Türkiye Fırat’ın sularını aşabilecek mi?
Bu coğrafyada yaşayanlar da coğrafyanın ruhuna uygun olarak ve de zamanın imkanları doğrultusunda gözlerini hep uzak ufuklara dikmek durumunda kalmıştır. Denebilir ki Anadolu’da yaşayan bir kavmin küçük düşünme şansı yoktur. Anadolu’da küçük düşünenler sadece küçük olmakla kalmazlar, varlıklarını da sürdüremezler.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-09-21 14:11:53
Bu coğrafyanın tarihi incelendiğinde büyüme istidadı göstermeden mevcuda rıza göstererek varlığını sürdürebilmiş tek bir sakini yoktur neredeyse. Belki de göçebelikten kalma bir özelliktir, ya da İslam dininin yeryüzünü imar etme misyonunun etkisidir, yahut insan fıtratının insanlık ailesini geliştirme amacına yönelik değer üretme dürtüsüdür.
Bu coğrafyada yaşayanlar da coğrafyanın ruhuna uygun olarak ve de zamanın imkanları doğrultusunda gözlerini hep uzak ufuklara dikmek durumunda kalmıştır. Denebilir ki Anadolu’da yaşayan bir kavmin küçük düşünme şansı yoktur. Anadolu’da küçük düşünenler sadece küçük olmakla kalmazlar, varlıklarını da sürdüremezler. Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra Anadolu’da kurulan onlarca beylik içinde sadece Osman oğulları beyliğinin (en küçüklerinden biri olduğu halde) büyüyüp cihan imparatorluğu haline gelmesi, buna karşılık coğrafyanın ruhuna uygun bir perspektife sahip olamayan diğer beyliklerin (kemiyet olarak daha büyük ve birçoğu -Karaman oğulları gibi- daha köklü olduğu halde) yok olması bunun tarihsel örneklerinden biridir. Osman oğulları bu vizyona sahiptiler.
Bir beylik olarak mevcuda razı olmadılar ve tarihin, coğrafyanın, geleneğin, kültürün gereğini yaparak büyümeye baktılar, aradan sıyrılıp büyüdüler. Sonlara doğru iç yetersizlikler ve dış tazyikler nedeniyle panikleyip küçük düşünmeye başlayınca da bu coğrafya onları omuzlarından atmakta tereddüt etmedi. Bu gerçeği ruh kökünde hisseden Türkiye insanının, birinci dünya savaşının ardından çizilen bu sınırlar içinde kendini sıkıştırılmış, hapsedilmiş gibi hissetmesi de bu yüzdendir.
Şimdilerde –son bazı olumsuz gelişmeleri saymazsak- coğrafyanın kimliğini, kişiliğini yansıtma istidadında olduğunu her fırsatta gösteren Anadolu halkının bu yeteneğinin farkında olan bir iktidarla buluşmuş olduğumuz gibi bir realiteden söz edebiliriz. Ya da en azından iktidar bu misyonu üstlenmiş olduğunu gösteren adımlar atıyor. Türkiye halkı, coğrafyanın ruhuyla uyumlu bu bilincine taban tabana zıt politikalar izleyen iktidarların ardından gelen Ak Parti hükümetinin dış politikasının şahsında, bu özleminin ete kemiğe büründüğünü düşünmüş ve hükümetin adımlarını inandırıcı bulmuş olmalıdır ki adı geçen partiyi üç dönem üst üste iktidara getirmek suretiyle desteğini esirgememiştir.
Etrafı sarılmış bir askeri birliğin “huruç” yapmak üzere beklediği komutanın nihayet ortaya çıkıp hareket emri vermesi gibi bir durumla karşı karşıya olduğumuz da söylenebilir.
Anadolu insana bu ruhu kazandırıyor olabilir, bugünkü iktidar da halkın ve coğrafyanın bu beklentisini yerine getirmeye soyunmuş olabilir. Ama bütün bunlar gerçekten büyümek, gerçekten bölgesel düzeyde de olsa tarihin akışına yön vermek için yeterli midir?
Tarihimizden iki örneği irdelersek bu sorunun cevabını bulabiliriz sanırım. Yavuz Sultan Selim’in hareketi ile Enver Paşa’nın birinci dünya savaşı şartlarında orta asya steplerinde başlattığı hareketi kast ediyorum.
