığı budur denildiği zaman ise insan, Kur’ân hükümlerinin dışına çıkmak isteyeceği hallerde beş düşünür bir yapar. İşte genel olarak devletin gereği buradan ileri gelmektedir.
Buna bir örnek verebilir misiniz?
İslam öyle bir dindir ki, namaz, hacc, zekât… her ne kadar ferdî ibadetler olarak görünse bile, devlet olmadan bu emirlerin, hakkıyla, kemaliyle eda edilmesi mümkün değildir. İslam namazı cemaatle kılmayı emretti. Fakat Mekke’de Ashab-ı Kiram devletleri olmadığı için, her zaman cemaatle namazlarını eda edemiyorlardı. Onun için Peygamber (s.a.s.)in Medine’ye hicretinin akabinde ilk işlerinden biri olarak Mescid-i Nebevi’yi inşa etti. Çünkü Mescid-i Nebevi’de müslümanlar bir araya gelecek, günde beş vakit namaz kılacak ve namazdan sonra, problemlerini konuşacaklar veya Hz. Muhammed (s.a.s.)in direktif ve yönlendirmelerini alacaklar.
Oruç başlangıcı için her ne kadar ruyet-i hilal esas ise de asıl orucun müslümanlar için bağlayıcı ilanı o zaman için müslümanların halifesinin veya emirininin devletin tepesindeki şahsiyetin ilanı ile tahakkuk eder.
Hacc, günümüzde görüldüğü şekliyle her bir ulus devletin gönderdiği müslümanların hac etmesi şeklinde ifa edilmez. İslam noktayı nazarından, Hz. Peygamber zamanından beri uygulama şöyledir: Bir hacc emirinin riyasetinde, halife gitmişse halifenin, gitmemişse onun tayin edeceği bir emirin riyasetinde hacc eda edilir.
Hududullah’ın uygulanması da böyledir. İslam’ın iktisadi ahkâmı böyledir.
Zekât devlete ödenir. Devlet tarafından gönderilecek tahsildarlara memurlara görevlilere ödenir. Ve yine devlet tarafından hak sahiplerine dağıtılır.
Kur’ân’da devletin bütün şeklini bulmak mümkün mü?
Kur’ân’da devletin şeklini bulmak veya aramak ayrı bir şeydir. Kur’ân’ın muhtevasının bir devleti yani bir yapılanmayı öngördüğünü söylemek ayrı bir şeydir. Birincisi yani Kur’ân’ın bir devlet yapısını ön görüp görmediği ile alakalı, Kur’ân öyle veya böyle bir devlet yapısı ön görüyor demeye imkân yok.
Niçin?
Çünkü Kur’ân, halifelerden söz ediyor. Ulu’l emirden yani emir ve komuta yetkisine sahip olanlardan söz ediyor. Adaletin uygulanmasından söz ediyor. İstişareden söz ediyor. Allah Teâlâ, Kitabı, Mizanı ve Demiri indirdiğinden söz ediyor.
Kitap, Allah’ın dininin ifadesidir.
Mizan, bu dinin adil bir şekilde bütün müslümanlara nasıl gerekiyorsa öyle uygulanmasının ifadesidir.
Demir de bu ilahi emirlere yani Kitaba ve adalete riayet etmeyenlerin ifade yerindeyse hizaya getirilme aracının ifadesi veya sembolüdür. Bu manada devletin varlığı bunu ifade ediyor. Özelikle de Hacc suresi 41. ayet-i kerimesinde: “Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar.” buyruğu da aslında İslam Devleti’nden gaye ve maksadın ne olduğunun, devletin görevlerinin neler olduğunun veya hangi çerçevede toparlanabildiğinin açık ve genel bir ifadesidir.
Diyebiliriz ki, İslam’ın müşahhas olarak veya Kur’ân ‘ın devlet binasıyla alakalı gördüğü temel hususlar bunlardır. Bunlar tabii bir devlet şeklini, demirden kalıplar gibi ortaya koymuyor. Ama vaz geçilmez esaslarını tespit ediyor. Ana gayesini belirtiyor.
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek, İslam Devleti’nin vaz geçilmez karakteristik özeliklerinin başında gelir. Bu devlet, Allah’ın emir ve hükümlerini uygular. Birinci vazifesi, gayesi, maksadı budur. Adalet bununla gerçekleşir. Mizan budur. Kitap ta budur. Devlet dediğimiz mekanizma ise kitabın ve mizanın gaye ve maksatlarının gerçekleşmesini sağlayan unsurdur. Otoritedir. Kur’ân’da buna “hadid: demir” ifadesiyle işaret edilmiştir. Bunun dışındaki hususlar çağın gereklerine göre yapılacak şeylerdir.
