Postmodern bir direniş
Radikal'den Cengiz Çandar: Olay budur. İstanbul halkı, gençlerinin öncülüğünde, Tayyip Erdoğan'a 'one minute' demiştir. Başbakan, 10 yılı aşkın iktidarı süresince, ilk kez ve üstelik ken-di şehrinde yenilgiye uğramıştır.
13 Yıl Önce Güncellendi
2013-06-03 10:34:26
"Tek sözün ilaç gibigeleceğine inanıyorum” diye yazdı Vivet Kanetti Uluç:
“Sizleri anladım gençler. Vapurlar meselesi gibi, hep birlikte düşünerek çizeceğiz Taksim’i de.”
Tayyip Erdoğan, “Taksim-Gezi Parkı direnişi” üzerine bu kadarını söylese müthiş bir iş yapmış olurdu. Yapmadı. Yapamadı. Kalktı yine bir Rumeli Derneği toplantısında “inadım inat” diye okunmaya müsait bir konuşma yaptı. Ama vücut dili değişmişti. Nutuk atarken kendisine egemen olan külhanbeyi havası bir nebze sönmüştü. “Karizmayı çizdirmiş” olmanın travmasının vücut diline sindiği hissediliyordu dünkü konuşmasında.
Zira nereden baksanız, eğer 31 Mayıs-1 Haziran 2013’ün tarihi olayının bir kaybedeni varsa, o da Recep Tayyip Erdoğan’dır. Olaylar, birkaç ağaç yüzünden çıkmadı. Ona yani Başbakan Erdoğan’a karşı çıktı. Ak Parti’ye bile değil, Tayyip Erdoğan’a.
Tayyip Erdoğan’a birikmiş tepki, Taksim’de “yayalaştırma çalışması” adı altında Gezi Parkı’ndaki yeşil alana müdahale edilmesine karşı barışçıl gösteri yapan bir grup insana ve onlara destek veren popüler beyazperde ve ekran sanatçılarıyla müzik gruplarına, insafsızca biber gazı bombardımanıyla saldırılması üzerine, “tarihi İstanbul direnişi”ne dönüştü.
Yavuz Baydar’ın TRT Haber’deki mükemmel tanımlamasıyla “Horlanmaktan, azarlanmaktan, yaşam tarzı dayatmasından bıkmış her kesimden şehirli gençler, toplanıp, Başbakan’a ‘one minute’ dediler.”
Olay budur. İstanbul halkı, gençlerinin öncülüğünde, Tayyip Erdoğan’a “one minute” demiştir. Başbakan, 10 yılı aşkın iktidarı süresince, ilk kez ve üstelik kendi şehrinde yenilgiye uğramıştır.
1 Haziran 2013, Berlin’den Kudüs’e, Prag’dan Beyrut’a, Moskova’dan Kahire’ye, Tahran’dan Şam’a, nice tarihi olaya tanıklık etmiş olduğum 40 yıllık meslek hayatımın en önemli günlerinden biri oldu.
Maçka’dan Taşkışla’ya yürüyorum. Taksim düşmüş. Taksim’i dolduran kalabalıklar, Meydan’dan ayrılıp çeşitli yönlere yürüyorlar. Her yönden de Meydan’a doğru geliyor insanlar. Kadıköy yakasından gelen vapurlar tıklım tıklım. Köprüden bayraklı arabalar, Asya’dan Avrupa yakasına, Taksim’e akıyorlar. Barikatları aşıp yürüyorum. Mete Caddesi’ne araçla varmak, oradan Gezi Parkı’na girmek mümkün değil. Dost yüzler, “yol kapalı” diyor. Dolmabahçe’den Gümüşsuyu’na dolanıyorum. Taksim’e Gümüşsuyu üzerinden yaklaşıyorum. Tekrar aşağıya Dolmabahçe’ye iniyorum. Yollarda araçlar tek tük. Genellikle cumartesi günleri o saatlerin tıkalı trafikli caddeleri yayaların egemenliği altına girmiş. Polis yok. Trafik polisi bile yok hiçbir yerde. Devrik polis aracının yanından kıvrılıp Tophane üzerinden Cihangir’e tırmanıyorum. Her iki yönde kaldırımlar görülmemiş kalabalıkta. Cihangir bayram yeri. Tıklım tıklım. Tekrar Tophane’ye inip, aşağı-yukarı hareket halindeki özgür insan topluluklarının arasından Galatasaray’a çıkıyorum. Ve, İstiklal Caddesi. Caddenin her iki yönünden, debisi yüksek insan ırmakları akıyor.