Yavuz Sultan Selim, yumuşak huylu, halim selim babası ll. Beyazıt’ın yönetimindeki Osmanlı devletinin duraksar gibi olduğunu ve bunun da Safevilerin hakimiyet kurma iştihasını, haçlılarınsa imha etme ihtirasını kabarttığını fark etmiş ve babasını devirip tahta geçerek yeniden zamanın ve coğrafyanın ruhuna uygun bir hareket başlatmıştı. Yavuz’un hedefi, Anadolu’ya sıkıştırılıp kaçınılmaz bir sonla karşılaşmazdan önce batıya doğru büyümekti, zaten batıya doğru gelişince büyümüş olurdu. Çünkü Müslüman topraklar üzerindeki mücadele tamamen bir hakimiyet, bugünkü deyimle bir iktidar mücadelesi sayılırdı. Yavuz’un halletmesi gereken üç mesele vardı ve üçü de içeriyle ilgiliydi.
Yakın iç mesele Kürdistan, uzak iç mesele İran ve Mısır. Kürdistan meselesinin halli, batıya doğru gelişmeye güçlü bir ivme kazandıracağı, ayrıca İran ve Mısır gibi uzak iç sorunların suhuletle bertaraf edilmesine stratejik bir katkı sunacağı için önemliydi. Büyük hekim İdris-i Bitlisi aracılığıyla Kürdistan meselesi diplomasiyle çözüme kavuşturuldu. Safeviler ise dönemin şartlarına uygun olarak savaşla durduruldular. Kürdistan’ın aksine İran istila edilmedi (amaç resmi mezhepten farklı şii-alevi varlığı doğal alanında tutmak olduğu için). Ardından Mısır seferi yapıldı ve Memluk devleti ortadan kaldırıldı ve Mısır İran’ın aksine Osmanlı sınırlarına dahil edildi.
Çünkü Safevi saldırısından emin olduktan sonra batıya doğru ilerlemeye karar veren Yavuz’un (Sünni oldukları için) Kürdistan ve Mısır ulemasının şahsında entelektüel desteğe ihtiyacı vardı. Nitekim Osmanlı Şeyhülislamlarının büyük çoğunluğu Kürdistan ya da Arap menşelidir. Askeri yetkinliğini kanıtlamış, iç dirliğini sağlamış ve entelektüel desteği arkasına almış, dahası Safevilerin temsil ettiği şii-alevi akımını doğal etkinlik alanında tutmuş Osmanlı artık çemberi kırmıştı, dolayısıyla batıya doğru ilerleyebilirdi. Bu da Yavuz’un oğlu Kanuni’ye nasip olacaktı.
Enver paşa ise, birinci dünya savaşı sürecinde Osmanlının dağılma ve Anadoluya sıkıştırılma akıbetiyle karşı karşıya olduğunu fark etmişti. Bunun bir mukadder yok oluşa doğru gitme anlamına geldiğini bilecek kapasitede olan Enver Paşa’nın önünde iki seçenek vardı. Hilafetin temsil ettiği İslam birliği (Panislamizm) ve turan olarak ifade edilen Türk birliği (Panturkizm).
Hilafet kurumunun ayakta kalması ya da yeniden etkin kılınması için omurga konumunda olan Araplar çok önceden İngiliz politikalarıyla devre dışı bırakıldığı için bu seçeneğin hayata geçirilmesinin mümkün olmadığını gördü ve turana yöneldi. Ama yüzyılları bulan fiziki kopukluk bilinç ve duygu kopukluğunu da beraberinde getirdiği bu coğrafyada düşüncelerini hayata geçirecek bir zemin yoktu. Ekonomik ve entelektüel yoksunlukla çıkılan bu seferin hüsranla bitmesi kaçınılmazdı. Nitekim Enver Paşa mefkûresiyle birlikte yere ayak basmadan at sırtında vuruldu.
Ak Parti’nin dış politikası bu iki örnekten,Yavuz’un hareketine daha çok benziyor olsa da Enver Paşa’nın akıbetine uğrama ihtimalini büsbütün devre dışı bırakabilmiş değildir. Evet, ekonomik toparlanma süreci tamamlanmış gibi. Cumhuriyetin kurulmasıyla yaşanan ilk şok atlatıldıktan sonra muazzam bir entelektüel istekle müthiş bir çeviri hareketi başladı ve bugün Türkiye entelijansiyası öngörülen siyasal ufukları algılayacak, sistemleştirecek yetkinliktedir. Hatta bu birikimin yansımaları dış dünyada da eğitim kurumları ve benzeri girişimlerin şahsında sözünü ettiğimiz vizyonun zeminini oluşturacak sağlamlıktadır. Dahası sembolik ifadelerle söyleyecek olursak İran ve Mısır seferleri de zaferle neticelenmiştir. Ama Kürdistan meselesi bu modelin aksayan ayağı olmaya devam ediyor.
