Dolar

34,9539

Euro

36,6250

Altın

3.015,11

Bist

10.018,17

'Mimar Sinan deha olmasının ötesinde büyük bir...'

Gülru Necipoğlu’nun Mimar Sinan’a bambaşka bir açıdan yaklaşan kitabı türkçeye çevrildi. İngilizcesi 2005 yılında yayımlanmış ve zamanla epey bir ün kazanan kitap Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı.

12 Yıl Önce Güncellendi

2013-09-27 16:55:28

'Mimar Sinan deha olmasının ötesinde büyük bir...'

Gülru Necipoğlu’nun Mimar Sinan’a bambaşka bir açıdan yaklaşan kitabı türkçeye çevrildi. İngilizcesi 2005 yılında yayımlanmış ve zamanla epey bir ün kazanan kitap Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı.

1993 yılından bu yana Harvard Üniversitesi Ağa Han İslam Mimarisi programının direktörlüğünü yürüten Prof. Dr Gülru Necipoğlu, kitabı uzun bir araştırmayla ortaya çıkartmış. Türkçe baskı için tekrar gözden geçirdiği kitabında kimisi ilk kez yayımlanan pek çok kaynağa başvurmuş. Sinan Çağı, Osmanlı mimarlığının anıtlaşmış ismi Mimar Sinan’ı ve yapıtlarını anlatmanın ötesinde, adından da anlaşılacağı gibi bir çağı tasvir ediyor. Osmanlı klasik döneminin zirvesinde oluşan mimarlık kültürünün kitabı bu. Necipoğlu, uzun giriş bölümünde bu kültürü oluşturan çeşitli unsurlara değindikten sonra eserleri, onları sipariş edenlerle birlikte anlatıyor.

Necipoğlu, Sinan’ın dehasının çevresindeki yönetici elitle birlikte kendini gösterdiğini savunuyor. Bildik “çıraklık, ustalık, kalfalık” dönemi yaklaşımını bir yana bırakan kitap, padişahlardan başlayıp esnafa uzanan bir hami hiyerarşisine göre bölümlere ayrılıyor. Bu arada Sinan Çağı’nın kültürel anlamda belirleyici unsuru olarak “kimlik, bellek ve adap” kavramları kendini gösteriyor.

Radikal gazetesinden Cem Erciyes'in Prof. Dr Gülru Necipoğlu ile gerçekleştirdiği söyleşinin bir kısmı şöyle:


Bu kitabın diğer Mimar Sinan çalışmalarından farkı ne? Gördüğüm kadarıyla o çok bildik sınıflandırmayı siz kitabınızda anmıyorsunuz bile: çıraklık, kalfalık, ustalık dönemleri.


Şimdiye kadarki kitaplarda olan bu sınıflandırmanın Sinan’a uymadığını söylüyorum. Bunların yerine kitabın girişinde Osmanlı kimliği neydi, Sinan bu kimliği nasıl inşa etti, o dönemde inşaat patlamasını tetikleyen ne gibi faktörler vardı gibi soruları ele alıyorum. Daha sonra Sinan’ın eserlerini öyle kalfalık, çıraklık gibi değil, banilerin ve Osmanlı coğrafyasının statü hiyerarşilerine göre inceliyorum. Şöyle ki, ilk başta sultan yapıları daha sonra hanedan üyelerinin yapıları ele alındı. Bilhassa da orada kadınlar çok ön plana çıktı. Nasıl oluyor da kocaları olan vezirlerden çok daha üstün yapılar yapılmış kadınlar için. Hanedana ait oldukları, çok özel bir statüleri olduğu için.

Çıraklık, kalfalık, ustalık dönemi paradigması Evliya Çelebi’den çıkıyor. Bunu herkes tekrarlıyor fakat Sinan’ın kendi otobiyografisine baktığımızda hiç böyle bir şey yok. Çünkü Sinan aslında Süleymaniye’yi kendi ustalık yapısı olarak görüyor. Şehzade’yi Süleymaniye’ye bir hazırlık olarak görüyor ama böyle bir üçlü yapı yok. Selimiye mesela, otobiyografinin birkaç versiyonu var, sadece birinde en uç sanatsal dehasını gösteren işi gibi, ama ustalığını Süleymaniye’de elde etmiş, daha deneysel bir şey yapıyor. O yüzden Evliya Çelebi’nin babasından duyduğunu söylediği bir şemayı böyle devamlı tekrarlamanın da uygunsuz olduğunu düşünüyorum. Ben daha çok Osmanlıların kendi anlam dünyaları içinde Sinan’ın nasıl bir yerde olduğunu anlamaya çalıştım.


Bunun için hamilere baktınız. Hamilere baktığınız zaman ne gördünüz Sinan eserleriyle ilgili?

