Dolar

32,4849

Euro

34,7230

Altın

2.472,52

Bist

9.530,47

İslamcı hareketler yorgun mu düştü?

Kazım Sağlam:'İslâm’ı ve İslâm medeniyetini dışarıda tutarak bir siyasi yorgunluk muhasebesi yapılması lazım.Bir de yorgunluk ile oturmuşluğun aynı şey olmadığının da farklılığına işaret etmek elzemdir.Batı medeniyeti hem oturmuştur hem de yorgundur. Şu an oturmuşluğu yorgunluğunu örtüyor.'

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-08-07 13:28:41

İslamcı hareketler yorgun mu düştü?

Timetürk Yazarı Kazım Sağlam İslamcı hareketleri üç ülke üzerinden inceledi: 

"Ülkeyi idare etmek, zihni hazırlık ister, fiziki performans ister, siyasi birikim ister, en önemlisi yorulma bilmeyen bir koşuşturma ister. Plan/program ister, dünyayı tanımak ve gelecekte hangi hamle nereye götürür öngörüsüne sahip olmak ister. Bu sayılanlar kişisel yeteneklerdir.

Bir de devletlerin, milletlerin, medeniyetlerin iktidarı ve güttükleri siyasetleri vardır. Milletlerin tarihleri, insanlığa sundukları hizmetlerinin sıralaması yapılırsa siyasetleri ilk sıralarda yer alır. Kavimler, din değiştirebilir, başka başka medeniyetler dairesine girebilir. Bulundukları her yerde, tarihe insanlığa ne kattıkları ile değer kazanırlar. Kuru laflarla içi boş gururlanmalarla tarihe geçilmez. Her kavim, her devlet, her medeniyet zaman zaman yorgun düşer, o yorgun düşünce yanı başında bekleyen taze, yıpranmamış, yorgun düşmemiş kavim, devlet, medeniyet harekete geçer ve onun yerini doldurmaya çalışır. Böylece dünyada her kavim, devlet ve medeniyet tarihe geçer ve bu geçiş ya olumlu olur veya olumsuz, ya yapıcı olur veya yıkıcı, ya inşacı olur veya tahrip edici.

Önce medeniyet açısından bakmamız gerekecek, çünkü her kavim bir medeniyete mensuptur ve o medeniyet adına dünyada söz söylerse bir değer ifade eder, tarihe bir katkı sağlar. Dünyada belli başlı medeniyetler vardır, bunlar kaç tanedir, nasıl bir zihin yapısına sahiptirler çok uzun ve yorucu bir yolculuk gerektiren çalışmayla ortaya çıkabilir. Bu hususta istihbaratçımız, Samuel Huntington Medeniyetler Çatışması, kitabında bu tezi işlerken medeniyetleri saymaya çalıştı ve bazı kısımlara ayırdı. Soğuk savaş sonrasına tekabül eden 1990'lı yıllardan itibaren uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığını ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceğini ifade eden bir tez ortaya attı.

Ona göre medeniyetler; Batı medeniyeti, İslâm medeniyeti, Hint medeniyeti, Çin medeniyeti, Sahra ötesi Afrika medeniyeti, bazı köklü farklı kültürler var fakat onlar medeniyet değildir. Yahudi medeniyetini de batı medeniyeti içinde sayar. Bu taksimat tarafgir ve çatışmacı bir zihin ürünü olduğu açıktır. Gerçeği ise öyle değildir. İlk önce medeniyetleri ikiye ayırmak gerecektir. İlahî/ vahiy menşeli medeniyetler ile tanrı tanımaz medeniyetler. Semavî dinlerin hepsi bir kaynaktandır ve medeniyetleri birbirinin devamıdır. Batılı zihin bunu kabul etmez, çünkü kabul ederse İslâm medeniyetine tabi olmaları gerekir.

Mevcut dünya bunu kabule yanaşmıyor, batı medeniyetini merkeze koyarak değerlendirmeler yapıyorlar. Buna fazla girmek niyetinde değilim, merak edenler, Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması kitabına bakabilirler. Medeniyete farklı bakış açısı için de Seyyid Kutup ve Sezai Karakoç’un kitaplarına ve Malik bin Nebi’nin tezlerine bakabilirler.

Orta yerde bir İslâm medeniyeti var bir de batı medeniyetinin çeşitli versiyonları. Onun için dünyadaki medeniyetlerin devletleşmiş şekli iki tanedir, vahye dayalı medeniyetler ve vahiy dışı medeniyetler. Vahye dayalı medeniyetin yeryüzünde temsilcisi var mıdır, yok mudur? Tartışma konusu, vahiy medeniyetinin de sahteleri var hakikisi var şu an tam mükemmel vahiy medeniyeti yürürlükte yok. Onun için İslâmcı hareketlerin yorgunluğundan bahs etmek henüz erken.

İslâm’ı ve İslâm medeniyetini dışarıda tutarak bir siyasi yorgunluk muhasebesi yapılması lazım.

Bir de yorgunluk ile oturmuşluğun aynı şey olmadığının da farklılığına işaret etmek elzemdir.

Batı medeniyeti hem oturmuştur hem de yorgundur. Şu an oturmuşluğu yorgunluğunu örtüyor.

Yılların biriktirdiği devlet tecrübesi, iktisadi birikimi, teknik gelişmişliği hatalarını alalıyor. Ama artık bu gizlenemez hale gelmeye başladı, tabii güçlü olduğu için nakıslarını çabuk kapatıyor. Batı medeniyetinin icad ettiği liberal, laik, kapitalist sistem ile solcu/ devletçi sistemlerin ikisi de açmazda, yani yorgun. Bu yorgunluk ister istemez çare arayışları beraberinde getiriyor. Çare arayışları şu an gene batı medeniyet dairesi içinde aranıyor. Bu kısır döngüden çıkış yolu bulunamaz.

Dünya için çıkış yolu İslam’ın gerçek adaletindedir.

Ortadoğu ülkeleri için siyasi yorgunluk ne anlama gelir

Ortadoğu denilen İslâm coğrafyası acaba hakikaten siyasi yorgunluk yaşıyor mu? Yoksa henüz siyasetini bulamamış arayış içinde olan bir ön siyaset mi yürütüyor. Yorgunluktan öte siyasetini arayan bir arayıcı, durumunda. Yitik cennetini arıyor, bunu şu an dillendirecek alt yapıya sahip değil. Zihni olarak sahip değil, fikri olarak sahip değil, ekonomik olarak sahip değil bilgi birikimi olarak sahip değil. Adı konulmazsa da Ortadoğu’da cereyan eden hadiselerin altında bu yüce siyaseti arama çabası vardır. Er-geç bu çaba başarıya ulaşacak ve dünyaya yorgun olmayan bir İslâm siyaseti hediye edilecektir. Ne zaman nerde hangi kavmin eliyle hangi coğrafyada olur, Allah bilir, ama mutlaka yüzyıl geçmeden bu sağlanacaktır.

Osmanlı’nın yıkılmasıyla başsız kalan ümmet, batı taklidi ulus-devletler aracılığıyla idare ediliyor, idaresi halkından aldığı güçle değil halkı susturan ve batı medeniyet mensuplarına pazarlayan kabzı malcılar vasıtasıyla idare edildi bugüne kadar.
Onu için hiçbir İslâm ülkesi halkı ve tarihi ile barışık değildi/dir. Oturmuş ve yorgun olmayan bir siyaset için ilk şart halkıyla devletin, siyasi erkin barışık olmasıdır. İkinci şart tarihiyle, kültürüyle barışık olmasıdır. Üçüncü şart coğrafyasıyla/yani komşularıyla barışık olmasıdır.

Adına İslâm dünyası denilen ülkelerde bu barışıklık, bu uyum, bu birikim var mıdır? Vardır demek biraz zor. Peki olup bitenler nedir? Bunca kavgalar, bunca katliamlar da neyin nesi denilirse? Bir arayışın ön sancıları demek bana daha makul geliyor.
Halkı Müslüman olan ülkelerdeki gelişmeleri siyaset açısından değerlendirmek icabederse ki ediyor o zaman genellemeden ziyade üç ülke üzerinden giderek bir analiz yapmak daha uygun olur.

Türkiye - İran - Mısır, Malezya ve Pakistan da bunlara ilave edilirse olabilir. Ama dünya siyaset sahnesindeki roller ve devlet tecrübeleri açısından bu üç ülke daha bir önem kazanır.

İran

İran Müslüman olduğundan bu yana, tüm İslâm dünyasıyla barışmayı kendi millî varlığına bir nakısa getireceğine inandı/inanır. Hem Müslüman kalacak hem de milli/Farisi kültür ve siyasetini muhafaza edecek bir yol izledi. Bunu da başardı bugüne kadar. Tarihi seyir içinde ötekisi daima iç muhalefet oldu. İran’ın Şiiliği seçmesi ayrı bir konu ve niçin Şiiliği tercih ettiği de başka bir hikaye.

İran Osmanlı’yı kendine rakip gördü, Osmanlı ortadan kaldırılınca, Türkiye ile eşitlendi, iki ülke batı medeniyet dairesine girmişti ve batılılarla iyi ilişkileri vardı. Silah gücüyle Ortadoğu’da siyasette yeri olan bir ülke idi. Şahlık rejimi siyaseten yorulunca “İran İslâm Devrimi” oldu.

Bu devrim İran’ı kısa zamanda dünyanın ilgi odağı haline getirdi. Dostları çoğaldı, Sünni dünyada ciddi bir İran taraftarları oluştu. Hatta mezhebini değiştirip Şiiliği tercih edenler oldu. İmam Humeyni rehberliğinde dünyada İslâm’ın varisi ve hamisi olmaya başladı. Humeyni de kendine öyle bir rol biçti –inanarak yaptığına ben kanıyım- bu vazifesi gereği devlet başkanlarına mektuplar yazdı. Ama İmam’ın ölümünden sonra “Hattı İmam” yavaş yavaş zedelenmeye ve içi boşalmaya başladı. Şiilik saplantısı ve ehl-i sünnete olan tarihi husumeti İran’ı İslâm dünyasından önce soğuttu sonra kopardı. İran halkının Şii olması ve Şii kalmasının hiçbir sıkıntısı ve sakıncası yok lakin devletin resmî siyaseti Şiilik olunca, ümmetten kopması kolay oldu. Bu hususta sadece İran’ı suçlamak tek başına sorumlu İran’ı tutmak adil değil. Selef akidesi mensuplarının Şiilik hakkındaki tavırları, Suud’un siyaseti vb. de buna katmak icabeder. Neticede hangi sebeple olursa olsun İran ümmet içinde ayrı bir ümmet olarak hayatiyetini sürdürüyor.

Devrim ihracından devrimden kaçışa doğru bir evrimle var. Ulus-devletle-ümmet arasında bir gel-git yaşadı sonunda ulus-devlette karar kıldı. İslâm tarihi boyunca hep muhalefette kalan ve zihin yapısı ona göre şekillenen İran devlet siyaseti, “İslâm Devrimi” ile bu halin dışına çıkma denemesine bulundu ama beceremedi. Bunun yerine Şiiliği öne çıkararak hem İran milliliğini devam ettirmek istedi hem de İslâmîliğini muhafaza etmek ve devrimciliğini dünyaya yaymak istedi. Ama olmadı. İslâm Devrimi otuz sene zarfında yorgun düştü. Kendini yenileyemedi. İktisaden, hukuken, idare olarak, siyaset olarak, eğitim olarak kendini tazeleyemedi, çok hızlı bir şekilde içine ve üstüne kapandı.

Tam bu arada Türkiye siyaset sahnesine hızla çıktı veya çıkarıldı ve İran İslâm dünyasında elde ettiği tüm kazanımları kaybetti. Bu yorgunluk şu an İran’ı muhafazakar ve tutucu kılıyor.

Ortaya attığı “İslâm Devrimi” tezinin içini dolduramıyor, köprüleri görünür manada attığı batı ile uyum sağlayamıyor. Mezhebi gereği komşu ülkelerle kavgalı hale gelmiş durumda. Tek sığındığı sosyalist dünya, NATO’dan kaçarak çökmüş Varşova’ya sığınıyor. Elinde kalan tek koz da İsrail’e olan düşmanlığı, eğer İslâm dünyasında onu bazı kişiler elan da savunuyorlarsa bu İsrail düşmanlığı içindir. Son Suriye olaylarında ilkeyi, devrim prensiplerini çiğneyerek Esad gibi bir zalimi desteklemesi yorgunluğuna yorgunluk katmış durumda.

Küresel aktör olmak şöyle dursun bölgesel güç olma imkanını bile yitirmiş durumda. Böylesi bir ülke kendini nasıl toparlar, tarihi devlet tecrübesini nasıl kullanarak bu girdaptan çıkar bakacağız.

Batıyla tanışmış ve fakat harf inkılabını yaşamamış olması İran için bir şans. Yetişmiş insan unsuru da ayrı bir şans ama bu insan unsurunu ülke içine çekebilme ve onlardan yararlanma becerisi gösterebilir mi? O meçhul. Ayrıca modern dünyada revaçta olan millilik de İran için bir şansıdır. Millî menfaat olunca ülke bir bütün halinde hareket edebiliyor. Ambargonun getirdiği sıkıntı sonucu elde ettiği nükleer güç ve silah sanayi de İran için avantaj. Şii dünyasının liderliğini elde etmiş olması da hem bir şans hem de bir imtihan. Eğer batılıların oyununu fark etmezse ve Şii dünyasını yarın Sünni dünyaya karşı bir blok halinde çatışma için kullanırsa bu ümmet içinde büyük iç savaşa dönüşür. Bu tehlikeli sularda yüzmekten çekinmeyeceğini Suriye hadisesinde ucunu gösterdi.
İran zihnen yoruldu, siyaseten yoruldu ve devrimi devam ettirmekten yoruldu. Yorgun bir İran ne yapar?

Mısır

Mısır, İslâm dünyasında ağırlığı olan bir ülke idi. Arap dünyasının beyni olan Ezher’e ev sahipliği yapıyordu. Gene Arap ülkeleri içinde en çok yetişmiş insan gücüne sahiptir. Batı medeniyetiyle ilk tanışanlardandır. Batıcılığı Osmalı’dan önce başlamıştır. Tarihi kadim bir düşünsel geleneğe sahiptir. Kalabalık bir nüfusu vardır, diğer Arap ülkeleriyle kıyaslanmayacak kadar nüfusu fazladır.
İngiliz sömürüsüne karşı mücadele etmiş, çokça âlim ve mücahit yetiştirmiş bir ülke.

Batıya karşı Sovyet Rusya ile iş tutmuş siyasi bir geçmişi de var. Cihan harbinde Türkiye kadar yıpranmamış ve tahrip edilmemişti. Bunlar olumlu imkânlar. İsrail devleti kurulunca Mısır tarihin en büyük imtihanını yaşadı. Arap dünyası o zaman henüz devletlerini tamamlamış sayılmazlardı/ bugün kaçta kaçı devletleşmeyi tamamlamış. İsrail ile savaşlarında ağır yenilgi aldı ve yılların biriktirdiği imtiyazı bir anda kaybetti. Tam bağımsız bir dış siyaset yürüteceği anda bu yenilgiler Mısır’ın siyasi istikbalini ağır yaraladı. İçeride onur arayışına giren Müslüman Kardeşler’le mücadeleye başladı ve kendi siyasetinin de sonunu getirdi ve kendini tam ifade edemeden yoruldu. Tarihiyle, coğrafyasıyla kavgaya tutuştu, insanına yabancılaştı, despot idarecilerle hayatini sürdürdü.

Tam bu esnada Arap baharı Mısır’ın imdadına yetişti, bu bahar Mısır’ın yorgunluğunu aldı dinlenmiş bir şekilde siyaset sahnesine çıktı. Müslüman Kardeşler hareketi Mısır için İslâm dünyası nezdinde bir imkân, batı dünyası nazarına bir risk olarak ortada.

Bakalım Mısır bu imkânı nasıl değerlendirecek, Müslüman Kardeşler’in yeni siyasi atakları, Mısır için bir ümit ışığı olabilir. Mısır, eğer Arap milliyetçiğine kapılmaz ve ümmet bilinci ile ülkenin menfaatlerini uyum içinde yürütebilirse hem Mısır’ı yorgunluktan kurtarır hem de İslâm dünyasına olumlu katkı sağlar.

Türkiye

Türkiye siyaseten yorgun mu değil mi? Bu sorunun cevabı, bağlı bulunduğunuz medeniyet anlayışına göre cevaplanacak bir sorudur. Eğer batı medeniyetine dahil olmuş ve bu medeniyeti sorgulama ihtiyacı duymadan teslim olmuşsanız, o zaman cevap; evet Türkiye siyaseten yorulmuş bir ülkedir dersiniz. Yok, eğer İslâm medeniyeti mensubu olarak kendinizi görür ve bu medeniyete tekrar dönmeyi düşünüyorsanız o zaman Türkiye siyaseten yorgunluğunu atmaya başlamıştır diyebilirsiniz.

Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca yaptıklarının kaçta kaçını içine sindirerek yapagelmiştir, devrimler, isteyerek ve benimseyerek mi yapıldı yoksa dış dayatma sonucu olarak mecburiyetten mi yapıldı?

