TIMETURK / Giuseppe Paparella
Bologna’daki John Hopkins Üniversitesi’nde 20 Aralık’ta düzenlenen konferansta Die Zeit’in yayıncısı ve editörü olmasının yanı sıra Stanford’un Freeman Spogli Enstitüsü Uluslararası Araştırmalar Bölümü’nde Akademisyen Josef Joffe, uluslararası ilişkilerde gerçekçiliğin sınırları ve kullanımları hakkında bir ders verdi. Çağdaş uluslararası ilişkiler teorileri betimleyen kısa bir girişin ardından Joffe analizini, İran bombası ve Batı Pasifik’te ABD-Çin rekabeti gibi mevcut en zorlayıcı meselelere odakladı.
Kader olarak strüktür
Joffe’nin teorik arka planı, uluslararası ilişkilerin açıklanması için bir anahtar olarak yapısal(strüktürel) gerçekçiliğe ayrıcalık tanıyor. Bu zemine karşı Joffe, “strüktürün kader” olduğunu öne sürüyor. Örneğin ABD ve Avrupa arasındaki ilişkiyi inceleyerek uluslararası sistemdeki güç ve konumlarının davranışlarını etkilediğini belirtiyor. Gerçekten de İkinci Dünya Savaşı-ardılı dönemde ABD diğer herhangi bir devletten daha fazla savaşa girdi. Öte yandan Avrupa sembolik olarak Sırbistan, Irak, Afganistan ve Libya’da savaştı. Bunlardan 3’ünde ABD öncüydü.
Daha geniş bir çerçeveye uygulandığında Joffe, Überpower adlı kitabındaki tezini yineleyerek, dünyanın Berlin-Berkeley ve Bağdat-Pekin kuşağı olarak bölünebileceğini belirtti. İlki kutlu, sakin, müreffeh, istikrarlı, demokratik ve uluslararası siyasetin bazı temel kaidelerinin –her şeyin üzerinde geçmişte birçok çatışmaya sebebiyet veren güvenlik ikilemi gibi– yerinden söküldüğü liberal Batı’dır. Aksine ikinci kuşak; Hobbesçi, rekabetçi ve korku-ile-hırs-güdümlüdür. Bu bölgede uluslararası siyaset kaideleri olağan şekilde işlemeyi sürdürüyor. Örneğin savaşı-ardılı dönemde en ama en tehlikeli savaşların yaşandığı Ortadoğu buna uygun bir örnek teşkil ediyor. İlaveten Pakistan ve Hindistan arasındaki nükleer rekabeti ve Pekin ile Tokyo arasındaki ilişkiyi hasmane kavramlarla niteleyen –büyük ölçüde Senkaku-Diaoyu adaları üzerindeki ihtilafa dayanan– Çin’in yüksel-güç fenomenini hatırlamak yerinde olacak.
Teorik olarak konuşacak olursak Joffe’nin analizi büyüleyici ve aynı zamanda dolambaçsız görünüyor. Ancak bu iki en ilişkili makro-grup arasındaki köprüyü yani Türkiye’yi göz önüne almayı ihmal ediyor. İşin gerçeği son 10 senede Türkiye köklü bir değişim yaşadı, Batı ile Doğu kuşakları arasında önceki ilişkilerini stratejik olarak uyguladı ve kendisine jeopolitik satranç tahtasında yeni ve hayati bir yer sağladı. Gerçekten kuşakların herhangi biri içinde yer almayan ve salt coğrafi kavramlar ile Ortadoğu bölgesine özellikle ait olmayan Türkiye daha yakın bir dikkati hak ediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu ülke dahili olarak sakin, müreffeh, istikrarlı, demokrasi-severdir. Aynı zamanda Türkiye hala potansiyel olarak ölümcül güvenlik meselelerine dahildir ve yönetici sınıfı artık Büyük Ortadoğu üzerinde jeopolitik hırslarını saklamamaktadır. Yumuşak ve ekonomik gücünü genişletmesi ve askeri harcamalardaki devasa yatırımları (dünyada 14’ncü) hesaba katıldığında meşru bir soru doğmaktadır: Bu jeopolitik boşlukta yeni bölgesel egemen haline gelerek Türkiye Batı ve Doğu kuşaklarını birleştirmeyi mi amaçlamaktadır?
Türkler ve Kuşak İlişkileri
Bu teorik ve politik soruya tatmin edici bir cevap vermek için Türkiye ile her iki “Kuşak”ın ilgili aktörleri arasındaki ilişkilere dair kısa ancak mecburi bir tarama aydınlatıcı olacaktır.
Her şeyden önce Türk-İran ilişkileri, İran düşmanlığını asgariye indirmenin yanında askeri çatışmayı önlemeye ilişkin Ankara’nın çift-açılı dengeleme çabasıyla karakterize edilmektedir. Bununla beraber nükleer mesele, Kürt militanlığı ve Türkiye’nin İran hidrokarbon kaynaklarına bağımlılığını artırmasını sağlayacak avantajlı enerji anlaşmalarının tamamlanması ile anahtar bir enerji koridoruna dönüşmesi gibi Ankara’nın ikili ilişkilerde İran iyi-niyetini kazanmasına izin verdi. Son olarak Elliot Hentov’un belirttiği gibi nükleer meselede Türk arabuluculuğunu kabul ederek ve BM Güvenlik Konseyi’nde ABD’ye karşı Türk oyundan dolayı İran, istemeyerek de olsa Türkiye’nin önde gelen bölgesel güç rolünü desteklemiş oldu. Sonuç olarak Türkiye, İran’a bölgesel bir ortak gözüyle bakmaktadır.
