Yazar Mehmet Ali Bulut, Bediüzzaman Said Nursi hakkında roman yazmak istediğini ancak romana konu olacak bir aşk konusu aradığını belirtti. “Ben aylarca, yaşadıklarımıza benzer bir zaaf aradım hayatının içinde. Bir kadını sevmiş olmasını, bir kıza meyletmiş olmasını, bir hazzın peşine düşmüş olmasını aradım” diyen Bulut, gerçek aşkını en sonunda nasıl bulduğunu açıkladı.
Bulut, Haber 7'deki yazısında 12-14 Ekim’de Van’da yapılacak olan Mederesetüzzehra Sempozyumu’na da dikkat çekti.
İşte Bulut’un yazısı: Risalehaber...
Said Nursi'nin gençlik aşkı
Bir zamanlar aziz dostum Mehmet Tanrısever'in telkini ve teşviki ile bir Bediüzzaman'ın romanını yazmayı düşünmüştüm.
Başlangıçta hemen yazabileceğimi sanmıştım. Fakat iş roman olunca meselenin hiç de düşündüğüm gibi olmadığını gördüm.
Roman tabii ki sıradan bir biyografi değildi. O yüzden de günlerce normal bir romanda kurgulanabilecek bir çelişkiyi bir mecazi aşkı aradım. Mesela bir gençlik aşkı olsaydı, ne ilginç bir hikâye olurdu. Aylarca öyle romansı bir unsur aradım.
Galiba o kalbi arayışlarım sebebiyle olacak ki Üstad rüyama bile girdi. Rüyamda bana “Said'i yaz” dedi. Ben de “Üstadım biraz dram ve beşeri zaaflar arıyorum.” Tebessüm etti. “Var” dedi. “Birincisi ilk defa geldiğim İstanbul'dan ayrılışım, ikincisi de Ankara'ya veda edişim. İkisinde de her insan gibi ben de meyus oldum üzüldüm, kederlendim ve ağladım.”
Evet, Bediüzzaman ilk defa İstanbul'a, doğuda bir üniversite açtırmak için gelmişti. Başına gelmedik kalmamıştı. Önce tımarhane sonra hapis… Sona büyük bir inkisar ile İstanbul'dan ayrılış. Demek ki o acılar ona insani acılar yaşatmıştı.
Ankara ise daha büyük acı yaşatmıştı ona. Milli Mücadeleyi, gerçek anlamda “Batıya bir baş kaldırı” sanmış ve umutlanmıştı. Kendisi de o mücadeleye destek verdiği için, Ankara'ya çağrılmasını memnuniyetle kabul etmişti. Gidip de meselenin hiç de kendisinin sandığı gibi olmadığını görünce bu kere de “Eyvah İslam elden gidecek, Kur’an mağlup olacak” diyerek derin bir kedere gömülmüş dünyayı ve ona ait her şeyi arkaya atarak, Van'da mağaraya çekilmişti. Demek ki bu yenilgi de onda derin beşeri acılar yaratmıştı!
Sonunda romanı bu yenilgiler üzerine kurgulamak istedim ama bu kere de roman sanatındaki eksikliğim buna mani oldu. O çaba öylece kaldı!
Ama çabalarım boşa gitmemişti. Benim düşündüğüm gibi bir şey olmasa da Bediüzzaman'ın da bir aşkı olduğunu öğrenmiştim!
Medresetüzzehra!
Ama çabalarım boşa gitmemişti. Benim düşündüğüm gibi bir şey olmasa da Bediüzzaman'ın da bir aşkı olduğunu öğrenmiştim!
Medresetüzzehra!
Ben aylarca, yaşadıklarımıza benzer bir zaaf aradım hayatının içinde. Bir kadını sevmiş olmasını, bir kıza meyletmiş olmasını, bir hazzın peşine düşmüş olmasını aradım. Bulamadım.
Acaba bu hayat, ayıklanmış bir kurgu muydu gerçek mi? Yani Bediüzzaman’ın yaşamında da kurgu, gerçekliğin önüne mi geçmişti?