Tarihi tahlillere girmeden şunu rahatlıkla söylemek mümkün; Türkiye kerhen cumhuriyeti bu şekliyle kabul etmiştir. Belki bir değişiklik olacaktı, ama bu tonda bir rejim deşikliği asla planlanmış değildir. Cumhuriyet bir dış dayatma sonucu kurulmuş ve halka kabul ettirilmiştir.

Ülkenin geldiği yer itibarıyla, cumhuriyet ideolojisi ve yapılanma biçimi şu an sorgulanıyor, nerde karar kılacak henüz belli değil. Bu belirsizlik siyasete de yansıyor ve siyasi yorgunluk olarak dış dünyada yankı buluyor. Buna siyasi yorgunluktan öte siyasi muğlaklık demek daha doğru olur.

Türkiye’de siyaseten yorgun olmayan iki kesim var. Birincisi İslâmcılar, ikincisi Kürtler. Bu iki anlayış dinamikliğini muhafaza ediyor fakat ikisi şu an birbirini önlemeye çalışıyor.

İslâmcıların siyasetteki atakları hem İslâm anlayışı içinde sorgulanıyor, hem de Kürtler tarafından sorgulanıyor.
Müslümanların siyasetteki başarıları, sistemin yeniden yerli yerince oturmasını mı sağlıyor? Yoksa tarihi köklerine dönerek kendi değerleriyle halkıyla barışıyor mu?

Türkiye AKP hükümetiyle kendi tarihi değerleriyle barışıyor demek mümkün. Fakat bu İslâm ahkamının uygulanması anlamına asla gelmez. Din, dinin emir ve yasakları, devleti dış dünyada bağlı bulunduğu siyasi, ekonomik, kültürel kamplardan kopararak yeni bir medeniyet inşası anlamına tam tamına gelmez. Ama adı geçen hususlarda eskiyi aynen devam anlamına da gelmez. Modern dünyada yerini almış bir ülke olarak, İslâm’ın bazı yönlerini öne çıkarma olarak anlamak daha uygun olur.
Bu yani ahval; dinin de bugünkü dünyada nasıl yorumlanması gerekir diye de anlamak mümkün.

İslâm’ı sapkın batı medeniyetine karşı bir sığınak, bir liman, bir kurtuluş çağrısı ve yaşama isteği olarak anlayanlar için Türkiye siyasetinde yorgunluktan öte bir muğlaklık, bir tereddüt, yeni bir arayış olarak görmek daha olasıdır. Türkiye hem ulus-devleti güçlendirmek hem de ümmet birliğini sağlamak diye iki ayrı siyaset güdüyor. Erbakan’ın başlattığı İslâm dünyası projeleri, batıdan icazetle yürütülmeye çalışılıyor, batı buna bu şekliyle müsaade etmez. Ama proje batılıları da katarak bir genel mutabakatla yürütülürse o zaman işin rengi değişebilir.

AKP hükümetinin siyaseti tam da bu kapalılıkların ortasında duruyor. Hem batı hem İslâm, hem ulus-devlet, hem ümmettir. Bunları iyi bir şekilde organize edebilir ve yürütebilirse siyaseten önü açılır ve taze siyasi güç olarak yerini alır. Buralarda bir uyumsuzluk siyasi İslâmcıları (siyaset yürüten AKP kadrosunu kast ediyorum) devre dışı bırakabilir. Arap baharı bu hususta hem bir imkan hem bir önleyici faktör olarak belirsizliğini koruyor.

Müslüman siyasi aktörler çok ataktırlar ama yorgunluk emarelerini taşıyorlar. AKP devre dışı kalsa da Türkiye’de bundan sonra söz söyleme hakkı, dünyanın şartları böyle giderse, daima Müslümanlarda olacak. Çünkü diğer kesimler - sol ve sağcılar - hem siyaseten, hem zihnen yorgundurlar.

Kürtler en taze kan. Tarihin getirdiği erke susamışlığın dürtüsüyle ve yeni yeni ulus olma aşkıyla siyasette yerlerini almış durumundadırlar. Tüm İslâm dünyası ulus-devlet merhalesini yaşarken Kürtlere bunu fazla ve yanlış görmek doğru bir bakış açısı değildir.

Kürtler ayrıca tüm Kürdistan’ı bir kabul ederek yeni hamleler peşindedirler. Ortadoğu’daki tüm gelişmeler onların işini kolaylaştırıyor. Yeni bir millî mücadele vermeye çalışıyorlar, bu millî kimlik arayışı ve millî his ve şuurun nelere mal olacağına bu topraklar şahittir.

