Baştan söyleyelim, Başbakan Erdoğan’ın ABD seyahati ve yaptığı yoğun görüşmeler “Türkiye ne kazandı?” sorusuyla anlaşılabilecek düzeyin üzerindeydi. Türkiye ne kazandı, cümlesi tipik bir eski Türkiye sorusudur. O aşama çoktan geçildi. Yine de bu kalıplarla konuşmayı alışkanlık haline getirenler için cevaplayalım. Türkiye iğne, iplik, anlamsız imtiyazlar veya sırt sıvazlama gibi jestler kazanmadı. ABD karşısında, Suriye dosyasında bir “süper güç” gibi müzakere etme rolünü kazandı...
ABD on yıllardır bölgesel sorunlara karıştırmadığı veya kısıtlı bir alan açtığı Ankara’yla şimdi enine boyuna her şeyi, her boyutta ve eşit bir muhatap olarak konuşmaktadır.
Seyahatin özeti de budur. Ankara, Suriye dosyasının en etkin aktörü olduğunu gösterdi, daha önce görmeyenler için de bu pozisyonunu perçinledi.
Beş ya da altıncı defadır Başbakan’ın ABD seyahatlerini izliyorum; Türkiye’nin gücü ve rolünün adım adım nasıl yükseldiğinin tanığıyım. Başlangıçta konuştuğumuz kavramların nasıl değiştiğini ve diplomatik perspektifimizin nasıl genişlediğini çıplak gözle izliyorum.
Bu seferki kendi kalıplarını da aşan bir Türkiye’ydi.
Erdoğan askeri harekat istemedi
En çok merak edilen konudan başlayarak ayrıntıları değerlendirelim...
Erdoğan, Obama’dan Suriye’ye askeri harekat istemedi. Esasen, bu seçeneği baştan beri hiç dillendirmedi de...
Türkiye, Suriye’nin kendi iç dinamikleriyle Esad’ı devirmesini ve rejimin yenilenmesini istiyor. Bunun şu aşamadaki tek yolu da Suriye muhalefetinin güçlenmesidir.
Zira, Esad an itibariyle ülkesinde hakimiyeti kaybetmiş bulunuyor. Şam’ın bir bölümü ve Lazkiye’ye sıkışmış olması da Esad’ın savaşı resmen kaybettiğini gösteriyor. Ancak fiilen öyle değil... Hava üstünlüğü, sınırsız füze kullanımı ve muhalefetin de bu saldırılara karşı yeterli donanımı olmaması Esad rejimini ayakta tutuyor. Ayakta tutması bir yana sivillere karşı katliamların giderek artmasını; yani, insani dramı büyütüyor. Şu andan itibaren geçecek her saat, Esad’ı geri getirmeyecek sadece ölümleri artıracaktır.
Esad’ın 2014’te seçim yapacağını söylemesi de bu yüzden kara mizahtan öteye gitmiyor. Başbakan Erdoğan bu girişim için “Herhalde bu seçimi kendi sarayında yapacak. Çünkü dışarıya çıkma şansı yok” diyor.
Muhalefetin etkin bir şekilde desteklenmesi, ağır silahlarla güçlendirilmesi ve hava saldırılarına karşı koyacak hale getirilmesi Suriye’deki statükoyu değiştirecek bir adım olacaktır. ABD seyahatinin temel müzakere noktası da buydu. Başbakan ve ekibi Obama ile görüşmelerinde buna odaklandı.
Muhalefete destek verilecek
Peki sonuç ne oldu?
Merak edilen bu hususu sohbetimizde Erdoğan’a şöyle sordum:
“Görüşmelerin ardından bazı şeylerin değişeceği duygusunu aldınız mı?
Cevabı şu oldu: “Duygu değil kesin kanaat aldım...”
Görüşmelerin perde arkasından aldığımız bilgiler de bunu açıkça gösteriyor. ABD, uzun süren eylemsizlik halini terk etmek üzeredir...
Obama, bir yandan Cenevre görüşmelerine kapı açarken yani diplomasiye son bir şans tanırken öte yandan muhalefetin desteklenmesi konusunda da kararını vermiş bulunuyor. Önümüzdeki birkaç gün, muhalefetin desteklenmesi, bu kararın içeriği ve hacmi açısından net bir fikir verecek...
