Dolar

32,3787

Euro

35,0444

Altın

2.326,37

Bist

9.134,82

Ümit Aktaş:'İslamcılıkta Yeni Paradigmaya doğru'

Yazar Ümit Aktaş Timetürk için İslamcılığı yazdı...

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-08-08 09:54:44

Ümit Aktaş:'İslamcılıkta Yeni Paradigmaya doğru'
'Elan içerisinde bulunduğumuz paradigma, yani İslamcılık, 1850’lerden itibaren başlayan bir süreç. Ama aşamalı olarak da gelişen bir süreç. İttihad-ı İslam’dan ulusal bağımsızlaşma çabalarına, oradan da partiler ve hareketlere doğru evrilen bir süreç. Bizim de içinde bulunduğumuz son paradigmatik dönüşüm, 20. yüzyılın ortasından başlayan, 50’lerden 60’lardan itibaren başlayan ve o dönemin Müslüman aydınları, Seyyid Kutup, Mevdudi, Ali Şeriati, Aliya İzzetbegoviç, İmam Humeyni gibi Müslüman aydınların oluşturmuş oldukları bir söyleme dayanmakta.'


Özelikle şu içinde bulunduğumuz zamanlarda, bu son yıllarda Türkiye’deki Müslümanlar, belki dünyadaki Müslümanlar için temel bir problem var: bizi buraya kadar getiren paradigmanın kıyısına geldik aslında ve o kıyıda durmanın heyecanı ve sıkıntısıyla, karmaşık duygular içindeyiz. Yani uçurumun kıyısında bulunuyoruz ve ciddi bir sorgulama, hesaplaşma içerisine girmemiz gerekiyor. Bizi buraya kadar getiren eski dünyanın toprağından yeni bir dünyanın toprağına adım atmanın tereddüdü ve ikilemi içerisindeyiz şu sıralar. Bir kaygı, bir heyecan, bir korku…

Öteki dünyaya, kıyısında durduğumuz bu yeni dünyaya nasıl adım atacağız? Bir başka dünyaya adım atmamız gerektiğini biliyor, sezinliyoruz ama içimizde bir korku var. O güvenli olan meskûn olduğumuz toprakları terk etmenin korkusu. Ama biz bir yolcuyuz, hiçbir zaman korkmamamız lazım. Yolda olmak, hep yeni topraklara adım atmak anlamına gelmektedir zaten. İnsan bildiği topraklarda mukimdir çünkü, orası kendi yurdu, evidir. Gerçek bir yolculuk, hep yeni yüzler, iklimler ve topraklar arar, orada soluklanmak ve hakikati koklamak için. Dolayısıyla şayet bir adım atmamız gerekiyorsa, o adımı mutlaka atmalıyız. Tabi yolculuklar böyle biraz etap etaptır; bir süre yeknesak bir biçimde gideriz, tekdüze seyahat ederiz. Sonra o seyahatin koşullarında mutlaka değişiklikler olur, olması gerekir. Dünyamız biliyorsunuz, 500 yıllık modernlik kıskacı içerisinde. Bir bakıma her çağ kendine göre moderndir zaten, bu çok görece bir kavaram. Bir anlamda her insan modern bir insandır; modernliğin bu çağa ait olmak, zamana ait olmak anlamında. Dolayısıyla bir anlamda hepimiz bugüne aidiz. Bu güne aidiz derken, gerçekten de hepimiz bugüne ait miyiz, o da ayrı bir mesele. Günümüzde, yani eşzamanlı olarak, daha doğrusu eşmekânlı olarak, aslında birçok insanla eş zamanlı olarak yaşamamaktayız. Bunların belki bir kısmı 1000 sene öncesini yaşamakta, bir kısmı ise belki de 100 sene sonrasını yaşamakta, bizim de içinde bulunduğumuz zamana göre. Ama bizler şikâyetlerimizi hep içerisinde olduğumuz zamana göre dile getiririz, yani modern zamanlardan yakınır dururuz. Gerçekte modernlik içerisinde yaşamakta mıyız? O da meçhulken.

