91 yıl önce Orduya siyaset virüsü nasıl sokuldu?
21 Eylül günü açıklanan Balyoz kararlarıyla Cumhuriyet döneminde ilk kez bir askerî darbeye ‘eksik teşebbüs’ten muvazzaf ve emekli generaller dahil pek çok yüksek rütbeli subay çeşitli hapis cezalarına çarptırılmış oldu. Böylece 27 Mayıs 1960 darbesiyle ordu içerisinde yalnız siyasete karışma değil, siyasete egemen olma ve yönlendirme yönünde başlayan bir dönemin cezalandırılmasına tanık olduk aslında.Peki bu siyaset ‘virüsü’ orduya nasıl ve ne zaman girmişti?
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-10-07 11:04:53
TİMETÜRK / Haber Merkezi
Derin Tarih Dergisi bu ay "Orduya Siyaset Virüsü Nasıl Girdi" başlıklı bir makale yayımladı. Söz konusu makalede Alemdar Gazetesi'nin 91 yıl önce yayaımladığı "Ordunumu Siyaset" isimli yazıda Meşruiyetten sonra nasıl düşük rütbeli subayların nasıl kahraman haline getirildiği anlatılıyor....Mustafa Armağan'ın sunuşuyla o makale:
"21 Eylül günü açıklanan Balyoz kararlarıyla Cumhuriyet döneminde ilk kez bir askerî darbeye ‘eksik teşebbüs’ten muvazzaf ve emekli generaller dahil pek çok yüksek rütbeli subay çeşitli hapis cezalarına çarptırılmış oldu. Böylece 27 Mayıs 1960 darbesiyle ordu içerisinde yalnız siyasete karışma değil, siyasete egemen olma ve yönlendirme yönünde başlayan bir dönemin cezalandırılmasına tanık olduk aslında.
Peki bu siyaset ‘virüsü’ orduya nasıl ve ne zaman girmişti?
Çoğumuz yukarıda belirttiğim gibi bu virüsün girme tarihi olarak 52 yıl önceki darbeyi gösterecektir. Ancak meselenin çok daha eskilere giden köklerinin mevcut bulunduğunu Hüseyin Kenan’ın bundan 91 yıl önce Alemdar gazetesinde çıkmış olan “Ordumuzda siyaset” başlıklı ilginç yazısı bütün açıklığıyla ortaya sermektedir.
Hüseyin Kenan, aşağıda sadeleştirilmiş halini okuyacağınız 26 Mayıs 1921 (1337) tarihli yazısında orduya bu virüsün giriş tarihini daha da gerilere götürüyor ve 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyet’le başlatıyor. Meşrutiyet’ten sonra birer kahraman haline getirilen Enver ve Niyazi gibi düşük rütbeli subaylar, birdenbire generallerin bile üstünde bir yetki sahibi olmuşlar ve bu tür fena örneklerle orduya giren siyaset, sonraki uygulamalarla zirveye çıkmış, böylece askerî hiyerarşinin yerini ‘siyasî hiyerarşi’ almıştı. Ordunun içerisinde İttihatçı olmak veya olmamak şeklindeki feci bölünme, Balkan Savaşı’nda yeni kurulmuş devletçikler karşısında Osmanlı’nın 400 yıllık topraklarının kaybıyla sonuçlanmış, milyonlarca insanın hayatını ve yerini yurdunu kaybetmesine yol açmıştı.
Aşağıda okuyacağınız yazıdan beni haberdar eden, 9 Nisan 2012 tarihinde kaybettiğimiz Emekli Vali Rıza Akdemir olmuştu. Yazıyı kendi eliyle yeni harflere aktarıp faks çekerek göndermiş ve bir gün işime yarayacağını da eklemişti. Okuyunca ben de hakikaten son derece ‘güncel’ bir yazı ile karşı karşıya bulunduğumu anlamıştım. Daha sonra yazının orijinalini bulmasını Milli Kütüphane’den Özgür İzzet Pektaş’tan istirham ettim. Eksik olmasın, bulup gönderdi. Ben de Osmanlıca aslıyla karşılaştırıp bazı okuma hatalarını düzelttim. Onu burada sadeleştirerek yayınlıyorum. Osmanlıca aslı bir sonraki sayfadadır.
Yazının ilginç yanlarından biri, Mustafa Kemal’in hayatı hakkında bilinmeyen bir ayrıntıyı ortaya çıkarmasıdır.
