Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Gazi'nin Türkiye'si, Şah'ın İran'ı

Mustafa Kemal'in Türkiye'si Osmanlı'dan devralınan, modernleşmenin daha ileri aşamaya taşınmasına olanak veren bir altyapıya ve bürokrasiye sahipti. Rıza Şah'ın otokratik rejimi ise böyle bir 'devlet aracı'ndan yoksundu.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-07-10 09:35:43

Gazi'nin Türkiye'si, Şah'ın İran'ı
Erich Zürcher özellikle Türk siyasal tarihinin alışılmış kalıplar içinde ele alınmasına daha yazdığı ilk kitaptan başlayarak karşı çıkan ve bu yöndeki çalışmalarıyla geç Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin yeni bir anlayışla kavranmasına öncülük eden bir tarihçi olarak Türkiye ’de yakından tanınıyor. Belirttiğimiz dönemle ilgilenen akademisyenler arasında yüksek bir prestije sahip. Kendisinin de son derecede saygılı bir dil ve yaklaşımla, değerini teslim ederek eleştirdiği Bernard Lewis gibi tarihçilerden sonraki akademisyenler grubunun bir üyesi olarak Zürcher özellikle 1980 sonrası kuşakların yakın dönemi anlaması bakımından değeri yadsınamaz yapıtlar kaleme aldı. Bunların neredeyse tamamı Türkçeye çevrildi. Daha önce gene Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan makaleler derlemesini bu dergide irdelemiştim.

Touraj Atabaki de Türkiye yakın dönemiyle ilgilenen bir siyasal tarihçi. Onun da daha önce ‘Devlet ve Maduniyet: Türkiye ve İran ’da Otoriter Modernleşme, Devlet ve Toplum’ isimli kitabı çevrilerek Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından sunulmuştu. Atabaki’nin belirttiğimiz kitabı bir derlemeydi ve neredeyse eşzamanlı olarak benzer yöntemlerle modernleşmeye çalışan Türkiye ’yi ve İran ’ı karşılaştırıyordu. Söz konusu iki ülke arasındaki etkileşim sadece 1930’larla sınırlı değildir. Tanzimat sonrası dönem iki toplum arasında yakın bazı etkileşimlere açık kalmıştır. Ondan da öncesindeki Osmanlı ve İran İmparatorlukları arasındaki kültürel yakınlaşma kimsenin meçhulü değildir.

Zürcher ve Atabaki elimizde bulunan ‘ Türkiye ve İran ’da Otoriter Modernleşme: Atatürk ve Rıza Şah Dönemleri’ isimli bu derlemeciliğini yaptıkları ve çok değerli makaleleri bir araya getiren kitapta daha adından başlayarak iki önemli saptamada bulunuyorlar.

Birincisi, iki ülkede de 1930’larda cereyan eden toplumsal, siyasal ve elbette kültürel dönüşümü otoriter modernleşme olarak nitelendiriyorlar. İkincisi, bu işin ‘müsebbibi’ olarak Atatürk ve Rıza Şah’ı gösteriyorlar. Buradan hareketle iki lider arasındaki görüş alışverişi, modeller arasındaki benzerlikler ve farklar kitabın konusudur denebilir. Editörlerin modernleşme derken kasıtları “Avrupa modernitesi”dir. Bu onların seçim veya tercihi değil. Söz konusu iki ülkenin de 19. yüzyıl başlarında benimsediği kavramlaştırma. “Avrupalı olamayan toplumlar tarafından modernleşmenin benimsenmesinde yegâne model olarak alınan Avrupa modernitesi İran ve Osmanlı-Türk aydınları ve yönetici/devlet seçkinleri tarafından neredeyse dışına çıkılmaz bir daire olarak kabul edilmiştir. Bu modernleşmenin özelliği ise sanayileşmiş bir toplum üzerinde yükselen güçlü, merkezi bir devlet sahibi olmak demekti.”

