Mehmet Şevket Eygi'nin bilinmeyen hayatı
Cemal Süreya ve Sezai Karakoç sınıf arkadaşları, Mümtaz Soysal ve Abdi İpekçi üst sınıftaki ‘ağabeyleri’ydi. Mekteb-i Sultani mezunları ona ‘imalat hatası’ dese de Şevket Eygi ‘Has Galatasaraylıyım’ diyor.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-05-20 08:03:43
İKİ ŞEVKET’İN TORUNU
Ereğli yolu kenarındaki küçük bir evde 1933’te doğdu. Mehmet ‘ihtiyat zabiti’ babasının Şevket’se hem ‘İptidal muallimi’ (Başlangıç, İlkokul öğretmeni) hafız dedesinin hem de anneannesinin ismiydi. Şevket Hanım’ın eşi olan Eygi’nin diğer dedesiyse, ‘Milli Mücadele Dönemi’nde gözden düşen ve ‘Babıali Baskını’ sonrası Avrupa’ya kaçmak zorunda kalan Kolağası Neşet Bey’di. Ama onun hayatında asıl etkili olan annesi ‘Öğretmen Seher Hanım’dı. Tek bir çocuğu vardı ve onun da iyi bir eğitim almasını istiyordu. Henüz altı yaşı bitmemişken Mehmet Şevket Eygi Galatasaray Lisesi’ne ‘yatılı’ olarak kaydoldu. Sıra arkadaşı Galatasaray ve Milli Takım’ın unutulmaz kalecisi Turgay Şeren’di. Eygi’de o yıllara ait fotoğraf yok. Şeren’i arayıp soruyoruz ama onda da yok. “Nerede o yıllarda okulda bugünkü gibi fotoğraf çekmek. Fotoğrafı olan varsa da bulmak için mezarlıkları dolaşmanız gerekecek. Şevket dindardı ama kimseye benzemezdi. Benim sıra arkadaşımdı o” diyor. Sıra arkadaşı Turgay Şeren ve okulu Galatasaray’dı ama Eygi’nin futbolla arası nasıldı? Futbol konuşmanın zaman kaybı olduğunu ifade edercesine “Bendeniz futbolla hiç ilgilenmedim ve hiç takım tutmadım” şeklinde kısa bir yanıt alıyoruz.
Solcu ve mürteci arkadaştı
Galatasaray’a biraz da kırgınlık sezince bunun nedenini soruyoruz. Peki ama Galatasaray yıllarında neler yaşanmıştı? Neden Eygi’ye ‘imalat hatası’ denmiş, bir kez bile olsun meşhur pilav günlerine katılmamıştı?
“Turgay Şeren, Memduh Gökçen sınıf arkadaşlarımdı; Abdi İpekçi, Mümtaz Soysal ise üst sınıflardaki ağabeylerimizdi. Galatasaray Lisesi’nde küçüklerin büyüklerle samimi olması düşünülemezdi... Onlar arkadaşımız değil, ağabeylerimizde. En azından ellinci mezuniyet yıldönümüne katılmam gerekirdi. O yemek bir Ramazanın 26’sına denk gelmişti, akşam Kadir Gecesi... Böyle bir Ramazan gününde oruçlu olarak o ziyafete nasıl katılabilirdim? Tabii ki gitmedim... Bazı Galatasaraylılara biraz kırgınım. Benim için ‘Galatasaray’ın imalat hatası’ demişler. Fanatik bir hüküm, dindar olmak suç mudur? Sultan Abdülhamid zamanında Galatasaray’ın bütün Müslüman öğrencilerinin okul camisinde okul imamının ardında cemaatle namaz kılması ‘mecburi’ idi. Asıl has Galatasaraylı benim. Galatasaray, Sultan Abdülaziz zamanında, Amerikalı misyonerlerinin kurduğu Robert Kolej’e karşı bir İslam mektebi olarak kurulmuştu. Maalesef 1924’ten sonra tek parti terörüyle okul dinsizleştirilmek istenmiştir. Hikaye uzundur...”