Bilemiyorum. Ama ben bulamadım aradığım o romansı zaafı. Zaman zaman Risale-i Nur ve ona hizmetler konusundaki titizlenişleri, asabileşmeleri, talebelerini hırpalamaları dışında haller bulamadım. Bunlar da bir roman için yeter miydi, bilemiyorum.
Evet, bir aşkı vardı ama bizim bildiğimiz cinsten değil. O Kur'an davasını aşk edinmişti. Onu dünyaya anlatmak, yüceliğini tüm beşere tasdik ettirmek!
Evet, bir aşkı vardı ama bizim bildiğimiz cinsten değil. O Kur'an davasını aşk edinmişti. Onu dünyaya anlatmak, yüceliğini tüm beşere tasdik ettirmek!
İşte o zaman derk etmiştim Medresetüzzehra'nın manasını, maksadın, kıymetini ve Bediüzzaman’ın yaşamı içindeki yerini. O anlaşılmadan Medresetüzzehra projesinin hakikati de kıymeti de bilinmez. Nitekim Nur talebeleri de bugüne kadar onu hakkıyla anlayamadılar. Dünyanın dört bir yanını medreselerle, okullarla donattılar da Üstadın, “55 yıllık gaye-i hayalim ve tam elli beş senedir Risâle-i Nur'un hakaikına çalıştığım gibi ona da çalışmışım” (Emirdağ Lahikası) dediği “Van'da bir Medresetü'z-Zehra” açmayı akıl edemediler.
Üstelik o medresenin nasıl inşa edileceğini, kaynaklarını, hayatını idame etmesi için hangi parasal kaynakların kullanılacağını dahi haber vermiş olmasına rağmen…
Ben bunu, Nurcuların bir ayıbı, bir eksikliği görüyordum. Birçok şeyi başardılar evet, ama Üstadın 55 yıllık aşkını, hayalini, gayesini ihmal ettiler sanıyordum. Belki de zamanı gelmemişti.
Ben bunu, Nurcuların bir ayıbı, bir eksikliği görüyordum. Birçok şeyi başardılar evet, ama Üstadın 55 yıllık aşkını, hayalini, gayesini ihmal ettiler sanıyordum. Belki de zamanı gelmemişti.
Şimdi herkes ondan söz ediyor. Risale Akademi ve Risale Haber elbirliği yapıp Van Valiliği ve Üniversitesi ile birlikte Bediüzzaman’ın bu arzusunu masaya yatırıyorlar. Akademisyenler ve konunun uzmanları ile “ne yapabiliriz, ne edebilir” diye bakacaklar.
Demek ki zamanı yeni yeni geliyor…
Demek ki zamanı yeni yeni geliyor…
12-14 Ekim tarihlerinde Van'da yapılacak Mederesetüzzehra Sempozyumu onun müjdesi olabilir. Çünkü o proje ilk defa enine boyuna tartışılacak. İnşallah akabinde de Van'da o medresenin tam da hayal edildiği gibi inşasına başlanır.
O medrese için elini cebine atacak milyonlar olduğunu biliyorum artık. Demek ki vakti geldi. Onun davasına sahip çıkanlara eminim o da sahip çıkacaktır. Nitekim ta yüz yıl önce, bu çabaları görmüş, bu maksatlarla Van'a gelenleri mezarından selamlaşarak ‘henien leküm' demiş, adeta sempozyumun sahipliğini üstlenmiştir…
İşte onun bu çabaları sergileyeceklere yüz yıl önceden seslenişi:
“Neden dünya herkes için terakki dünyası olsun da yalnız bizim için gerileme dünyası olsun, öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum. Gelecekteki insanlarla konuşacağım
Ey üç yüz yıl sonra gelecek yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sessizce Nur'un sözünü dinleyen ve gaybi ve gizli bakışlarıyla bizi izleyen Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar ve Ahmetler, vesaireler!... Sizlere ihtap ediyorum. Başınızı kaldırıp beni doğrulayınız. Ve beni doğrulamak sizlere borç olsun. Şu çağdaşlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek geleceğinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, ben acele edip kışta geldim. Sizler cennet gibi bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları sizin zemininizde çiçek açacaklar. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz: Mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz zaman, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin (Van Kalesini kast ediyor) başına takınız. Kapıcıyı tenbih edeceğiz. Geldiğinizde bizi çağırınız. Mezarımızdan,“henien leküm” (hoş geldiniz) sedaları işiteceksiniz... Mamafih gelen misafirleri yüzlerinin aydınlığından hemen tanıyacağız.