Tabii şimdiye kadar söylenenler yanlış değil, Sinan’ın gerçekten de her sanatçının olduğu gibi bir gelişimi var. Onu yadsımadan en üstün bulduğumuz yapılar kimler tarafından yaptırılmış, Sinan’ın kariyerinin hangi noktasında yapılmış ve hangi coğrafyada yapılmış, bunlara baktım.


Sosyal hiyerarşi gibi coğrafi hiyerarşinin de önemli olduğunu söylüyorsunuz...

Diyorum ki bir yapının konumu iki hiyerarşinin kesişme noktasında ortaya çıkıyor. En üst hiyerarşi noktası, İstanbul’da bir sultan yapısı. Mesela Kanuni’nin Süleymaniye ile aynı yıllarda Sinan’ın ekibine yaptırdığı Şam’da bir Süleymaniye külliyesi var. Onları yan yana getirdiğimde İstanbul’da denenen bütün yeniliklerin, boyutsal açıdan tutun da süslemeye kadar olan şeylerin hiçbirinin Şam’da olmadığını görüyoruz. Sinan’ın aslında o dönemdeki Osmanlı merkezileşmesinin mimari ifadesini ortaya koyduğunu görüyoruz. Mermer, kurşun, çini gibi malzemenin toplanması bir koordinasyon ve merkezileşme meselesi.


Peki, hamilerin bu eserlerin biçimlenmesine katkısı oluyor mu?

Benim karşı çıktığım diğer bir görüş şu, Sinan’ın hamilerinin hiçbir katkısı olmadığı düşüncesi: “Onlar sadece parayı veriyorlar, çünkü Osmanlı toplumu geri bir toplum olduğu için hamilerin mimari kültürü yok”. Hatta bir vakum olduğu fikri, Doğan Kuban böyle söylüyor: “Kültürel ve bilgisel bir boşluk olduğu için Sinan kendi dehasıyla bu boşluğu dolduruyor.” Bu nedenle Avrupa’daki Michelangelo’ya da diğer ressamlardan çok daha serbest hareket edebilen tamamen kendi dehasıyla çalışan biri olarak tanımlanıyor Sinan. ‘Osmanlılar bunu pek iyi anlamıyor’ diye de bir düşünce var. Her ikisinin de hiç böyle olmadığını, bu kitapta göstermeye çalıştım. Bir kere planlama sürecinde Osmanlı hamilerin ne derece ciddi şekilde ilgilendiği kaynaklarla kanıtlanıyor.


‘Bana şöyle bir cami yap mimar paşa’ diye tarif mi ediyor mesela?

Evet, Süleyman’ı ele al. ‘Önce git bir araştırma yap ve bana bir proje sun’ diyor. Yani modern zamanlardakine çok benziyor aslında. Önce yerini seçiyorlar. Gösterişli bir şey için nereye yapılacak, bunlar Sinan’ın kendi biyografisinde anlatılıyor. Süleyman’la buluştuğunu, çeşitli projeler sunduğunu… Bu projeler neydi, o da benim katkım. Ben eskiden beri Osmanlı’nın bu tür yapıları plansız programsız yapamayacağını düşünüyordum. Arşiv araştırmalarında Avrupa çalışmalarına benzeyen çizimler olduğunu gördüm, bunları da kitapta yayımladım. Mesela bazısında bir sayfada üç ayrı proje çiziliyor. A en ucuz, B orta fiyat, C en pahalı. Bu neyi gösteriyor, bir kere banilerin çizimleri okuyup anladıklarını gösteriyor. “Sinan tamamen cahil bir toplumdan sivri bir deha gibi çıktı, aşmış bir dehaydı, onu anlamadılar.” Böyle bir şey yok. O dönemde epey sofistike bir toplum vardı.


Sözünü ettiğiniz çizimler Sinan’a ait değil ama, Sinan’a ait çizim ulaşmamış günümüze...

Evet doğru. 15 ve 16. yüzyıla ait kalmış çizimleri koydum, Sinan’ın dönemine ait çizimler var, fakat Sinan’ın hiçbir camisine ait ya da önemli yapılarına ait çizim yok. Hassa mimarları ocağının belki geç dönemde lağvedilmesiyle ya da çok büyük bir yangınla her şey gitmiş olabilir.


Peki hamilerle ilişkisi nasıl yürüyor?

Sinan onlara devamlı yazılı raporlar sunuyor. Hamiler de kontrol etmek için sık sık bizzat gidiyorlar inşaat sahasına. Hatta Süleyman birkaç kere gidiyor, bu bilinen bir şey. Selimiye’nin yapımında 2. Selim ile devamlı yazışma oluyor. Diyor ki Sinan, “Şimdi kubbelerin kapanmasına geldik, süslü mü olsun süssüz mü olsun? Yazılar hangi Kur’an surelerinden olsun?” İstanbul’dan “Fatiha olsun, çiniler olsun, çok süslü olsun” deniyor. İşveren gibi. Fakat Sinan’a çok detaylı bir şey de söylenmiyor. “Sen vecih ve münasip gördüğün gibi yap” deniyor sonunda.