‘Devlet nasıl kurtulur?’
Zürcher ve Atabaki’ye göre Batı-dışı çevre ülkelerden gelerek Batı modernleşmesini hedef alan öncü aydınlar ne Batı modernleşmesinin toplumsal tarihini biliyordu ne de onu sağlayacak araçlara sahipti. (Kuşkusuz daha geniş bir açıdan bakılırsa bu çerçeveye, bütün farklılığına rağmen, Rusya’yı eklemek de kabildir.) Buna mukabil derlemeciler yazdıkları Giriş’te iki ülkedeki modernleşmenin kaynaklarına ve benzerlik ve farklarına hızlı ve kısa fırça darbeleriyle değiniyor.
Buna göre, Batı modernitesi bireyin hakimiyeti üstüne kurulmuştur. Birey Batı kapitalist gelişmesinin bir sonucudur ve söz konusu bireyleşme üst otoritenin reddiyle birlikte kendisini gösterdiğinden bu adeta doğal bir sekülerleşme yöntemi olarak toplumların tarihlerine nüfuz etmiştir. Benzeri bir gelişme Batı dışı toplumlar için söz konusu değildir. Buna mukabil Osmanlılar Jön Türklerden başlayarak ‘devlet nasıl kurtulur’ sorusunun peşinden yürümüşlerdir ve bu doğrultuda karşılaştıkları en önemli araç pozitivizm ve bilimselcilik olmuştur.

Söz konusu iki anlayış/ideoloji etrafında kendilerine bir hareket hattı çizerken de pergelin sabit ayağını iki önemli noktaya dayamışlardır. Hem kendilerinden önceki girişimlerin ve yönetimlerin kesin olarak başarısızlığına inanmışlardır, dolayısıyla çok daha radikal bir anlayışla hareket etmenin gereğine karar vermişlerdir hem de bir ulus devlet homojenliği yaratmaksızın elde etmek istedikleri sonuca erişmenin imkansız olduğunu kabul etmişlerdir. Dolayısıyla otoriter bir yapı kurmanın, bir otoriter kişilik etrafında toplumu dönüştürmenin zorunluluğu iki ülkede de benimsenen yöntemdi ve bu arayış içinde her iki toplumda da siyasal elite destek sağlayan aydınlar mevcuttu.

Mevcut devleti dönüştürmek
Otoriterleşme kararıyla başlayan ve bunu adeta başarının temel şartı olarak gören yöntemsel arayış iki ülkede farklı tezahürlere sahipti... Mustafa Kemal’in Türkiye ’si Osmanlı’dan devralınan, dönemin koşullarında modernleşmenin daha ileri aşamaya taşınmasına olanak veren bir altyapıya ve bürokrasiye sahipti. Hatta bürokrasinin kendisine büyük bir özgüveni vardı. Medeni hukuk dışında yargı sekülerleşmişti, haberleşme ağı kurulmuştu, okullulaşma belli bir düzeye erişmişti, modernleşmeyi anlayacak ve benimseyecek bir ticaret ve sermaye tabakası meydana gelmişti. Gazi’nin işlevi mevcut devleti dönüştürmekti.
Rıza Şah’ın 1921-41 yılları arasında yayılan otokratik rejimi ise böyle bir ‘devlet aracı’ndan yoksundu. Başlıca maksadı devleti kurmaktı. Bunu gerçekleştirirken Gazi’nin diktatoryal yönteminden de hızla uzaklaşmıştı. Türkiye ’de kişisel bir kült etrafında biçimlenmiş ve devletle özdeşleşmiş şahıs hakimiyetine rağmen işleyen ve açık bir parlamento, seçim sistemi ve hukuksal zemin mevcuttu. Oysa Rıza Şah’ın İran ’ı bu araçları da ortadan kaldırmış ve bütünüyle kurumsuz ve araçsız bir keyfi rejim (otokrasi) kurmuştu. Bu onun rasyonalizm, eleştirellik, araçsallık gibi kavramları da dışlaması anlamına geliyordu ki, hızla toplumsal tabanına yabancılaştı ve tükenişini hazırladı.