Bir de şu var, vaz geçilmez esas bey’âttir. İslam’da müminlerin emirinin veya halifenin mutlaka ümmet tarafından seçilmesi gerekir, buna ne derseniz deyin, Kur’ân ıstılahatında buna bey’at denilir. Devlet Başkanının bey’at ile görevinin başına gelmesi şarttır.
Hocam, Ehl-i Hall Ve’l Akd konusunda neler söylemek istersiniz?
Ehl-i hall sonu çift “L” dir. Bazılarının düşündüğü gibi hâl ehli kimseler demek değildir. Elbette herkesin kendine göre hali vardır. Ve bu halin en güzel olması için herkes gayret göstermelidir. Anlatılmak istenen bu değildir. Hall dir, sonu çift “L” dir. Hall çözmek. Yani çözme ehliyetine sahip kimseler.
Bunu şöyle açabiliriz; devlet İslam’da put değildir hâşâ, devlet bir aracıdır. Ümmetin maslahatını, bilen, anlayan, samimi olarak teşhis edebilen ve müdafaa eden, koruyup kollayan bu hususta da gerekli yetkinliklere sahip yani görüş belirtme, yerinde karar alabilen kimselere ehl-i hall ve’l akd denir.
Bunlara niçin hall ehli denir? Her ne kadar İslam fıkıhında tartışmalı bir konu ise de, gerektiğinde halifeyi dahi, halifeye yapılmış olan biat akd dahi şartları icap ettiği takdirde, o akd’i çözebilecek konumda olduklarındandır.
Eğer ümmet tamam hall ve akd ehli olarak itibar ettiğimiz bu kimseler bizi temsil ediyor. Ve biz onların yaptıklarına itiraz etmiyoruz diyor ve bunu ortaya koyabildikleri özgür bir ortamda bulunuyorsa, böyle bir vaka varsa niçin bu kadar külfete ihtiyaç duyulsun ki? Ama öyle bir vaka yok, yani durum bunun tam aksine ise, ya da -günümüz toplumlarında olduğu gibi- insanlar çok kalabalık ise, o zaman mesela günümüzde ön görülen yöntemleriyle tek dereceli bir seçim de olabilir, iki dereceli seçim de olabilir.
“Hall ve akd ehli” terimi, Devlet Fıkhı üzerinde çalışan İslam alimlerinin özelikle raşid halifeler dönemindeki uygulamaları ince eleyip sık dokuyarak çıkardıkları ve ortaya koydukları bir tabir veya ıstılahtır. Ama kendileri bunu icat etmiyor. Bunu mesela, Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın halife olarak seçiminde görebiliyoruz. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ensar halife adayını seçmek isterken itirazında şunu söylüyor: Şüphesiz Araplar, Kureyşten olmayanları, kendilerine yönetici olarak kabul etmez.
Hz. Ömer (r.a.)’da; ben sizlere Rasullah’ın vefat ettiğinde kendilerinden hoşnut olarak vefat ettiği şu iki kişiden birisini seçmenizi teklif ediyorum. Bunların biri ümmetin sıddıkı Ebu Bekir, diğeri bu ümmetin emini, Ebu Ubeyde bin Cerrah. Bunlardan birisini seçin, diyor.
Şimdi Hz. Ömer’in bu sözünü tahlil edersek nereye çıkarız. Şunu da söylüyor Hz. Ömer -Ebu Bekir’i kast ederek- “Hanginiz Rasullulah’ın namazda öne geçirdiği ayakların önüne geçebilir?” diyor.
Bütün bunlar ehl-i hall ve’l akd ıstılahının ortaya çıkmasını sağlayan temel dinamiklerdir. Hall ve’l akd ehli uydurulmuş bir kavram değil, bizzat İslam idari yapısının belirlenmesinde süreç içerisindeki uygulamaların fıkh edilmesinden hareketle çıkartılan bir tabirdir.
İlahi devlet yapısıyla, Beşeri devlet yapısı arasındaki ayırıcı özellik nedir?
Ayırıcı özellik, İslam Devletinde egemenliğin Allah’a, beşerî devlet sistemlerinde de bir ya da daha çok şahıslara ait bir hak olarak kabul edilmesidir.
Bügün İslamın hâkim olmadığı yerlerde müslümanların mevcut sistemle ilişkileri nasıl olmalı?
Bu çok uzun ve etraflı çalışmaları gerektiren bir konudur. Şu kadarını söylemekle yetinebiliriz: Müslüman zaruret halleri dışında her durumda İslâm’ı uygulamakla yükümlüdür.