Eserleri kimlik, bellek ve adap kavramlarının da bir ifadesi olarak tanımlıyorsunuz. Kimlik, bellek ve adaptan neyi kastediyorsunuz?

Kimlik derken, birazına değindik, hem Sinan’ın sanatsal olarak kimliği bunu nasıl ortaya koyduğu, bilhassa İslam tarihinde ve Osmanlı tarihinde tek otobiyografisini yazdırmış bir mimar olarak kendi kimliğini nasıl inşa ettiği. Sinan kendini bir deha olarak inşa etti ve günümüzdeki yaklaşımımızı da bir şekilde etkilemiş oldu. İkinci şey de hamilerinin kimliği; hem kendileri nasıl bir kimlik kurmak istiyorlardı hem de Sinan’ı devreye sokarak, onunla nasıl bir işbirliği yaptılar ve yeni oluşan elit kimliğini mimariyle nasıl dile getirdiler?


Ahsa münhasır unsurlar var mı yapılarda mesela Sokollu Balkan kökenli olduğu için ona dair unsurlar, Rüstem Paşa Diyarbakır’da görev yaptı diye biraz Doğulu unsurlar gibi?

Çok az. O da ilginç. Yani bir şekilde gerçekten Sinan’ın oluşturduğu ve daha önceden oluşmakta olan Osmanlı mimarlık diline getirdiği üslup kodifikasyonunda çok az yer var böyle yeniliklerin girmesine. O yüzden bir kadının bile yaptırdığı şeyde kadınsal ögeler bulamıyorsunuz.


Peki adap da önemli bir unsur, ona gelelim.

Adap da ikili işliyor. Bir mimar üslubunu, ne kadar süs konulacağını yazılmamış toplumsal kurallara göre hesaplıyor. Mesela bir hamiye eğer padişah değilse hiçbir şekilde bir padişah boyutunda yapı yapılmıyor. Mesela sultan camileri dışında minareler hep tek şerefeli. Kurallar her alanda var. Bir tepede kentin görüntüsünü etkileyecek bir yapı katiyen yapılmıyor. Sadece padişahların camisi var, onun dışında hepsi daha aşağılarda. Bugünkü gibi “a ben de kendi sultani yapımı yapayım” diye bir şey yok.


Yani büyük tartışmalara rağmen inşaatı devam eden Çamlıca Camii projesinin ‘adaba uygun olmadığını’ mı söylüyorsunuz?

Tabii tabii. Bir kere adap içine hukuk da giriyor. Camilerin hukuku diye bir şey var. Padişahın bile bir cami yaptıracağı zaman şeyhülislamdan izin alması gerekiyor. Bu caminin gerekli olduğunun ispat edilmesi gerekiyor. Mesela Çamlıca’yı ele alalım, hiçbir cemaati olmayan bir yerde cami, fuzuli bir masraftır. Bir kere sadece bu noktadan bile kabul edilmez.


Şeyhülislam olsa belki izin vermezdi.

Belki değil, kesinlikle izin vermezdi. Boyutun da adabı var. Dört minareli istiyorum demekle olmaz. Evliya Çelebi bunu anlatıyor, bir kişi tek minaresine çifte şerefe yaptığı için idam ediliyor. Adap Avrupa mimarisinde “decorum” diye izah ediliyor… Bir mimar için en önemli şey adabı bilmesi. Bazen toplumun da katıldığı bir adap meselesi olur. Mesela 3. Murad’ın Sinan’a Manisa’da yaptırdığı Muradiye Camii’nde aynen Gezi Parkı gibi bir isyan olmuştu.


Öyle mi, neden isyan ediyorlar?

Orada şehzadeyken yaptığı bir şeyi genişletme projesi var ve halk değişik fraksiyonlara bölünüyor. Bir grup şöyle olsun istiyor, diğeri böyle. Yani o caminin sadece bir kişinin olmadığı toplumsal bir yanı olduğu görülüyor. İnsanlar sokaklara dökülüyor ve isyan ediyorlar. İşler o kadar karışıyor ki Sinan’a padişah “Bu işe sen gir, bir plan çiz ve başkası çıkmasın” diyor. Sinan da kendi gidemiyor oraya en büyük mimarını gönderiyor.


Sinan için “en büyük şans, imparatorluğun en güçlü olduğu dönemde bir büyük mimarlık ofisinin başında olmasıydı” dediğimiz zaman doğru bir önermede bulunuyor muyuz?

Evet. Çok önemli, çünkü kendi gerçek bir kabiliyet ve deha olmasının ötesinde büyük bir ekibi var. Sinan’ın emrinde kırk dört hassa mimarı, bir nevi bir mimarlar ordusu var. Bunların çoğunu kendi eğitiyor. Tabii Sinan’ın İstanbul’dan Şam’a, Mekke’ye ve Medine’ye kadar bütün projelerde gerçekten katkısı var.


Haber Ara