“Direniş”in katılımcılarının kimler olduğu gayet açık bir biçimde anlaşılıyor. Çoğunluğu sırt çantalarıyla, şortlarıyla, ayaklarında ya yürüyüş ayakkabıları ya sandaletler, genellikle yirmili yaşlarında ya da otuzlu yaşlarının ilk yarısındaki gençler. Ve dikkati çekecek ölçüde, bir arada olmaya, bir arada yürümeye özen gösteren Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe formalılar.
“Postmodern bir direniş” türü bu. Alışıldık cinsten değil. Bir hayli bireyci. Kayıtsız. Umursamaz. Kentli ve seküler yeni kuşakların tüm özelliklerini yansıtıyor. Barışçıl, ve tüm bireyciliği içinde dayanışmacı. Bir ara, Prag’daki Kadife Devrim günlerim geliyor aklıma. Ama söz konusu olan, ülkenin en önemli şehrinin merkezinin, bir “Meydan’ın egemenliği” olduğu için Kahire’deki Tahrir (2011) ve Çin’deki Tianamen’in (1989) birbirine zıt kaderle sonuçlanan tecrübeleri de aynı anda aklıma takılıyor. Bu da “İstanbul 2013” olarak kayıtlara geçecek besbelli. Kendine özgü. Çok güzel.
Gayet geniş bir alanda, çıplak gözle izlediğim ve “niçin katıldıklarını” sormadan bana anlatan kimi insan öbekleriyle ayaküstü sohbetlerden gördüğüm şuydu: “İstanbul 2013”ün arkasında ne bir siyasi parti, ne “provokatörler”, ne de “Türkiye’yi zayıf düşürmek isteyen dış güçler” vardı. Bu kadar büyük bir kitle hareketinin içinde, tabii ki Ergenekon muhipleri, ulusalcılar, iflah olmaz Tayyip Erdoğan ve Ak Parti düşmanları, İP’liler, çeşitli renklerde provokatörler, lumpenler ve bu arada da ana muhalefet CHP üyeleri, vs. elbette vardı ama bütün bu “gerçekler”, olayın bir büyük ve esas olarak “spontane ve kontrolsüz halk hareketi” olduğu “ana gerçeği”ni değiştirebilecek nitelikte değildi.
Taksim’i polisin terketmesine yol açacak kadar güçlü bir toplumsal hareket, tek bir ideolojik ve siyasi gruba mal edilemeyecek kadar heterojen idi.
Peki nasıl oluşabildi o kadar büyük bir hareket. Görsel medya –bir-iki küçük televizyon kanalı hariç- utanç verici bir şekilde günlerdir “üç maymun”u oynayınca, “sosyal medya” öne çıktı. (Başbakan’ın dün söylediğine göre “toplumların baş belası”) O sayede, müthiş bir iletişim mekanizması oluştu. İstanbul, “fışkırma” kıvamına zaten gelmişti.
Söz konusu “kontrolsüz halk hareketi” içinden “Tayyip istifa”, “Hükümet istifa” sesleri yükselmiş olsa da, bir “siyasi omurga”ya sahip olmadığından –belki de güzel ve cazip yanı buydu- ve bir siyasi parti ya da Ak Parti’nin olayları okumakta liderleri kadar aciz kimi yöneticilerinin sandığı gibi “askeri darbe için zemin hazırlama”yla ilişkisi bulunmadığından ötürü, Tayyip Erdoğan için bir “yakın iktidar tehdidi” oluşturmuyor. Nitekim, bir-iki gün içinde İstanbul’da ve Türkiye’de hayat normale dönecek.