Şu zamanın memesinden bizimle birlikte süt emmeyen ve gözleri arkaya takılmış, maziye bakan ve hayalleri kendileri gibi hakikatsiz olarak dünyadan ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (Risale-i Nur'a da işaret var) içinde yer alan gerçekleri hayal sansınlar. Ama biliyor ve inanıyorum ki şu kitapta yer alan hakikatler sizde gerçekleşecektir.
Ey muhataplarım, Ben çok bağırıyorum. Çünkü 13. asrın minaresinin başında durmuş, görünürde medeni ama dine karşı lakayt, fikren mazinin en derin derelerinde kalmış olanları camiye çağırıyorum.
Ey, hayatın ruhu olan İslamiyeti bırakmış, iki ayaklı yürüyen mezarları andıran bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor. Onların önlerinden çekiliniz ki, İslam gerçeğini yeryüzünde dalgalandıracak o yeni nesil gelsin.” (Munazarat)
İşte onun bu çabaları sergileyeceklere yüz yıl önceden seslenişi:
“Neden dünya herkes için terakki dünyası olsun da yalnız bizim için gerileme dünyası olsun, öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum. Gelecekteki insanlarla konuşacağım
Ey üç yüz yıl sonra gelecek yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sessizce Nur'un sözünü dinleyen ve gaybi ve gizli bakışlarıyla bizi izleyen Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar ve Ahmetler, vesaireler!... Sizlere ihtap ediyorum. Başınızı kaldırıp beni doğrulayınız. Ve beni doğrulamak sizlere borç olsun. Şu çağdaşlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek geleceğinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, ben acele edip kışta geldim. Sizler cennet gibi bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları sizin zemininizde çiçek açacaklar. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz: Mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz zaman, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin (Van Kalesini kast ediyor) başına takınız. Kapıcıyı tenbih edeceğiz. Geldiğinizde bizi çağırınız. Mezarımızdan,“henien leküm” (hoş geldiniz) sedaları işiteceksiniz... Mamafih gelen misafirleri yüzlerinin aydınlığından hemen tanıyacağız.
Şu zamanın memesinden bizimle birlikte süt emmeyen ve gözleri arkaya takılmış, maziye bakan ve hayalleri kendileri gibi hakikatsiz olarak dünyadan ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (Risale-i Nur'a da işaret var) içinde yer alan gerçekleri hayal sansınlar. Ama biliyor ve inanıyorum ki şu kitapta yer alan hakikatler sizde gerçekleşecektir.
Ey muhataplarım, Ben çok bağırıyorum. Çünkü 13. asrın minaresinin başında durmuş, görünürde medeni ama dine karşı lakayt, fikren mazinin en derin derelerinde kalmış olanları camiye çağırıyorum.
Ey, hayatın ruhu olan İslamiyeti bırakmış, iki ayaklı yürüyen mezarları andıran bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor. Onların önlerinden çekiliniz ki, İslam gerçeğini yeryüzünde dalgalandıracak o yeni nesil gelsin.” (Munazarat)
Evet, Van, inşallah 12-14 Ekim tarihleri arasında “İslam gerçeğini yeryüzünde dalgalandıracak nesillerin” nasıl inşa edileceğini tartışacak bir sempozyuma ev sahipliği yapacak. Dün ile yarın arasındaki şu en kritik tarih sahnesinde yer alacak olanlar ne bahtiyar!