Aslında modernlikten yakınmaya, şikâyet etmeye gerek yok. Bizi sıkıştıran asıl şey çünkü modernlik değil, kapitalizm. O ise modernlikle birlikte dünyamıza girdiği için; veyahut da kapitalizm diyor ki modernlik benim ve biz de buna inanıyoruz ve diyoruz ki modernlik kapitalizmdir. Dolayısıyla bizler de modern olmak için kapitalist olmak, modernlikle savaşmak için de kapitalizme karşı çıkmak zorunda olduğumuzu düşünüyoruz. Oysa belki de modern olmak demek, tam da kapitalizme karşı olmak demektir. Çünkü kapitalizm dünyayı çığırından çıkarıyor, zaman algımızı bile altüst ediyor. Dolayısıyla böylesine çığırından çıkarılmak istenen bir dünyayı savunmak aslında tam da modernlik anlamına geliyor. O nedenle bizler, bir anlamda da içinde bulunduğumuz bu zamanı, “modernliği” üstlenmek ve savunmak durumunda olan kişileriz. Yani batılılaşmakla modernleşmeyi veyahut modernleşmekle kapitalistleşmeyi birbirine karıştırmamalıyız. Aslında bu modern kelimesini ilk kullanan Hıristiyanlar. Paganlara karşı kendilerini savunurken “biz moderniz”, yani biz bugüne aidiz, eski dünyayı savunmuyoruz, eski dünyaya karşı çıkıyoruz anlamında modern kelimesini kullanıyorlar. Ama gelin görün ki şu anda her şey tersine çevrilmiş durumda. Kelimeler ve onların altında duran kavramlar o kadar kayganlar ki; tıpkı Heraklites’in “aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz” deyişi gibi, neredeyse aynı kelime iki kere aynı anlamda kullanılamamakta. Her şey farklılaşmakta ve aslında tarih hiçbir zaman tam olarak tekerrür etmemekte. Aynı gibi duruşun altında bile hep anlamsal ya da yapısal kaymalar ve değişmeler bulunmakta.

Düşüncelerimiz değişmekte, toplumlar değişmekte ama kelimeler ve kavramlar o hızla değişmemekte. Dolayısıyla çoğu kez kullandığımız kavramlarla eşzamanlı olarak yaşamıyoruz ve bu da sorunlara, anla-ş-ma sorunlarına yol açmakta; modern kelimesinde de olduğu gibi. Bu ise bazen gereksiz bir hassasiyet olarak anlaşılmakta ve ister istemez sıkıntılara yol açmakta. Ne gerek var? Kelime değil mi işte, ne dediğimiz anlaşılmıyor mu? Kullanırsın gider! Ha öyle demişsin ha böyle demişsin ne çıkar, denilip geçiliyor. Oysa mesele hiç de bu kadar basit değil! Çünkü insan konuşmak, anlamak ve anlaşmak demektir, bizim gücümüz sözümüzdedir.

Kuran da, o günkü Arap toplumunda kullanılan terimleri alarak onlara farklı anlamlar yüklemiştir ve o farklı anlamlarla bir anlamlar dünyası inşa etmiştir. İnsanlara artık kullanıla kullanıla kanıksanmış, eprimiş kelimelerin nasıl da anlam yüklü olduğu anlatılmış, daha doğrusu belki de anlamları zamanla boşalmış bu kelimelere yeni anlamlar yüklenerek onlarla yeni baştan düşünmeleri sağlanmıştır. Artık dikkatle davranılmalı ve kelimeleri kullanırken, her birinin üzerinde özenle düşünülmeli; çünkü her biri bir hakikate işaret etmektedir; ve her bir kelime, yeri geldiğinde uğrunda savaşlar çıkarılacak denli de netamelidir. Aslında kullanılan kelimeler aynıdır ama artık burada farklı bir anlamlar dünyası inşa edilmektedir. Çünkü bu kelimelerin kullanıldığı toplumda bir şeyler ciddi bir biçimde aksamaktaydı. Sözcüklerle fıtrat arasında temel kimi mutabakatsızlıklar ortaya çıkmıştı ve bu ise toplumu bir hüsrana, bir krize doğru sürüklemekteydi. Dolayısıyla toplumun behemehâl o krizden çıkarılması, sağlıklı bir dünyaya kavuşturulması gerekmektedir. Her şey yerli yerinde kullanılmalı ve toplumsal gidişatın temelleri onarılmalıdır. Bu ise aslında bir paradigmatik bir kopuş -dönüşüm, değişim- ânıdır. Bir paradigma nedir: insanların sorunlarını çözdükleri ve iletişimlerini sağladıkları bir anlamlar alanı veya bir referans kümesidir. Ama öyle bir gelişme yaşanır ki o paradigma içinde olan şeyler bizim sorunlarımızı çözmemeye başlar; bir bunalım ortaya çıkar ve bir paradigmatik dönüşüm mecburiyeti zuhur eder. İşte bu kritik eşik, Thomas Kuhn’un, anarşist bir filozofun ortaya koyduğu bir temelsel dönüşüm ihtiyacı ve hatta mecburiyetidir. Aynı kavramı Gaston Bachelard da bir başka biçimde ifade etmiştir, o da bunu “epistemolojik kopuş” olarak tanımlamıştır. İşte biz Müslümanlar ya da İslamcılar da artık öyle bir noktaya geldik ki, içinde bulunduğumuz paradigma bizi buraya kadar taşıdı ama artık buradan sonrasına taşıyamıyor. Paradigmatik bir sorunla yüz yüzeyiz ve bir epistemolojik kopma ihtiyacı zuhur etmekte. Bizi buraya kadar taşıyan paradigmayla hesaplaşmamız ve paradigmatik bir dönüşüm yaşamamız veyahut da giderek ölen paradigmayla birlikte bizim de ölmemiz lazım. İki seçimden birini yapmak durumundayız kısacası; işte tarihin o eşik anlarından birisinde, kritik bir yerde durmakta ve bir kriz ânına doğru yaklaşmaktayız. Yaklaştığımız o krizin sezgisi ise bizi huzursuzlaştırmakta ve elimiz ayağımız birbirine dolaşmakta, sözcüklerimiz karışmakta. Kısacası bir an önce kendimizi toparlayarak bir çıkış yolu bulmak mecburiyetindeyiz.