Bu portreye ilave edilecek bir nokta daha var: iki ülke arasında en hayati kesişme noktalarından biri de sekülarizm uygulamalarıdır. Türkiye ’deki sekülarizm ordunun ve bürokrasinin elini güçlendirecek ve bu iki kurumu toplum üstünde hakim hale getirecek bir yaklaşımla uygulanmıştır. Yukarıda değindiğimiz bilimselci ve pozitivist anlayışın bir özeti ve bileşkesi olan sekülarizm, Türkiye ’de ordu ve bürokrasi ittifakının apolitik bir politik dokunun oluşturmasına zemin hazırlarken, Touraj Atabaki’nin ‘ Türkiye ve İran ’da Hilafet, Ulema ve Cumhuriyetçilik: Karşılaştırmalı Bazı Tespitler’ başlıklı makalesinde ele aldığı çok daha farklı bir doku içinde cereyan etmiştir.

Kitabın bu konuda çok özel bir makaleyi barındırdığını hemen kaydedelim. Dunkwart A. Rustow’un 1959’da yayımladığı ve çok iyi bilinen makalesi kitaba yeniden derç edilmiş. Makalesinde yazar Türkiye ’deki ordunun Arap ve Orta Doğu ülkelerindeki ordulardan farklı olduğunu belirtiyor. Bunun nedeni modernleştirme süreci belli bir noktaya geldikten sonra siyasetten çekilmesi. Türkiye ’de de çok uzun bir süre Kemalist çevrelere hakim olan, ayrıca lineer modernleştirici bir mantıkla Türkiye modernleşmesini izleyen Soğuk Savaş dönemi akademisyenleri tarafından öne sürülen, Dankwart’ın da aynen benimsediği bu görüş, derlemecilerin vurguladığı üzere, daha yayımlandığı günde ıskat edilmişti. Çünkü, özellikle 1960 sonrasında ordu kendisini sürekli olarak siyasetin içinde tutmuştur.

Bu yapısal özelliğin daha önceki dönemlerde bir ölçüde saklı kalması, daha çok liderin baskın hakimiyeti nedeniyledir. 27 Mayıs sonrasında ordunun kışlasına çekilmesi ise gene bir başka zahiri durumdur. Ordunun her darbeyle kendisini sistemin bir parçası haline getirdiği bugün ilgili literatürün kanıtladığı bir gerçektir. Ordunun siyasal sisteme müdahalesi ise daima laiklik kökenli kavramlar aracılığıyla gerçekleşmişti. Bu durum herhalde Türkiye ve İran arasındaki bütün benzeşmelere rağmen çok ilginç bir çelişkiyi işaret etmektedir ve üzerinde uzun boylu çalışılmalıdır. Fakat her durumda İran ve Türkiye arasındaki ordu, din ve sivil ilişkileri son derecede ilginç ve zengin bir konudur.

Kitap, bu genel çerçeve içine oturan toplam 10 makaleye yer veriyor... Söz konusu makalelerin önemli bir bölümü konuyu daha ziyade siyasal ve toplumsal tarih açısından ele alıyor. Homa Katuzian’ın makalesi İran yakın dönemini bu açıdan enine boyuna kuşatıyor. İran ’daki ordu, sivil toplum ve devletin 1921-26 arasındaki pozisyonu ve iç etkileşimleri Stephanie Cronin’in yazısının konusu. Bu makale ‘askeri-monarşist dikatörlüğün’ ‘sivil otoriteler üzerinde’ nasıl bir ‘askeri nüfuz’ kuracağını, özellikle askeriye ve sivil nüfus ilişkisini irdelediği bölümde ele aldığı argümanlarla, irdeliyor. Houchang Chebabi’nin makalesi işin kültürel/maddi tarihle ilgili kısmını sorguluyor ve ‘ Türkiye ve İran ’da erkekler için kıyafet kanunları’nı karşılaştırıyor. Daha önce de İran ’da Yeme İçme Kültürünün Batılılaşması isimli kitabı Türkçeye çevrilmiş Chebabi’nin yazısı mukayeseleri bakımından gayet ufuk açıcı bir makale. Benzeri bir konu bir sonraki makalede, John R. Perry’nin ‘ Türkiye ve İran ’da Dil Reformu’ isimli çalışmasında ele alınıyor. Türkiye bakımından son derecede problemli olan bir konunun benzeri bir süreçte İran ’da ne ifade ettiğini bu makalenin sınırları içinde izlemek oldukça önemli.