Hocam toplumun ve âlimlerin İslam’ın hâkimiyeti konusundaki sorumlulukları nelerdir biraz açar mısınız?
Buna yukarıda kısmen değinmiştik. Herkes İslâmı mümkün olan en geniş boyutlarıyla uygulamakla yükümlüdür. İslam’ın uygulanmayan hükümleri varsa –ki her zaman olabilir ve günümüzde hiçbir dönemde olmadığı kadar çoktur- onları meşru ve yerinde bütün imkânları kullanarak uygulamanın yolları aranmalıdır.
Peki, İslam Devlet’inde gayr-i müslimlerin durumu nedir?
Hz. Muhammed (s.a.s.) diyor ki: “Eğer onlar, cizye ile birlikte İslam Devleti sınırları içerisinde yaşamayı kabul ederlerse, bizim lehimize olan ne varsa, onların da lehinedir. Bizim vazifemiz görevimiz olan ne varsa, onların da görevidir.” Bunun istisnası, sadece inanç serbestliği ve inancın gereği olan amel ve ibadetlerdedir. Bunun dışında, müslümanlarla gayr-i müslimler arasında hiçbir fark yoktur. Cizye de müslümanların cihat mükellefiyeti karşılığında gayr-i müslimlerin İslam devleti için cihat etmekten muaf tutulmalarının karşılığıdır.
İslam Devlet’inde herkes istediği düşüncenin propagandasını yapabilir mi?
İslam devletinde yaşamak ayrı bir şey, propaganda yapmak başka bir şeydir. Gayr-i müslimler kendi dinlerini çocuklarına, yakınlarına anlatabilirler. Veya birisi yanlarına gittiği zaman, bana dininizi anlatın dediğinde o şahsa dinlerini anlatabilirler. Fakat eskilerin tabiriyle; Müslüman mahallesinde salyangoz satılamaz.
İslami Devlet açısından kitlelerin sorumlulukları nelerdir?
Günümüz Müslümanları –dar sınırlar dışında ve çoğunlukla- İslam’ı bilmiyor. Onların sorunu bilmemekse, bilmek için öğrenememekse âlim diye ortada olanların, onlara İslam’ı öğretmek ve anlatmak için gecelerini gündüzlerine katmamaları daha büyük bir sorundur. Bunun içindir ki, ilimle uğraşan müslümanların birinci görevleri akademik veya entelektüel anlamda endişeli olmaları değildir. İlimden maksat ameldir. İslam âlimlerinin ifadesiyle; “Allah âlimlerden ilimlerini insanlara tebliğ etmek üzere ahit almıştır.” İlim ile uğraşanlar Peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler, ilmi miras bırakmıştır. Dolaysıyla Peygamberlerin ne yaptığına bakacağız.
Ne yaptı hocam Peygamberler?
Peygamberler, dini bilmeyenlere dini götürdü. Anlattı, örneklik yaptı, yaşadı, ondan sonra insanları, hakka davet ettiler. Hakka davet ederken, olabildiği kadar en hikmetli üslubu ve yöntemi, en uygun vasıtaları kullandılar. Günümüzde ise ilim adamları pozisyonuna soyunan çoğu kimsenin, gerçekte ilim adamlarının dizi dibinde çok şey öğrenmeye muhtaç olan insanların kendilerini ahkâm kesmek konumuna oturttuklarını görüyorum. Cahil dedikleri ve yerine göre Harici mantığı ile küfürle itham ettikleri insanlara, küfürle itham etmeden önce İslam’ı ne kadar götürdüklerini hesap etmek zorundadır herkes. Ben sizin hakkınızda bir hüküm keseceğim, tamam diyebilirsiniz efendim kanunu bilmemek mazeret teşkil etmez. Hadi bunu böyle kabul edelim. Peki, bilenlerin bilmeyenlere İslam’ı öğretmemeleri İslam bakış açısına göre hükmü nedir? Bunun mazereti bile olmaz. Zülümdür bu. Hem de büyük bir zulümdür. Büyük bir cinayettir. İlimle uğraşanların, sorumluluklarını gerçek manada yerine getirmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’deki ilim ehli insanların bunu yerine getirdiklerine inanıyor musunuz?
Elbette görevlerini yerine getirmek için çırpınanlar var. Âlimler veya şahıslar bir yana esasen bir görevin hakkıyla ifa edilmesi imkânsız gibi bir şeydir. Ama bu çaba içerisinde olmak önemlidir. Bu niyetle bunu yapmak esastır. Bunu yapmaya çalışmak lazım.