Bununla birlikte ABD’nin muhalefet konusunda öteden beri kaygıları olduğu sır değil ve bu kaygılardan Türkiye’ye düşen pay da giderildi...
Obama’nın kimyasal silah kullanımı dahil Suriye’de olup bitenler konusundaki bütün detaylara sanılandan daha fazla hakim olduğunu da ekleyelim. Yani, oradaki dramı da sorunun ne kadar acil olduğunu da çok iyi biliyor.
Buna rağmen, başta Bush olmak üzere selefleri gibi tek yanlı savaşçı bir yol izlemek istemiyor. Ki, Türkiye de aynı görüşte. Bu noktada, ABD Başkanı’nın Beyaz Saray çevresinde bu günlerde gelişen iki skandalla baş etmek zorunda olduğuna da belirtelim.
İki lider, uluslararası toplumun harekete geçirilmesi konusunda, tıpkı “Esad’sız Suriye kararı”nda olduğu gibi, tam bir fikir birliği içinde. Buna uçuşa yasak bölge kararının Rusya ikna edilerek alınması da dahildir.
DEĞİŞİMİ İŞADAMLARINDAN DİNLEYELİM
Erdoğan, ABD’ye portföyüne çok önemli gelişmeleri ekleyerek gitti. Birkaç gün önce gerçekleşen ve vergi dahil 24 milyar Euro’ya bağlanan üçüncü havalimanı ihalesi heyecan vericiydi. Seyahatten tam 24 saat önce IMF’ye borcun son taksitin ödenmesi de öyle... Başbakan Washington’u terketmeden kredi notu artışı da geldi. Öte yandan, demokratik alandaki gelişmelerin yüksek temposu.
Bir lider için bundan daha keyif verici ve özgüven artırıcı ne olabilir!
Nitekim, Obama heyetler arası görüşmede birkaç kez “Size imreniyorum” diyerek Erdoğan’ın liderliğini övdü.
Türkiye’nin gelişimi sadece üst düzey görüşmelerin konusu değil. Heyette, cirolarıyla ülkenin en büyük şirketlerini temsil eden 100’e yakın işadamı vardı. Hepsi de Türkiye’nin aldığı mesafeyle ne kadar büyüdüklerini anlatıyorlardı.
Havalimanı ihalesini kazanan konsorsiyumun üyeleri uçaktaydı. Mehmet Cengiz, Mehmet Nazif Günal, Cemal Kalyoncu’yla sohbet ettim.
Kalyoncu, “Bu atmosfer rekabet gücümüzü artırdı. Fon tedarikimizi kolaylaştırdı, bize önümüzü görmek gibi büyük bir sermaye kazandırdı. Artık ölçek büyüyor. Bir daha asla Türkiye’de küçük rakamlar telaffuz edilemez” diyor.
Sadece büyükler değil. Yeni girişimciler de hızlanıyor.
Şehir hastanelerinin uluslararası standartta denetimini yapan bir şirketin genç patronuyla konuştum. Adı Birhan Emre Yazıcı...
O anlatıyor: “Önceden, yabancı ortaklıklar için görüşme yaparken baştan yüzde 80 bizim, yüzde 20 sizin. İşi de siz yapacaksınız, derlerdi. Şimdi tablo değişti. Başbakan arkamızda, ekonomimiz sağlam. Masaya oturur oturmaz yüzde 80 bizim, yüzde 20 sizin diyoruz. Fark bu kadar açık...”
YILDIRIM'IN DEDİĞİ OLDU
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, üçüncü havalimanı ihalesinin ardından Ankara Temsilcimiz Mustafa Kartoğlu’na “Bu ihale kredi notumuzu yükseltir” demişti. Yıldırım’ın bu açıklamasının üzerinden bir hafta geçmeden Moody’s Türkiye’nin kredi notunu yatırım yapılabilir seviyeye yükseltti. Bu öngörünün altını çizelim... İhale rakamı ve notun yükselişi kadar, Ankara’da işlerin nasıl dikkatle takip edildiğini gösteren bu cümleyi de önemsiyorum.