Elan içerisinde bulunduğumuz paradigma, yani İslamcılık, 1850’lerden itibaren başlayan bir süreç. Ama aşamalı olarak da gelişen bir süreç. İttihad-ı İslam’dan ulusal bağımsızlaşma çabalarına, oradan da partiler ve hareketlere doğru evrilen bir süreç. Bizim de içinde bulunduğumuz son paradigmatik dönüşüm, 20. yüzyılın ortasından başlayan, 50’lerden 60’lardan itibaren başlayan ve o dönemin Müslüman aydınları, Seyyid Kutup, Mevdudi, Ali Şeriati, Aliya İzzetbegoviç, İmam Humeyni gibi Müslüman aydınların oluşturmuş oldukları bir söyleme dayanmakta. Onlar giderek bütünleşen ve anlamsal bir birliğe evrilen bir paradigmayı, dünyanın farklı ülkelerinde ve farklı koşullar içerisinde ifade ederek, bu anlamsal bütünlüğün inşasına katkıda bulundular. Bu bütünlüğün farklı veçhelerini dile getirerek hepimizin paylaştığı ortak bir dili ortaya çıkardılar. 50’lerin, yani Dünya Savaşlarının akabinde kurulmakta olan yeni bir dünya için, batılıların ve neredeyse tüm dünyanın kendisini yenileyerek bir yerlere oturtmaya çalıştığı koşullarda onlar da yeni bir İslami söylemi dile getirdiler. Her şeyden önce batıya, kapitalizme veya sosyalizme karşı kendisini savunmak için ve bu koşullar içerisinde, bu koşulları karşılayacak ya da ifade edecek bir paradigma inşa ettiler: hümanist, anti-kapitalist, sosyal adaletçi, şu anda hepimizin içinde bulunduğu, az çok hepimizin kafasını işgal eden düşüncelerin olduğu ve daha çok karşıtlıklar ve güç kazanımı üzerinde kurulan bir paradigma.

Çünkü temel güdü batıya karşı bir savunma hattı oluşturmak, güç kazanmak ve batıya galebe çalmaktı. Onda ne varsa bizde olan onun da fevkinde. Biz Müslüman’ız çünkü; Allah bizi yeryüzünde halifesi olarak yarattı, bizim hümanizmimizin temelleri daha sağlam, daha geçerli. Ali Şeriati, Seyyid Kutup, Roger Garaudy gibi o dönemin aydınları bunları savundular. Jean Paul Sartre salt Marxsist bir hümanizmi savunduysa, veyahut Hıristiyanlar bir Hıristiyanlık hümanizmasını, bir batı uygarlığı düşüncesini geliştirdilerse, buna karşı koymak için bizim dünyamızda da bir İslam hümanizmi, bir İslam medeniyeti düşüncesi geliştirildi ve bu da insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğu varsayımına dayandırıldı. Aslında bunu söyleyen Kuran değil ama bu Kuran’a söyletiliyor. Allah diyor ki “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”; burada kendime bir halife yaratacağım demiyor. Ama her nedense bu ayet anlaşılırken, ihtiyaca binaen araya bir “kendime” kelimesi sıkıştırılıyor.