Bu vesileyle Rıza Akdemir’i rahmetle anıyor ve yaşasaydı dergimize çok değerli katkılarını esirgemeyeceğine inandığımı belirtmek istiyorum. (Mustafa Armağan)
Ordumuza Siyaset Virusu Nasıl Girdi?
İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin bu devlet ve millete ettiği en büyük fenalık, Osmanlı ordusunda hemen bütün subayların siyasetle uğraşmasını teşvik etmesi olmuştur fikrindeyim.
Sultan II. Abdülhamid’in zamanında okuldan mezun olmuş ve asrın gerektirdiği askerî liyakat ve kabiliyete sahip genç subaylar bir takım yersiz düşüncelerle hemen tamamen İstanbul’dan uzaklarda hizmet etmeye mecburdular. İstanbul ve civarında bulunan askerî birliklerin subayları, alaydan yetişmiş bir takım yapma subaylardan oluşuyorlardı. Bu subaylar en ufak arzularını doğrudan doğruya merhum Hakana, başkumandanlığa serbestçe arzedip haber verirler, askerî kurallarla kesinlikle ilgilenmezlerdi.
İstanbul çevresinden uzaklarda hizmet verecek olan muktedir ve faal subaylarımız taşralarda, Harp Okulu’nda edindikleri öğretim yöntemi ve askerî eğitimi uygulamayı başaramıyorlardı. Çünkü o zamanki ordu, tümen, alay ve tabur kumandanları makamlarının gerektirdiği askerî iktidardan ya mahrumdu veya cahilcesine durum alıp tavır takınmayı menfaatlerine uygun görmüşlerdi. Edindiği eğitim ve öğretimin gereklerini yerine getirememek, bilgi sermayesini gösterememek gibi acı bir mecburiyet altında kalmış olan genç subay, istediği gibi faaliyet göstermesine müsait bir çevre içinde çalışmaya bütün varlığıyla tutku duymaya başlamıştı.
Ordularda, milyonlarca insandan oluşan kitlelerde düzen ve intizamı itaat bağı sağlar. Askerliğin temeli, itaat ve emirlere uymaktır. Ordu bir cesede benzetilirse, onun ruhu itaattir. Orduların faaliyetlerini bütünlük ve birlikle icra etmelerini temin eden etkin kuvvet, itaattir. Dolayısıyla itaatsiz bir ordu, cansız bir cisme benzer ki, onda er geç zararlı bozulma eserleri görülmeye başlar. Romalıların pretoryenleri, bizim yeniçerilerimiz, Rusların sterliçeleri gibi tarihî misaller bu hükmümüzün eski ve yeni delilleridir.
Her ast, üstünün verdiği emri güzel bir şekilde almaya ve bütün varlığıyla o emri icraya mecburiyet hissetmelidir. Bu hisle hislenerek birleşecek olan bireyler ve kısımlar parçalanmaz, demirimsi kitleler haline dönüşmüş olacaklarından bu tarz kitleler istenilen şekil ve surette başarıyla sevk olunup kullanılabilirler. Düşmana karşı kuvvetli bir set vazifesi görebileceği gibi icabında her engeli bertaraf edebilecek bir saldırı kuvveti suretine girebilir.
Askerî hiyerarşide itaat üzerine kurulmuş olan ecnebilerin silahlanmış milletlerinde (milel-i müsellaha-yı ecnebiyede) kuru bir laftan ibaret kalmaması için nice fedakârlıklar, emekler sarf edilmekte olduğu görülüyordu. Her ast, âmirinin verdiği emre itaatsizliği icab ettirecek bir vaziyet karşısında bulunamayacak, kalamayacak halde tutulur. Yani üst, bilim, erdem ve teknik bakımından astına galip ve üstün, maddeten ve manen tercihe şayan ve onu aşmış olduğu için seçiliyordu.
Bu, askerlikte temel esası teşkil eden önemli bir husus olup orduların birlik ve başarıyla faaliyet göstermelerini temin edip hazırlar. İstanbul’dan uzaklarda toplanmakta olan genç subay grupları bazen başlarında istedikleri ayarda tabur ve alay kumandanları bulmak bahtiyarlığına ermekteydiler. Bu halde bir ailenin fertleri gibi yekdiğerine canını ve varlığını bağlayan subaylar, kumandanlarının emirlerini infaz ve icra etmeyi canlarına minnet bilirlerdi.
