Sezai Karakoç ve İsmet Özel’i Eleştirmek!
iki şairin, son zamanlardaki, özellikle gündeme dair konuşma ve yazılarıyla, onların şüphe götürmez şairlikleri arasındaki bağı nasıl yorumlayacağız? Kürt meselesindeki çözüm sürecine dair, bana kalırsa epey milliyetçi görünen açıklamalara nasıl yorumlar getireceğiz? İsmet Özel’in, “Türklüğü” İslam’ın şartlarından birisi sayma raddesine getiren yorumlarına ne diyeceğiz? “Bunlar büyük şairdir ve ne derlerse doğru derler” mi diyeceğiz, yoksa bu sözlerin arka planında olan başka bir şeyin mi peşine düşeceğiz?
13 Yıl Önce Güncellendi
2013-04-08 10:17:39
TIMETURK / Enver Gülşen
“İlim bir nokta idi; cahiller onu çoğalttı.” Hz. Ali (r.a.)
Şiir nedir ve şair kimdir?
Şair, hâlâ bir nokta olan hakikat ilminin işçisidir. Sözü çoğaltan değil, azaltandır. Şair, şiirini, sözle, kelimelerle ya da başka bir malzeme ile yazmaz; onun elindeki tek malzeme hakikattir. Ne duygunun, ne düşüncenin dilidir hakîkî şiir; her ikisinin de üstünde yer alan ve her ikisinin de ulaşamayacağı bir menzilden seslenir. Sahibi’nden aldığı bir kalp ritmi ve ruh salınımı vardır şiirin.
Şiir, insanın derinliklerine ve yüksekliklerine açılma potansiyeli ile her insana dokunabilir. Her insanın ruhunda ve kalbinde şiire açılan, şiir “yaratabilen” bir yön vardır ve zaman zaman bu yön bir eser haline de dönüşebilir. Tüm sanat dallarında gördüğümüz iyi şiirlerin büyük çoğunluğu böyle anlarda ortaya çıkmışlardır. Ancak şiirler yaratmakla “şair olmak” arasında büyük farklar mevcuttur. Bu anlamda şiir ile şair arasında zorunlu bir ilişki yoktur.
Şiir, bir takım boşalma anlarında ortaya çıkmış bir form olarak, sahibinin o anki ruh durumuna ve kalbine işaret eder mutlaka. Bir de “kelime işçiliğiyle” yazılmış şiirler vardır ki, onlar kötü şiirsel denemeler olarak yerlerini çarçabuk yenilerine terk ederler. Kötü şiirimsiler yazanlar, bu yüzden şiir yazma konusunda oburdurlar. Bu tür insanlarda şiir yazmak, bir prestij, bir gösteriş, kültürel faaliyetlerin en etkileyici biçimi olarak kutsanan bir şey hâline gelir. Şiir dinletileri, gösterişli “acılanma” ve “sevme” ayinleri olarak, şiir ortamlarının en önemli toplanma biçimleridir.
Yüzlerce şiir yazdığı hâlde şairliğin kıyısına dahi yaklaşamamış olanlar çoğunluktayken, “bilinen anlamda” hiç şiir yazmadığı hâlde “bu dünyada şairce oturanlar” da vardır.
Şair iddiasında olan insanların çokluğuna zıt olarak, aslında hakîkî şair çok azdır, Allah, şairliği pek az insana nasip eder. Her şairin şiiri, “görmenin” daha önce bilinmeyen yollarının keşfidir. “Görme”, ne şairin egosundan, ne kendisine has rasyonel zekâsından, ne de ferdi melekelerinden kaynaklanır. Şair, Allah’ın gör dediğinin hizmetkârıdır sadece. Bunun farkına vardığı zaman, Allah’ın kendisine hediye olarak sunduğu o büyük şeyin değerini bilir ve şairliği de şiiri de büyür.
Şair, çoğunlukla şairliğinden haberdar değildir. Şairlik, bir hâl olarak, şair olanı kendi hâlinin yüceliğinin bilgisinden bigâne kılar. Ne yaparsa yapsın etkisiz görür kendini. Kibir değil ontolojik tevazu vardır onların hâllerinde. Kibri şiirlerinin ana itici gücü yapan şiir-yazanlar ise yazdıkları şiirin şairliğin bir çıktısı olduğunu düşünürler. Acının, sevginin gösterişli kelime işçilikleriyle ifadesi, şairlik hâlinin bir görüntüsü olarak okşanır.