Biz, özellikle günümüz şartları içerisinde müslümanlar arası hukuku ihlal edecek türden değerlendirmeler yapmaktan kaçınmalıyız. Bunlar bizim işimiz değil. İslam’da hâkimlik ve müftülük -fıkıh usulü kitaplarını açın okuyun- müçtehitlikle eş değerdir. İki ayet meali okuyan kardeşlerimizin bir kısmının önüne geleni eline aldığı satırla-bıçakla doğradığını görüyoruz. Cehenneme yolladığını görüyoruz.
Ben müslümanların bu Harici cehalet mantığından muzdarip olmalarını, rahatsız olmaları gerektiğini düşünüyorum. Bunu ilmi temellere oturtmalarının zorunlu olduğunu görüyorum. Bugün Suriye’de İslam adına bildiğiniz malum örgütlerin, kâfir deyip şunun bunun kafasını kesmesi bunun neticesidir. Bundan bu ümmet çok ızdırap çekti. Bunun önü alınmazsa, müslümanlar kendilerine gelmezlerse, daha arkası gelecek; Allah korusun.
Peki, hocam kitabınıza gelecek olursak, “İslam’da Devlet Yapısı” kitabını yazmaktaki amacınız neydi?
Bu eserimin bir geçmişi var. Benim Yüksek İslam Enstitüsü mezuniyet tezimin konusu “İslam’da Devletler Arası Hukuk” idi. Tabii devletlerarası hukuk incelenirken ister istemez, devletin ne olduğunun da ortaya çıkması gerekiyor. Bu konuyla ilgili de daha öncede kendi çapımda ilgileniyordum. Yani devletle alakalı ulaşabildiğim kadarıyla birçok kaynağa ulaştım. Bunun yanında hukuk ile ilgili birçok eseri inceleme imkânım oldu. 1979 yılının Aralık ayında kitabımız çıktı. Kitabın ikinci baskısı hazırlandığı sırada, malum 1980 yılında 12 Eylül darbesi oldu. 12 Eylül darbesi esnasında da benim de ortaklarından olduğum Düşünce Yayınevi ve Düşünce Dergisi üzerine bilerek gelindi. Dolayısıyla baskılar sonucu, nefes alma imkânımız kalmadı. Bunun neticesinde dergi ve yayınevi kapanmak zorunda kaldı. Haliyle kitabımızın ikinci baskısı başka bir sonraki bahara kalmış oldu. Kısaca kitabımızın hikâyesi budur. Tabii şu anda kitabın yeni baskısı mevcuttur.
O dönemde böyle bir kitaba ihtiyaç var mıydı?
Bu konuyla alakalı müslümanlar arasında neşredilmiş İslam devlet yapısı ile alakalı, bütün çalışmalara saygı duymamla birlikte, ciddi bir çalışma görmedim. Hatta o dönemde, Hüseyin Hatemi hocanın Hukuk Fakültesinden bir öğrencisi olan arkadaşımın, bana söylediği ibareyi söylüyorum: “Hüseyin Hatemi hoca diyor ki; ‘İslam’da Devlet Yapısı’ kitabı şimdiye kadar bu hususta yazılmış en derli toplu kitaptır.” Bu değerlendirmeyi arkadaş bana ulaştırmıştı. Bu değerlendirmesi için de hocaya buradan teşekkür ediyorum.
İslam bütünüyle anlaşılmadan İslam’ın önemli bir kurumu olan İslam Devletinin mahiyetinin anlaşılabileceğini düşünmüyorum. İslam Devletinin mahiyeti de doğru anlaşılmadan İslam’ın da sağlıklı bir şekilde kavranılacağını zan etmiyorum. Yani İslam ve Devlet, birbiriyle et ve tırnak misalidir.
Son olarak Vuslat Dergisi okuyucularına neler söylemek istersiniz?
Biz bir ümmetiz. Niteliği, vasfı, amacı olmayan bir ümmet değiliz. Kur’ân’ın nitelemesiyle vasat bir ümmetiz. Vasat kelimesi mutedil, en yüksek zirvede olmak anlamına geliyor. Vasat ümmet insanlara karşı şahitlik eder. Biz insanlara karşı adil şahitler olacağız. Vuslat okurlarına vasat ümmet yolunda emin adımlarla yürümelerini tavsiye ediyorum.
Hocam bize zaman ayırdığınız için size teşekkür ediyoruz.
Ben de sizlere teşekkür ediyorum.
VUSLAT DERGİSİ
Röportaj: İlhami Pınar
SON VİDEO HABER
Haber Ara