İki ayrı toplumu

Bir bütün olarak bakıldığında kitabın iki önemli işlevinden söz edilebilir. Birincisi, Orta Doğu bölgesinin ‘iç tarihi’ böylelikle bir kere daha irdeleniyor. İslami kökenden gelen bir dokunun yukarıda belirtilen arayış ve ihtiyaçlar çerçevesinde dönüşümü sonuç olarak kitabın ana konusu. O vakit ‘Batı dışı modernite’ kavramının önemi ve anlamı bir kere daha öne çıkıyor. Tümüyle farklı toplumsal ve zihinsel bir arka plana yaslanan bir toplumun belli bir aydın inisiyatifiyle dönüşmesi ve bunun topluma her şeye rağmen ‘dayatılması’ başlı başına bir süreçtir. Kitap bu ‘gerçeği’ iki ayrı toplumu ve tarihi irdeleyerek somutlaştırıyor.
İkinci önemi şu kitabın: Modernleşme bugün her iki toplumda da devam ediyor. Ama İran ve Türkiye uygulamaları son derecede farklı iki mecrada gelişiyor. 1941 yılında baba şahın devrilmesinden sonra İran tarihi başlı başına bir emperyalizm tarihi olarak da okunabilir. Özellikle Musaddık rejiminin başına gelenler bu bakımdan Orta Doğu’nun ‘öteki’ tarihini ve Soğuk Savaş dönemindeki bölge dinamiklerini anlamak yönünden ilginçtir. Sonuç olarak Musaddık’ı izleyen oğul Şah ve nihayet Humeyni liderliğindeki İslam Cumhuriyeti olarak biçimlenen, Batılı bir optikle bakınca modernleşmesini o çerçeve içinde daha da ‘sorunsal’ hale getiren, İran ’la çok çeşitli dönemeçleri alarak bugüne kendisini taşıyan Türkiye başlı başına iki kutup gibidir. Bu iki farklı ve birbirini çapraz kesen örnek Batılı modernleşmenin Batı dışı dinamiklere yaslanarak nereye erişebileceğini gösterdiği gibi sivilleşme, siyasallaşma gibi kavramlar çerçevesinde bakıldığında modernitenin ne ve hangisi olduğunu bize yeniden sorgulatan bir haritaya da işaret etmektedir.

İran ve Türkiye bugün yeniden ve çok çeşitli nedenlerle karşı karşıya, yan yana gelen iki ülkedir. Daha önce Amerikalı gazeteci Stephan Kinzer bu iki ülkeyi karşılaştıran bir kitap yazmıştı: Reset. Fakat dönemin şartları içinde yazılan ve fazla tekçi bir anlayışla konuyu ele alan o kitapla mukayese edilemeyecek kertede derinlikli ve analitik bir akademik kitap Atabaki-Zürcher derlemesi. Bugüne ait sayısız ipucunu da içinde barındırıyor.

İran , Batı, özellikle de Amerikan üniversitelerinde hayli irdelenmiş bir konudur. Sineması başta olmak üzere İran kültürü 1990’lardan başlayarak yaşadığı rejim değişikliği nedeniyle de Amerika ’da bilhassa Kültürel çalışmalar alanında geniş ölçüde ele alınmıştır. Türkiye o kulvara yeni yeni giriyor. Bu kitap iki farklı ülkenin iç içe geçmiş ama birbirinden hayli farklı olan dinamiklerini, modernleşme kuramlarının çok önemli ve ilginç bir konusu etrafında ele alırken son derecede dikkate değer bir zaman aralığını enine boyuna çözümleyip güçlü ve kalıcı bir tarihsel zemin oluşturuyor.(radikal)
SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara