Prof.Dr.Ahmet Özer Şerafettin Elçi'yi Timetürk'e yazdı
Şerafeddin Elçi değerli bir siyaset adamıydı. Siyasete ve Kürt sorunun çözümüne bir akil insan olarak değerli katkılar yapacağı bir dönemde aramızdan ayrıldı. Onu her zaman rahmet ve minnetle anacağız.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-12-29 20:45:56

Şerafeddin Elçi değerli bir siyaset adamıydı. Siyasete ve Kürt sorunun çözümüne bir akil insan olarak değerli katkılar yapacağı bir dönemde aramızdan ayrıldı. Onu her zaman rahmet ve minnetle anacağız.
Ünlü yazar Dostoyevski der ki; insanlar ikiye ayrılar. Olağan ve ve olağandışı insanlar. Olağanlar yer içer neslin devamını sağlarlar. Ancak asla gerçek anlamda mutlu ve başarılı olamazlar. Çünkü korkaktırlar, korkak oldukları için risk yüklenmezler, risk yüklenme cesaretleri olmadığı için acı ihtimalı olan çabalara girişmezler. “Acı yoksa başarı ve mutluluk da yoktur.” Olağandışı insanlar ise büyük acılar pahasına büyük riskler yüklenirler ve o oranda başarılı ve mutlu olurlar. Eğer uygarlık bu noktaya gelmişse bu onların sayesindedir. Gelgelelim, olağanlar sadece korkak değil aynı zamanda kıskançtırlar, ellerinden gelse olağandışı insanları asar, sonra da başsız kaldılar diye heykellerini dikip, oturup yaslarını tuttarlar.
Şerafeddin abi büyük acılar çekti ve yaşamı boyunca bu riskleri taşıyan hiç bir şeyden ilkeleri adına imtina etmedi. O sebepledir ki halkın gönlünde yer edindi. Her zaman söylerim; bölgeden binlerce siyesetçi geldi geçti. Sıradan insana sorsanız onları hatırlamazlar bile, çoktan silinip gittiler toplumsal bellekten. Çünkü onlar günlerini gün etmenin ötesinde hatırlanacak şeyler yapmadılar. Ama bir Şerafeddin Elçiyi, bir Yusuf Azizoğlunu herkes bilir. Çünkü onlar bu halka karakol yerine sağlık ocağı önerdiler, kendi kişisel çıkarlarının peşine düşmek yerine büyük acılara rağmen özgürlük ve eşitliğin peşine düştüler. Bedelse, bedel de ödediler. İşte bu yüzden cenazeleri yüzbinlerle uğurlanıyor, bu yüzden hep hatırlanacaklardır.
Ben Şerafettin Elçi’yi Hacettepe Üniversitesinde öğrenciyken tanıdım. Sanırım 1984 yılıydı. Yılmaz Güney’in öldüğü yıldı. Son yıllarda kendi kimliğine yüksek sesle sahip çıkan ve mazlumlar için mücadele eden Yılmaz Güney’n kaybı bizde derin bir üzüntü yaratmış, kendi aramızda konuşuyorduk. Bunu konuşurken, bunu daha önce net olarak ortaya koyan biri daha olduğunu, üstelik bunu bakanken yaptığını söylemişti bir arkadaşımız ve bu kişinin adı Şerafettin Elçi’ydi. Evet Şerafettin Elçi Bayındırılık Bakanı iken “Türkiye’de Kürtler var, ben de kürdüm” demiş ve bunu söylediği için 12 Eylül darbecileri tarafından tutuklayıp hapse mahkum etmiş, 27 ay hapiste kalmıştı. Daha önce TKDP ve 49’lar davasında da yatmıştı.
İşte bu dik duruşun cazibesi bizi hem meraklandırmış hem de cezp etmişti. Bunun üzerine küçük bir araştırmadan sonra Mithatpaşa’daki ofisini tesbit edip, randevu alıp gidip görüşmüştüm. Bu görüşme esnasında büroda bana epey enteresan görünen şişman, tekerlek gibi fötr şapkasını başından hiç çıkarmayan adamın, Elçi’yle birlikte Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nden yargılanan arkadaşı Derwşé Sado olduğunu çok sonraları öğrenecektim.
Şerafettin Elçi’yle karşılaşmamda en çok iki şey dikkatimi çekmişti. Biri Elçi’nin çok sakin ve dingin davranışlarıydı. İkincisi de konuşmasının çok berrak, anlaşır ve net olması. Her kelimesini sanki seçerek buluyor ve içinde insanın anlamak için kendini zorlayacağı hiçbir şey bırakmıyordu. Ben o günlerde 20 li yaşlarda bir üniversite öğrencisi olmama karşın beni ergin bir kişi gibi karşılamıştı. Tanışma isteğimin sebebini biraz heyecanlı ve gençliğin aceleliği içinde anlatırken beni sabırla dinledikten sonra, kelimelerini adeta seçerek tane tane son derece net ve anlaşılır cümlelerle konuşmuştu. O gün gene mevzu Kürt meselesiydi. Neredeyse aradan 30 yıla yakın süre geçti o günden bu güne ne Kürt mevzusu değişti ne de aramızda o gün kurulan ve artarak devam eden dostluğumuz..Ankara’da olduğum zamanlar daima kendisini ziyaret ettim. Çalışmalarımdan kendisini haberdar ettim. O da bana çalışmalarından, hedeflerinden ve yaptığı yapacağı işlerden hep bahsederdi.
Nihayet yeni partisi KADEP’i kurarken Mersin’e geldi. Mersin’deki aydınlarla beraber beni de davet ettiği bir toplantı yaptı. Toplantı dağılınca benimle ertesi gün özel olarak görüşmek istediğini bildirdi. İkinci gün otele gittim. Aslında niyetini anlamıştım. Beni kurduğu partiye davet ediyordu. Ancak O’na karşı saygım büyük olmasına karşı teklifini üzülerek kabul edemiyeceğimi söyledim. Çünkü o günkü koşullarda böyle bir siyasi partinin başarılı olamıyacağını düşünüyordum. Ancak bu aramızdaki bağı asla etkilemedi, dostluğumuz her zaman ağabey kardeş çerçevesinde artarak devam etti.
Bir gün telefonum çaldı, açtım. Şerafettin Bey’di arayan. “Beş Büyük Tarihi Kavşakta Kürtler ve Türkler” adlı kitabım yeni çıkmıştı; okuduğunu, bu güne kadar bu konuda yazılmış en kapsamlı ve aynı zamanda en derli toplu ve anlaşılır eser olduğunu, bundan dolayı beni tebrik ettiğini söyledikten sonra ilk fırsatta kitabı ve içindeki konuları konuşmak istediğini bildirdi. Seve seve kabul ettim. Daha sonra çeşitli vesilelerle görüşmemize rağmen, kitabı ve bahsettiği konuları konuşacak kadar zaman bulamadığımıza şimdi çok hayıflanıyorum.
Nihayet en son Duhok ve Erbil’e gitmeden konuşmuştum. Sağlığını sorduğumda ilk defa “iyi olmadığını söyledi” üzüldüm. Bu bilgiyi yanımdaki arkadaşlarla paylaşınca, demek “durumu ciddi” yoksa Şerafettin Abi asla böyle umutsuz konuşmazdı. Çünkü herkes O’nun umudun timsali bir kişilik olduğunu biliyordu. En kritik zamanlarda bile Kürt meselesinin demokratik yollardan çözümü konusundaki inancını hiç yitirmedi ve bu konuda topluma hep umut aşıladı. Çünkü o dev tecrübeleri ile bu işin panzehirinin çözüme dair diri tutulacak umutta olduğunu, umutsuzluğun başladığı yerde her şeyin bittiğini biliyordu.
Irak-Kürt Federe Bölgesi’ne yapacağım iş seyahatimi duyunca, detayları öğrenmek istedi, anlattım. Duhok ve Salahaddin Üniversitelerinin rektörleri, Eğitim Bakanı ve üniversiteler bakanıyla görüşeceğimi, işbirliği protokolleri gerçekleştireceğimizi söyledim. Çok memnun oldu. Konuşmamızın ilerleyen kısmında Neçirvan Barzani ile görüşebileceğimizi ancak Kek Mesut ile görüşmek için kendisinden yardım istediğimi söyledim. Hemen Sefin Dizayi’yi arayacağını söyledi ve Sefin’in telefon numarasını verip ekledi, “Neçirvanla görüşmek Mesut Bey’le görüşmekten daha zor” dedi. Nitekim ben ikinci gün Sefin Dizayi’yi aradığımda Şerafettin Bey’in kendisini aradığını ve mesaj aldığını memnuniyetle öğrendim.
Şerafettin Bey, Kürt siyaseti için iki büyük öneme sahipti. Biri, kimsenin Kürt demeye cesaret edemediği zor zamanlarda ortaya çıkıp bu konuda buzu kenarından kıran açıklamalar yapmış olması ve bu dediklerinin arkasında hep dik durarak, bu konuda bir çığır açmasıydı. İkinci olarak, hastalığına rağmen Kürt meselesinin demokratik yollardan çözüme kavuşturması için yaşamının son anına kadar hiç taviz vermeden mücadele etmesiydi.
Bir keresinde kendisine, “Abi bu hasta halinle televizyonlara çıkıyorsun, sağlığın daha önemli, önce sağlığına kavuş” dediğimde bana, “inanırmısın Hocam, bu konuları konuştuğumda kendimi daha iyi hissediyorum” demişti. Ayrıca “bu sorun yeter ki çözülsün, bunun bedeli sağlığımsa onunla ödemeye hazırım” demesi beni duygulandırmıştı. Evet O Kürt siyasetini yumuşak ama kararlı simasiydi. Hiç bir zaman nezaketi ve zerafeti elden bırakmadı. Genel olarak bütün Türkiyenin özel olarak da Kürt halkının eşitlik ve özgürlüğü için, gerekirse sağlığını feda etmekten imtina etmedi. Ve maalesef bir süredir cebelleştiği, musibet hastalığa yenildi. Yolun açık olsun Şerafeddin Abi. Seni hiç unutmayacağız.. Anın yolumuza ışık olsun.(Prod.Dr.Ahmet Özer-Toros Üniversitesi Rektör Yardımcısı)
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Haber Ara