Şair olmak, ele alınan nesneye ruh üflemek demektir. Ancak o ruhu üflemeden önce o nesnenin ruhu olmak gerekir. O olmak… Şairlik, şefkatin, merhametin, güzelliğin, bu güzelliklerin yitirilmesine karşı gerçekleştirdiği acılı bir direnişin ismidir.
İki şair, iki düşünür, iki politikacı
Sezai Karakoç ve İsmet Özel… Bana göre yirminci yüzyılın, sadece Türkiye’de değil tüm dünyada en önemli birkaç şairinden ikisi… Allah’ın pek az insana nasip ettiği hakîkî şairliğin en değerli temsilcileri…
Peki, bu iki şairin, son zamanlardaki, özellikle gündeme dair konuşma ve yazılarıyla, onların şüphe götürmez şairlikleri arasındaki bağı nasıl yorumlayacağız? Kürt meselesindeki çözüm sürecine dair, bana kalırsa epey milliyetçi görünen açıklamalara nasıl yorumlar getireceğiz? İsmet Özel’in, “Türklüğü” İslam’ın şartlarından birisi sayma raddesine getiren yorumlarına ne diyeceğiz? “Bunlar büyük şairdir ve ne derlerse doğru derler” mi diyeceğiz, yoksa bu sözlerin arka planında olan başka bir şeyin mi peşine düşeceğiz?
Bu yazının amacı ne Sezai Karakoç, ne de İsmet Özel’in yazdıklarına dair bir eleştiri getirmek değildir. Genel olarak herkesin her konuda bir fikrinin olabileceğini ve ne kadar seversek sevelim kimsenin fikrini beğenip onaylamak zorunda olmadığımızın kabulüyle başlamak ve bambaşka bir yere yürümek niyetindeyiz. Genellikle yapılan ve büyük bildiğimiz, sevdiğimiz herkesin her dediğini tevil edip, her söylenen sözde inci aramak türünden bir yaklaşım da değildir bu yazının niyeti. Bu yazının temel amacı, yüzyılın en büyük şairleri olarak gördüğümüz bu iki insanın, şiirleriyle, yazdıkları ve konuştukları arasındaki “farkı” tespit edip, bu farkların sebeplerini anlamaya çalışmaktır.
“Sızıyı gideren su. / Suyun sızladığını kimseler bilmez.”
Şair, suyun sızlamasını bile kalbinde hissedendir. Allah’tan aldığı o büyük hediyeyle, hiç kimseye açılmayan “görme / işitme” yeteneklerine sahiptir. Bir serçenin kalp çarpıntısı, üzerine basılan toprağın tevazuu, şairlerin kalbine bir yol bulur akacak… Sözün ötesinde olana açılır şairin ruhu. Bu yüzden sözü çoğaltmak şair için öldürücüdür. Şair, aslında kendisine ait olmayan bir şeyi, egosuyla, rasyonel aklı, çıkarları, idealleri, ideolojileri, duyguları ile “tefsir” etmeye kalktığında, artık hediye edilen alanın dışından konuşuyor demektir. Bu yüzden suskunluğun şiiri ve hâlinde suyun sızısını dahi kalbinde duyabilen İsmet Özel, sözü çoğalttığında, mesela Ermeni ya da Kürt derken bu sözlerin muhataplarındaki sızıyla ilgileniyor gözükmez. Karakoç, annesini kaybeden bir çocuğun kalbindeki en gizli sızılara girebilirken, “büyük meselelerden” bahsederken tek tek her insanla ilgileniyor gözükmez.
Nokta ilminin muhataplarıdır hakîkî şairler. Onların kendilerine yapacakları en büyük kötülük, ilmi çoğaltan cahillerin safına girerek, o saftan konuşmaktır. Siyaset, sözü çoğaltan, kalbin sızısını değil, satranç masasındaki piyon ve vezirlerin mekanik hareketlerini önemseyen bir oyundur. Ne zaman ki şair, suyun sızısını kalbinde hissettiği gibi, o satranç masasındaki piyonun sızısını duyar, o zaman siyasetin ve “büyük sözlerin” kendisi için kötülük olduğunu fark eder.