Ne var ki, İstanbul, 31 Mayıs-1 Haziran 2013’te Tayyip Erdoğan ve herhangi bir barışçı gösteriye karşı alışkanlık haline getirdiği “biber gazı saldırısı”na öyle bir “one minute” dedi ve “karizmasını öyle bir çizdi” ki, orta ve uzun vadede Başbakan ve yandaşlarının siyasi hesaplarını ve oyun planlarını gözden geçirmeleri gerekebilir.
Yani?
Yani on yıldır başbakanlık yapan ve doğal “iktidar yorgunluğu”nu, uzun iktidar yıllarının yol açabileceği “kibir” ile halkın bir kesimine “hoyratlık” ve icap ederse “biber gazı gaddarlığı” ile örtme yoluna sapan bir Tayyip Erdoğan’a, bu halkın onu iki kez cumhurbaşkanı seçerek tahammül göstereceğini düşünmek zor. Onun, bu tavır ve tarzıyla, 10 yıl daha bu ülkeye “demokratik bir lider” olarak hükmedebileceğini ummak daha da zor.
Tayyip Erdoğan’ın ayakları suya erer, kendini değiştirebilirse ne âlâ.
Yakın çevresinden çok umutlu değilim açıkçası. Ruşen Çakır, dün, “Hükümetin önemsediği kişiler, enerjilerini, direnişi gayrımeşru göstermek yerine devletin olayları anlamasına yardımcı olmaya harcasalar...” diye yazmıştı. İma ettiklerinin, Tayyip Erdoğan kadar da sezgisi yok. Onların varoluş nedenleri, hükümetin onları “önemli” adamlar kılması. Zira, önemli olabilmek için hükümete yakınlıktan başka bir özellikleri yok. Hal böyle olunca, Tayyip Erdoğan’ın anlamadığını onların anlayabilmesi de mümkün değil.
Televizyonun popüler dizilerinin senaristi Gülse Birsel dün “durumun ne olduğunu” Başbakan’a ve onun gibilerine anlatmak için Hürriyet Pazar’da çırpınıyordu:
“... Konuyu başka bir yerden, farklı taraftan ele alacağım: Şu an Ak Parti ekibinden olsaydım, derdim ki ‘Arkadaşlar, durum iyi değil ha! Acilen kendimize gelelim! Ülkeyi okuyamıyoruz! Hata ediyoruz!.. AKP’ye oy vermemiş,.. aralarında midesi yanmasın diye gazlı içecek içmeyenler de dahil, şu an gözünü karartmış sokakta gaz yiyor! Niye böyle oldu? Deli değil herhalde bu insanlar... Bakın kardeşim millet çok sıkıldı! Cihangir, Nişantaşı filan değil bahsettiğim... Otoriter tavır artık kristalize oldu, kafamızın üzerinde sallanıp duruyor... Alkol, malkol derken özgürlüklere çatır çatır müdahale ediyorsunuz! Ve ‘Biz yaparız, kimseyi de takmayız’ diyorsunuz! ‘Yalnız bir dakka şöyle ki..’ diyene de basıyorsunuz biber gazını! Gezi Parkı eyleminin temeli şehrin ağaçlarıdır. Ama eylemin büyüyüp yayılmasındaki gayet sivil, masum ve duygusal altyapının tercümesi şudur: Eeeah yetti beaaa!”
Olay budur. Ve, işte, “özgürlük oksijeni”nin kısıtlanacağını hisseden İstanbul, Tayyip Erdoğan’a “one minute!” dedi.
Olay budur.
SON VİDEO HABER
Haber Ara