Rumeli’nde oluşan ve kurulan İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenleri ordunun bu vaziyetine gerektiği kadar önem atfederek çabalarını subayların muhabbetini kazanmış olan birlik kumandanlarını elde etmeye hasrettiler. Genç ve yetenekli subaylarımız Osmanlı milletini asrın gereklerine uygun silahlanmış bir millet haline çevirmek için çalışmayı bir hamiyet gereği bildiklerinden yatkınlık ve yeteneklerinden istifade etmek isteyenlere tabiatıyla bağlı kalıyorlardı. Cevval ve faal subaylar okul sıralarında öğrendiklerine uygulama alanı bulmuşlardı.
İttihadcıların öne gelenleri, subaylarının hamiyetperver hissiyatlarından fakat emellerine ulaşmayı göz önünde tutarak istifade etmek istiyorlardı. Savaş sanatını Harp Okulları’nda, hatta Alman ordularında tahsil ve tatbik eylemiş olan bir subay, hiç şüphe yok ki edindiği mallarının sürüleceği emek pazarına atılmak istemekte hatalı sayılamazdı. Dikkate değerdir ki, İttihadcıların ileri gelenleri orduya, vatana gerekli subaylardan ziyade kendilerine yarayacak kabiliyettekileri ayırıp seçmeye başladılar. Ve seçim işinde hayret verici bir başarı gösterdiler. Bu noktayı açıklayıp izah edelim.
İttihad ve Terakki Cemiyeti Önyüzbaşı Enver Bey ile Yüzbaşı Niyazi Efendi’yi dağa çıkarıyor, Rumeli ordusunun hürriyet ve meşrutiyet istediğini top ve tüfek sedalarıyla etrafa yayıyor... Bir önyüzbaşı, bir yüzbaşı millet ve devletin kurtarıcısı sayılıyor. Askerî hiyerarşi yerle bir ediliyor... Hürriyet ve meşrutiyetin kazanılması ve geri alınmasına hizmet ve himmet etmiş olan subaylar, mitolojik kahramanlar arasına giriyor. Bu yüksekliğe çıkan subaylara kim emir verebilecekti? Onlar istediklerini yapacak, kendilerinden çok daha yüksek rütbeli komutan ve âmirler onların irade ve fermanlarını kabul edip yerine getirmekle övünüp bahtiyar olacaktı. Askerlik işte burada bitiyordu. Orduya siyaset girmişti.
İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne dahil olmak ve cemiyetin programını tatbike çalışmak bir subay için övünç ve sivrilme kaynağı oluyordu.
Her subay bu dönüşüm ve başkalaşım içinde bir mevki sahibi olmak, kahraman veya kahraman yamağı sayılmak için çalışıyor ve bütün varlığıyla İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin icraat vasıtası olmaya hevesleniyordu.
1324 [1908] yılında Meşrutiyet’in tekrar ilan edilmek üzere olduğu sıralarda Kosova ve Mitroviçe nizamiye tümenleri kumandanları, astlarının –ki İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin oralarda bulunan Merkez Heyeti üyelerindendiler- arzu ve tekliflerini tamamen yerine getiremediklerinden dolayı Selanik Genel Merkezi’nin emirleriyle Kosova ve Mitroviçe’den İstanbul’a hakaretler edilerek sürülüp iade edilmişlerdi. (Yanılmıyorsam Kosova tümeni kumandanına İstanbul’a dönüşünü emreden İttihad ve Terakki beyannamesini o vakit Kurmay Yüzbaşı olan Mustafa Kemal Efendi ulaştırmıştı. Mahmud Şevket Paşa da Kosova Valisi bulunuyordu.)
Orduda askerî hiyerarşi başka bir şekle girmiş, adeta kalkmıştı. Rütbece âmirlik görülmüyordu. Bir subay İttihad ve Terakki Cemiyeti’ndeki mevki ve önemine göre rütbeyi haiz ve emir sahibiydi. Dolayısıyla İttihad ve Terakki’nin Osmanlı ordusuna, bu devlet ve millete vurduğu en ağır darbe, orduda siyasî bir hiyerarşi kurması, askerî kuralları ve bağları imha ve yok etmiş olmasıdır. Kaldı ki, ordunun himmet ve yardımıyla Meşrutiyet’in yeniden ilan ettirilmesinin başarıldığı inkâr edilemez bir tarihî hakikattir. Orduda askerî rütbelere göre mevcut itaat ve boyun eğme zincirini delik deşik etmekle İttihad ve Terakki Cemiyeti orduya, yegâne icraat aleti ve başarı aracına karşı da nankörlükle mukabele etmiş oluyordu.(DERİN TARİH)
SON VİDEO HABER
Haber Ara