Bu tabiri kullanan iki önemli sembolik isim var: biri Muaviye. İlk defa o “ben yeryüzünde Allah’ın halifesiyim” diyor. Kendi iktidarını temellendirmek için, Allah adına davrandığını söylüyor. Yeryüzünde hiç kimse Allah adına davranamaz, herkes kendi adına davranabilir; bir insan olarak davranabilir. Bu davranışlarımız ilahi bir maksada uygun olabilir ya da olmayabilir. Bu kararı biz veremeyiz. Bu kararı verecek, takdir edecek olan Allah’tır. Ama Muaviye ne dedi: “Ben yeryüzünde Allah’ın halifesiyim. Yeryüzündeki hazinenin sahibi de Allah’tır. Ben de Allah’ın adına hareket ediyorum. Bu sebeple yeryüzündeki hazineyi istediğim gibi dağıtırım.” Oldukça mükemmel bir iktidar formülü, bir cebir işlemi gibi tüm parametreler ustalıkla yerlerine yerleştirilmiş durumda. Cebrin ve iktidarın bu içiçeliği, aslında bir anlam kayması ile zorun ve iktidarın da eşanlamlı olması demek değil mi? Bu anlam kaymasına karşı çıkan Ebuzer ise, “Hayır, sen doğru söylemiyorsun. Allah’ın hazinesi demekle, bunu müminlerin hazinesi olmaktan çıkarmak istiyorsun” der. Yani denklemin bazı parametreleri yanlış tanımlanmakta, sorunlu ve dolayısıyla çıkan sonuç da aslında doğru değil. Gerçi sonuç biçimsel anlamda doğru çıkıyor ama bizim amacımız salt bir sonuca gitmek değil, aynı zamanda doğru bir yoldan da yürümemiz lazım. Parametrelerimiz de doğru olmalı, sapla samanı birbirine karıştırmamalıyız. İşte Muaviye de bunu unutturmaya çalışıyor ve el çabukluğuyla bazı parametreleri farklı bir biçimde tanımlayarak denkleme sokuyor. Arada ne kadar incelikli bir fark var. Muaviye ustalıkla dini söylemi kendi iktidarını meşrulaştırmak için kullanıyor. Muaviye, aslında karşısındaki kişinin gerçek mümin kişi olmasına rağmen, ondan daha “güzel”, daha “etkileyici” bir dini söylem ortaya koyuyor. Formülü güzelleştiriyor ama cebri unutturarak yapıyor bunu ya da yeri geldiğinde bu işlemsel cebre iktidarın (gücün) cebrini de ekliyor, sabit bir katsayı, bir iktidar katsayısı olarak. Öyle ya, egemen o değil mi, tanımları da o yapar; hem bilgi iktidar, iktidar da bilgi demek değil mi? Dolayısıyla her şeyin sahibi Allah değil midir zaten? Her şey Allah’ın hazinesi değil midir? Buna karşı çıkılır mı? Buna karşı çıkmak herhalde küfürdür. Ama bu hakikatin farkında olan Ebuzer, Muaviye’ye sen yalan söylüyorsun, bu müminlerin hazinesidir ve sen bunu müminlere adaletli bir şekilde dağıtmak zorundasın, ayrıca sen Allah’ın halifesi de değilsin diyerek karşı çıkıyor. Bu incelik çok önemli, bunun farkına erebilmeliyiz.
Hilafet kavramını Allah’ın halifeliği anlamında kullanan ikinci önemli kişi de (sembolik anlamda söylüyorum) İbn-i Arabi’dir. İbn’i Arabi de bunu velayet meselesinde kullanıyor. (İbn Arabi’yi severim. Bunu bir kenara koyayım. Ama bu konuda söylediği sözler yanlış.) O da, biz yeryüzünde Allahın halifesiyiz, velayet makamındayız; bu makam da nübüvvet makamı kadar önemlidir, hatta zaman zaman nübüvvet makamından bile önemlidir, demekte. Sonuçta ise Allah’ın halifeliği mevzusu iki kanaldan işliyor: Biri siyasal iktidar, ötekisi ise manevi iktidar. Bu söylemin, her iki iktidar biçiminin de Allah’ın iktidarına rağmen oluşturulmuş, sözde yeryüzünde Allah’ın iktidarını temsil ettiğini iddia eden ama özde yeryüzünde egemen olmak isteyenlerin isteğine dayanak olduğunu belirtelim. Aslına bakarsanız Firavun da, Mekkeli müşrikler de, Allah’ın varlığını reddetmiyorlardı. Onlar da sadece “yeryüzünün egemeni biziz”, diyorlardı. Mevzu budur. Yani; Allah’ın halifeliği mevzusu aslında yeryüzünün egemeni benim demek anlamına gelmektedir.