İkinci olarak eğer denge, Türk-İran ilişkilerinde stratejik kural ise, Doğu Kuşak’ın son parçası olan Pekin, farklı bir çerçeveden, muhtemelen daha rekabetçi bir yaklaşıma dayalı olarak görülmektedir. Gerçekten de ticari ya da siyasi stratejik ortaklığa yönelik çabalar, Ortadoğu’da güvenlik meselelerine, Arap Baharı’nın kaderine, Orta Asya’daki Türk-Müslüman halkın siyasi ve kültürel haklarına ve Tayvan’la ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi için Türk çabalarına Çin müdahalesine dair ciddi ihtilaflarla neticelendi. Daha iyi ilişkiler geliştirecek zemin eksikliğiyle Türkiye’nin Çin uyarılarına direnişi, Doğu Kuşak’ından açık bağımsız bir konuma şahitlik ediyor. Bu arada ana siyasi amaç karşılıklı tanıma, ticari ilişkiler ve denge politikalarında yatıyor ve buralarla sınırlı kalıyor.
Öte yandan daha yüksek bir stratejik kopma derecesi ortaya çıksa da Türkiye, Batı Kuşak’ı ile daha yakın ilişkileri idame ettiriyor. Yarım yüzyıldır Avrupa Birliği ile karmaşık ve zorlayıcı bir ilişkiden sonra Türkiye, AB üyeliğine dair tarihi rüyasından giderek kenara çekiliyor. Bir yandan üyelik için taahhüt her iki tarafta ciddi şekilde noksanken öte yandan AB-Türkiye ilişkisi tarihi büyüsünü yitiriyor. Avrupa’nın mali krize tepkisi, çok-kutupluluğun yükselişi, yeni güvenlik meseleleri, Avrupalı kimlik sorunları ve insan hakları tahkikat altına giriyor. Netice olarak tam bir diplomatik ilişik kesme söz konusu değil çünkü mevcut şekilde Türkiye için çok yanlıdan ziyade AB ülkeleriyle birebir uğraşmak daha elverişlidir. İran meselesi konusunda Türkiye en yakın Batılı komşusuyla dengeli ve uzlaştırıcı bir ilişki izler görünüyor.
Birleşik Devletler farklı olarak Türkiye için daha zorlayıcı bir ortaklığı temsil ediyor. Gerçekten son yıllarda Washington ve Ankara arasında birçok ihtilaflar ve sürtünmeler yaşandı. Her şeyden önce İran’la artan işbirliğiyle Türkiye ve İsrail arasında yıpranan ve gerin ilişkiler geliyor. İkinci olarak Arap Baharı ve Libya’ya askeri müdahaleye karşıtlık mevcuttur. Üçüncü ve daha önemli olarak Ortadoğu’ya dair çelişen stratejik görüşler vardır. Eğer Obama yönetimi başarısız şekilde Türkiye’yi en sadık NATO müttefiki olarak yerleştirerek “off-shore denge” politikasını uygulamaya çalışsaydı, yeni jeoekonomik ve jeopolitik manzaraya uyum sağlamak için Amerikan süpergücü ve müttefikleri arasındaki ilişkinin yeniden-dengelenmesini ileri sürerek Ankara planı reddederdi. Buna karşı Emiliano Alessandiri, son yıllardaki Ankara aktivizminin “Washington’un da hemfikir olacağı yeni uluslararası angajman fikrini ciddiyetle geliştirmekten ziyade kendisine bir alan oluşturmaya” yönlendiğini vurguluyor.
Sonuç
Bu analizden hangi sonuç çıkarılabilir? 2007’den bu yana Türkiye Cumhurbaşkanlığını sürdüren Abdullah Gül’ün yakınlarda ifade ettiği gibi Türkiye, Mısır, Tunus ve Libya’nın izleyeceği Ortadoğu’da iyi ve başarılı bir model rolüyle birlikte yumuşak bir güç olmayı hedefliyor. Güle göre bunun için Türkiye, “erdemli güç” özelliğini yüklenerek uluslararası rolünü artırması gerekiyor:
Erdemli güç herhangi bir şekilde yayılmacı ya da hırslı olmayan bir güçtür. Aksine karşılık beklemeden ihtiyaç sahiplerine yardım tedarikini içeren şekilde önceliği, insan haklarının ve tüm insanların çıkarlarını korunmasında yatan bir güçtür. Erdemli güçten kastım budur. Bir güç ki doğru ve yanlışın ne olduğunu bilir ve doğrunun arkasında duracak kadar da güçlüdür (Foreign Affairs Ocak/Şubat 2013 Cilt 92 Sayı 1 s.7)
Bu muğlak sözlerin bölgenin geleceği için ne anlama geldiği hala açık değildir. Hiç şüphesiz ve her retoriğin ötesinde Türkiye, çok-kutuplu dünyada büyük bir güç olarak uluslararası tanınma istemektedir ve uluslararası ilişkiler profesörü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun izlediği “komşularla sıfır sorun” politikası ülkesinin küresel ve bölgesel vizyonunu iyi şekilde yakalamaktadır. “Strüktür kaderdir” şeklindeki neo-gerçekçi savı doğrulayarak Türkiye, geniş nüfusuna ve dinamik ekonomisine dayanarak Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun kavşağına siyasi ve ekonomik egemen olmayı hedeflemektedir. İki kuşak arasında yer alan devasa ve egemen-eksik bölge içinde...
Bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme edilmiştir.