Peki, şairler neden, şairliğin “azlığı” ile yetinmez de, aslında kendilerine tamamen yabancı olan bir vahşi alanda söz söylemek isterler? O vahşi alana geçtiklerinde, tamamen sıradanlaşacaklarını, üstelik o alana yabancı oldukları için kimi zaman komikleşeceklerini nasıl olur da fark etmezler?
Peki, öte yandan düşünüldüğünde, şairin bu alanlarda söz söyleme hakkı yok mudur? Elbette herkes gibi şairlerin de her alanda söz söyleme hakkı vardır. Ancak, bunun ne pahasına olduğunu bilerek… Şairler bu “paha”yı neden hesaba kat(a)mazlar peki?
Bana kalırsa bu, hakîkî şairliğin de, düşünürlüğün de ne olduğunu bilmeyen ve şairliği bir ideolojinin emir eri sayan “hayranların”, şairlerin egosuna yönelik bitip tükenmek bilmeyen taciziyle ilgilidir. Egonun kışkırtılması, değişik alanlarda değişik sonuçlar doğuracak bir yola yönlendiriyor, kendi anavatanından uzaklaşan şairi. Ancak, o gittiği yeni mecrada da, anavatanı kadar rahat, ana vatanında olduğu kadar saygı görmek istiyor. Bu, şairi “şiirinin” tefsirine giriştiriyor. Artık, nokta olan ilmin çoğaltılması sürecine girmiş bulunuyor şair. Artık duygu ve düşüncelerinin “ötesinde / üstünde” bulunandan seslenmiyor; çokça kışkırtılmaya müsait duygu, düşünce ve ideolojilerinin esiri hâline dönüşüyor. Bu yüzden, bir milletten, milliyetten ya da devletten bahsederken, onları ruhsuz birer robot parçası gibi görmeye başlıyor. Her bir zerrenin bir kalbi olduğunu, sızısıyla hisseden şair, milletlerden bahsederken, insanların her birinin kalbi olduğunu unutuyor ve hepsini yekpare bir mekanik cihaz olarak tanımlar hâle dönüşüyor. Ölmek, öldürmek, kesmek, parçalamak kolayca sarf edilen kelimelere dönüşüyor. Suyun sızısını hisseden, hissettiren ve okuyucusunu suyun sızısına ağlatabilecek kadar etkili olan bir şair, aynı etkiyi bu defa tüm sızıları görmezden gelecek bir “büyük söz”de bekliyor. Ermeni, Kürt, Türk derken, hepsine “büyük sözler” ve “amaçlar” atfediyor. Kimisine olumlu ve diğer hepsine atfedilen “olumsuz” amaçlar, şairin sözünü, kendi içinde boğuyor. Sızının şairi, birden öfkenin ve haksızlığın “politikacısı” hâline dönüşüyor.
İsmet Özel’in, kimi zaman çıktığı TV programlarındaki acısını, isyanını gözlerinden görmek mümkün. Şu dünyada şahit olduğum en büyük şairlerden birisinin, o TV programlarında, kendisine kimi zaman istihza ile bakan, bazen alay etme cüretinde bulunan insanları görmezden gelerek büyük söz söyleme çabaları yine de o bitmeyen sızıdandır, bunu biliyorum. Çünkü sızısı biten şair ölür. Şair sızısı ve samimiyetidir, ona ve Karakoç’a bu sözleri sarf ettiren. Ancak, bizatihi bu “büyük sözlerin” o sızıyı körelttiğini de tespit etmek gerekiyor. Şair, ilmi çoğaltan cahillerin alanına girdiği zaman, öksüz ve yetim kalır. İsmet Özel’in o programlardaki öksüz ve yetimliği de bununla ilgilidir. Hem diğer insanlardan öksüzdür; hem de kendini şair yapan o sızıdan koparak yetimleşir.
Bu yol ayrımı şairler için en önemli noktadır. Ya nokta ilminin şairleri olarak kalacaklar, ya da içinde oldukça sıradanlaşacakları, cahillerin çoğalttığı sözün peşinden gidecekler…
Haber Ara