Kürtler, ulus-devlet, millî şuur, Kürtlük mefkûresi gibi kavramlara sıkıca sarılmışlar, bunun getirdiği zihni, siyasi, askeri bir dirilik var. Bu hususta hiç yorgunluk emaresi göstermiyorlar.


Ama hangi medeniyet dairesinde olacakları konusunda kafaları karışıktır, tarih boyunca içinde oldukları ve Kürtlerin ruh dünyasını oluşturan onların kişiliğini şekillendiren İslâm medeniyetinde kalıp kalmama hususunda tereddütleri var. Türkiye Cumhuriyeti’nin ırkçı siyaseti yüzünden İslam’a ve Müslümanlara mesafe koymaya başladılar. Kürtlük davasını yürütenler mesafe koymayı aşarak öteki ilan ediyorlar. Halka bunları açıkça beyan edemiyorlar.

Elan Kürtlük davası din dışı bir zemine oturmuş durumda, yürütülen bu millî mücadele(!) atmosferinde köklerinden kopuş fark edilmiyor. Ama zaman uzadıkça, bu yoğun millî hissin yoğunluğu düştükçe, İslâm’dan kopuşun ne tahribatlar yapacağı ortaya çıkacaktır. O zaman bir iç çatışma baş gösterecek ve yorgunluk kısa zamanda kendini gösterecektir.

Türkiye Kürtlerin siyaseti, hem diğer Kürt bölgelerini kapsıyor hem de Türkiye’ye has özellikler taşıyor. Kuzey Irak, Suriye Kürtlerine göre Türkiye Kürtleri, siyaseten daha yorgun, çünkü Türkiye gibi nisbeten güçlü bir devletle mücadele ediyorlar, hem devletin içindedirler hem de dışında. Bu hususta Kürt siyasilerle, silahlı mücadele verenler arasında bağ olduğu açıktır. Ama siyasi alanda mücadele etmek millî bir hareket için zorlukları herkesçe bilinir. Eğer Kürt siyaseti ve silahlı mücadele yürütenler daha üst bir akılla idare ediliyorsa, o zaman siyaset yapmanın millî Kürt mücadelesinde ciddi bir ağırlığı olmaz. Asıl belirleyici olan silahlı kanattır ve siyaseti peşine takarak istediği yere sürükler. Bu çetrefilli hal Kürtlerin yorgunluğuna vesile olabilir. Ayrıca yakın zamanda Kürtlerin bağlı bulundukları İslâm medeniyetine mensubiyetlerini aleni ilan eden bazı gruplar siyaset sahnesine çıkarsa o zaman bu din dışı siyaset sorgulanmaya başlanır.

Mevcut ahvalde ileriye matuf bu tür düşünceleri kimse görecek halde değildir. Türkiye’nin bu zinde gücü mutlaka karşılığını bulacak ve Türkiye Kürtlere bazı imtiyazlar tanıyacaktır, eğer bu hususta direnir ve üniter devlet diye Türklük şuur ve gururuna kendini kitlerse Kürtler ayrı bir yapılanmaya gidebilir ve ülkenin sonu gelmez bir mücadeleye atılır. Umarım devlet aklı buna müsaade etmez.

Türkiye siyasetinin iki diri ve canlı kesimi olan Kürtlerle İslâmcılar/ siyasî İslâmcılar, el birlik yaparsa, belli noktalarda anlaşırlarsa hem Kürtlerin hem İslâmcıların, hem de ülkenin lehine olur ve Türkiye İslâm dünyasının en diri ülkesi haline gelir.
Eğer bu işbirliği sağlanırsa Türkiye İslâm dünyasına da büyük bir yol açmış olur, bu işbirliği, kavimlerin barışmasıyla sınırlı kalmaz İslâm dünyasındaki diğer farklılıkları da gidermede bir örnek olur. Etnik ve mezhebe dayalı farklılıkları bir arada idare etme becerisi bu ümmete verilecek en büyük hediye olur. Koparılan yaygaraların, Kürt - Türk düşmanlığı, çatışması üzerine bina edilen senaryoların hepsi boşa çıkmış olur.

İslâm medeniyeti bu meselenin üstesinde gelmeye muktedirdir. Çünkü adildir, bir ırkı, bir kavmi ne esas alır ne de kayırır, adaletin olduğu yerde herkesin hakkı hak ettiği kadar verilecek demektir, hakkını alan maraza çıkarmaz."

Haber Ara