Dediğim gibi, 60’lardaki hümanizma dalgasını karşılamak için (dönüp baktığımızda Garaudy’de, Şeriati’de, Necip Fazıl’da bu hümanizma kelimesini çokça bulabilirsiniz), aslında üzerinde çok da düşünülmeden, Allah’ın halifeliği mevzusu kavramsallaştırıldı ve kullanılmaya başlandı. Oysa bunun ucu kötü bir yere gidiyor. Yeryüzünde insanın sınırsız ve sorumsuz egemenliği yeryüzünün ifsat edilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bizim buna hakkımız yok. Biz yeryüzündeki canlılar içinde bir canlıyız. Bir karıncanın burada ne kadar yaşamaya hakkı varsa bizim de o kadar yaşamaya hakkımız var. Biz yaşam alanımızı genişletmek için bir karıncayı bile katledemeyiz. Onun da ötesinde biz, ilaveten emaneti üstlenmiş varlıklar olarak, onların da emanetini üstlenmiş bulunmaktayız; yani gerekirse kendi yaşantımızdan feragat ederek onların hayat alanlarını korumak, savunmak gibi bir sorumluluğumuz da var. Biz ise bu sorumluluğu iktidarımızın bir meşruiyet kaynağı olarak kullanıyoruz. Hayır, bu bir iktidar mevzusu değil. Bizim böylesine bir iktidarımız yok. Bizim sadece sorumluluğumuz var. Çünkü Allah “ben sorumluluğu arza teklif ettim ama arz kabul etmedi, insan kabul etti” diyor. Bu ise başka bir okuma ile insanın aslında arzda bir sorumluluk yüklenmek üzere yaratıldığı anlamına gelmekte.

Peki, insan Allah’ın halifesi olabilir mi? Allah sanki yok oldu veya ortalıktan çekildi de yeryüzüne bir halife mi bıraktı? Oysa ki o Hayy ve Halik; ve her an bir işte. Yani hiçbir yerden kendisini çekmiş değil. Üstelik insan, Allah’ın halifeliğini yapacak ölçekte birisi de değil. İnsan sonuçta aciz, zavallı, ölümlü ve muhtaç bir mahlûk. Yani kendimizi çok fazla abartmaya gerek yok; öbür taraftan yaptıklarımız ve bu arz bize bırakılırsa bu arzı ifsad edebileceğimiz de apaçık ortada. Ama bu hümanizma dediğimiz şey o günlerde oldukça revaçta, yani 60’ların paradigması biraz böyle bir insan psikolojisi inşa etti ama şu anki geldiğimiz şartlarda ne görüyoruz: kapitalizmin sürüklediği bir dünya, çevrenin tahrip edildiği, insanların sömürüldüğü, doğanın kaynaklarının mahvedildiği, aşırı üretim tutkusuna araçsallaştırılmış ve üretim-tüketim döngüsüne kullaştırılmış insanların yaşadığı bir dünya. Albert Camus’nün Sisyphos efsanesinde olduğu gibi, insanlar, sürekli, her gün, her Allahın günü o sırtına yüklenmiş olduğu kayayı yukarlara çıkarmak, sonra o aşağıya yuvarlanan kayayı ertesi gün tekrar çıkarmak gibi bir köleliğe mahkûm olmuş durumda. Kısacası ister insanın Allah’ın halifesi olduğu söylemine, isterse Nietzsche’nin diliyle ölümü ilan edilen Tanrı’nın yerine ikame edilmeye çalışılan bir tanrı-insan hümanizmasına dayandırılsın, bu, tamamıyla spekülatif bir düşünceden öteye gitmeyen, yanlış ve haksız bir varsayımdır.