Çünkü Ak Parti iktidarı batıya doğru büyüme istidadında olduğunu gösteren adımlar atarken bir paradoks olarak Kürdistan meselesinde küçülme psikozundaki geçen yüzyılın yirmili yıllarının Türkiyesi gibi hareket etme eğiliminde olduğunu gösteren tutumlar da sergilemektedir. Bu bağlamda mesela güvenlik konseptinin yanında henüz sivil bir çözüm iradesini ete kemiğe büründürebilmiş değildir. Halbuki Türkiye’nin muazzam entelektüel birikiminin on yıllardır, tıpkı ekonomik birikimi gibi bu meseleye yoğunlaşmış olduğunun farkındaydılar iş başına geldiklerinde.
Türkiye’nin önünü açacak, daha geniş ufuklara taşıyacak, politikacılara perspektif kazandıracak yetkinlikteki aydınların, düşünce kuruluşlarının Kürdistan meselesine yoğunlaşmaktan dış dünyaya bakacak, Türkiye’ye yön verecek çalışmalara vakit ayıracak halde olmadıklarını görüyorlardı. Türkiye’nin parası gibi entelektüel birikiminin de gencecik bedenlerle birlikte Kürdistan dağlarına gömülmesine engel olacaklarına dair bir ümit de aşıladılar topluma ve bu ümit son seçimler de göstermiştir ki hala diridir.
Ak Parti iktidarı bu entelektüel birikim ve ekonomik potansiyelle birlikte bu iç meseleyi suhuletle çözerek zinciri kırabilecek vizyona sahip olduğunu göstermek durumundadır. İran’ın temsil ettiği değerlerle (Şiilik) uzlaşmışken (Alevi çalıştaylarını, Türkiye tarihinde ilk defa bir başbakanın Necef ve Kerbela’yı ziyaret etmesini, ayrıca İstanbul’da Halkalı muharrem merasimlerine resmen katılmasını böyle okumak gerekir. Nitekim Mısır’ın ulemasını payitahta taşıyan Yavuz, Hafız’dan Sa’di’ye, Ömer Hayyam’a, hatta Fuzuli’ye kadar nice İran-Şia entelektüelini de eserleriyle Osmanlı kültür havzasına taşımanın kapılarını açarak savaş alanında mağlup ettiği İran’ı zımnen taltif etmişti ) ve Mısır’ın temsil ettiği “Arap aklı” tarihsel kulvarına girmek üzereyken bir an önce bu dereyi aşmalıdır. Yoksa denizi aşma azminde olup derelerde boğulan nice örneklerin tarihimizde bulunduğunu bu partinin yetkilileri de pekâlâ bilirler.
Günümüze en yakın bir örnek olarak Özal’ın çıkışı gösterilebilir. Aksayan ekonomiye rağmen entelektüelleri ortak bir vizyon etrafında birleştirmeyi büyük ölçüde başardığı halde Kürdistan meselesini bu vizyona göre çözme imkanını bulamayan Özal’ın son orta asya hurucu sonuç vermedi. Sonu dramatik bir şekilde Enver Paşa’ya benzedi (aslında Özal da Ortaasya seyahatinden döndüğü günlerde hedefine ulaşmak için Kürt meselesinin çözümünün gerekliliğini fark etmiş ve bu konuda bir takım ciddi adımlar atmaya da hazırlanmıştı, ama ömrü vefa etmedi. Enver Paşa gibi “vuruldu” mu yoksa eceliyle mi öldü hala tartışılıyor). Ak parti de Türkiye’nin muhteşem yüzyılının öncüsü olabilecekken entelektüel birikimin bu şekilde heba edilmesine biraz daha seyirci kalırsa, tıpkı Özal gibi Enver Paşa’nın akıbetine uğrayabilir.
Sonuç olarak Arap alemi (temsil niteliğine sahip belli başlı ülkeler itibariyle) son devrimlerle Türkiye’nin çekim alanına girmek üzeredir. İran, gerçekleştirdiği İslam devrimiyle geliştirdiği dış politikasında şii-sünni çelişkisinden öte İslami duyarlılığı esas alan politikalar izlemek suretiyle Türkiye açısından olabilecek en ideal noktadadır.
Türkiye’nin benimsediği dış politikanın sempati zemini ise dünyanın dört bir yanındaki eğitim kurumlarıyla belli ölçülerde sağlanmış denebilir. Buna rağmen iç pratikte uygulamaya konulan politikalar yüzünden bu elverişli şartlar Kürdistan deresinde boğulmak suretiyle heba edilirse, küçük bir devlet olarak kalma şansı da kalmayacaktır korkarım. Bunu ben değil Anadolu ruhu söylüyor. Bakalım okyanusları aşma azmindeki Türkiye Fırat’ın sularını aşabilecek mi?
SON VİDEO HABER
Haber Ara