O dönemlerde geleceğe/hakikate daha doğru bakan düşünürler yok muydu? Vardı elbet! Sözgelimi Aliya İzzetbegoviç. Onun “Doğu ve Batı Arasında İslam” kitabı, aslında geçekten çok ciddiye alınarak defalarca okunulması gereken bir kitap ve bir kitap olmanın ötesinde hakikaten geleceğe doğru yazılmış olan bir manifesto. O kitabı yıllar önce okumuştum ama geçenlerde altını çizdiğim satırları yeniden gözden geçirdim. Aslında o kadar fazla çizmişim ki, şunu gördüm, biz bu kitabı defalarca yeniden okumak zorundayız. Çünkü o, 60’ların paradigmasıyla yazılmış bir kitap değil; bu kitap hakikaten paradigmatik kopuş gerçeğini hissetmiş olan birisinin sözleri, geleceğe hitap eden bir erken sözler, anlaşılmayı bekleyen sözler. Zaten kitabın adı bunu ifade ediyor: Doğu ve Batı Arasında İslam. Yani İslam dediğimiz şey doğulu ya da batılı bir şey değil; doğuyla batı arasında inşa edilmesi gereken bir topolojiyi, darüsselamı tanımlar. Doğu zihniyetiyle batı zihniyeti arasında hakikaten farklı bir zihniyet oluşturmamız gerekiyor. Her iki zihniyete teslim olarak ne yapabilir, ne olabiliriz ki? Ne önerebilir ne gibi bir cevap üretebiliriz? Bizler, her ikisinin de dışında ama her ikisini de aşan bir şeyleri söylemek zorundayız. Bunu söylediğimiz zaman bizim Müslüman olarak ehemmiyetimiz ortaya çıkabilir; aksi halde bizler işte o geçmiş paradigmaya, geçmişin büyüsüne kapılır, tıkanmış bir paradigmayla birlikte ölmek zorunda kalırız.

60’larda inşa olmuş o İslamcılık pradigması da bizi bir yere kadar getirdi ama artık yavaş yavaş ölmekte, ifsad olmaktayız. Piyasa kapitalizmi tarafından bizim İslamcılığımız satın alınmakta. Bizim önümüze birtakım inciler serpiliyor. Tıpkı İncil’de dendiği gibi, bizler de -affedersiniz- domuzlar haline getiriliyoruz. Bu gidişata bir dur dememiz, ciddi seçimler yapmamız, yollarımızı ayırmamız gerekiyor. Muhammed Esed’in sözü değil mi “Yolların Ayrılış Noktasında İslam”? Aslında Aliya İzzetbegoviç’le Muhammed Esed’in de ismini zikretmek gerekir. Çünkü o da Aliya gibi paradigmatik kopuşun gereğinin farkındadır. Sözlerini o geleceğe doğru gönderen biri çünkü onun da meali ve “Mekke’ye Giden Yol”unu defalarca okumak lazım. Peki, paradigmatik kopuş nasıl geçekleşir: bir taraftan paradigma çökerken bir taraftan da yeni paradigmayı üreten ipuçları da oralarda bir yerlerde filizlenir. Orada filizlenmekte olan geleceğin paradigmasına doğru hareket ederken biz onu bir sıçrama tahtası olarak kullanırız ve öbür yakaya atlarız. Bugüne kadar yolculuk ettiğimiz ve bizimle giderek yoları ayrışmakta olan dostlarımıza şunu diyeceğiz: arkadaş “bırak ölüler ölülerini gömsünler”, sen bizimle mi geliyorsun yoksa ölenlerle mi kalıyorsun? Bu soruyu kendimize ve onlara sormak zorundayız. Belki şaşaalı ama gerçekte ölmekte olan bir dünyada mı yaşayacağız, yoksa o asla durmayacak olan yürüyüşü mü sürdüreceğiz? Yolculuk böyledir, yolculukta her zaman konaklama mahallinde kopanlar olur, kalanlar olur, ölmeye yatanlar olur vs. Ama yolculuk sürecektir o yolculuğu sürdürmek zorundayız. Kısacası yolcu yolunda gerek ve kalanlara selam olsun.
VİDEO HABER

Sahibinden 16 milyon TL'ye satılık ‘tarihi kilise’

Haber Ara