Yıl 1952. Eygi, bugünkü adıyla Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi. Cemal Süreya ise sınıf arkadaşıdır. Galatasaray’ın 1952 mezunlarından olan Mehmet Şevket Eygi, 100 liralık burs kazandığı Mülkiye’de okumak için Ankara’ya yerleşir. Bu arada Fransız hükümetinin Ankara’daki kültür merkezinde de çalışarak aylık 174 lira kazanır. Mülkiye’den arkadaşları arasında, Cemal Süreya da vardır. Süreya, ‘99 yüz’ eserinde Eygi için “Klasik ‘gerici tipin’ bütün öğelerini taşıdığı halde bir yerde ona hiç benzemeyen bir yanı da vardı. İnancı sağlam bilgiyle, somut veriyle desteklemek istiyordu sanki” ve “Dünyadaki basın olaylarını herkesten daha çok biliyordu” diyordu. Belli ki Süreya ve Eygi yakın arkadaştı. ‘İslamcı bir genç’ olarak Süreya ve dönemin solcu öğrencileriyle nasıl bir ilişkisi vardı?
“Galatasaray’ı bitirip Ankara Siyasal Bilgiler’de okumaya başladığım zaman akvaryumdan çıkarılıp denize atılmış bir balık gibi hissetmiştim kendimi. O tarihlerde bugünkü gibi anarşi yoktu. Siyasaldaki sağcı, mürteci, solcu, entelektüel gençler edebi, fikri, kültürel, sosyal konularda dostça tartışabiliyordu. Edebi konularda fakültenin en parlak Müslüman genci Sezai Karakoç’tu. Cemal Süreya ile başka solcu arkadaşlarımızla kantinde çay içip rahat rahat sohbet edebiliyorduk.”
Galatasaray ve Mülkiye’yi okuyup Dışişleri Bakanlığı memurluğunu kazandığı halde neden evrakını geri almış ve Diyanet’te mütercimlik yapmaya başlamıştı?
“Benim gibi içki içmeyen, briç oynamayan, dans etmeyen Müslüman bir gencin Monşerler Bakanlığında kariyer yapması, yükselmesi mümkün müydü? Diyanete girmeden önce rahmetli Tevfik İleri Bey’in tavassutu ile İçişleri Bakanlığı’na müracaat ettim, münhal kaymakamlıklardan birisine tayinimi istedim. Müsteşar beni çağırdı. İsteğimi kabul etmedi, ben de Diyanet’e girdim.“
Yıl 2009. Ucuz ve şık giyim uzmanı olan Eygi, kabanı 22 liraya almış. Manto için Tahtakale’yi, ayakkkabıda Balat’ı öneriyor.
ZİNCİRE VURULDUM
1956’da üniversiteden mezun olan ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nda mütercimliğe başlayan Eygi daha okuma yazma bilmeden önce gazeteciliğe merak sarmıştı. Altı yaşındayken abone olduğu Afacan ve Çocuk isimli dergileri annesine okuturdu. 1957’de 10 arkadaşıyla birlikte ‘İslam’ adında dergi çıkarmaya başladı. 1969’daki kanlı Pazar öncesi yazdığı yazıyla kitleleri tahrik ettiği eleştirisini aldı ancak daha sonra yaptığı açıklamada vicdanının rahat olduğunu ve bugün olsa tereddütsüz aynı şeyi yapacağını söyledi. 1961’de Menderes’in idam yıldönümünde “Zulümlerin en alçakçası kanunların gölgesinde yapılandır” başlıklı yazısı nedeniyle tutuklandı. Yarım asrı aşan gazetecilik hayatının tamamına yakını mahkeme salonu ve cezaevlerinde geçti.
Peki en çok sansür veya baskıya uğrayan gazetecilerden biri olarak basın özgürlüğü konusunda ne düşünüyor?
”Egemen azınlıkların vesayet rejimlerinde fikir ve inançlarımdan dolayı çok çektim, mahkemelerde süründüm. Cezaevlerinde yattım, altı sene yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. İki günlük gazetem batırıldı. Milli Gazete’de yirmi küsur yıldan beri yazıyorum. Hiçbir iç baskıya ve sansüre uğramadım. 28 Şubat’tan sonra Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde aleyhimde bir sürü dava açıldı, bazı mahkumiyet kararları verildi ama kanunlarda değişiklik olduğu için paçayı sıyırdım... Basın özgürlüğü dışta olan bir özgürlük değildir. Gazetecinin içinde “özgürlük” yoksa dıştaki özgürlükten yararlanamaz.
1969’da yurtdışına kaçmıştı. ‘Neden?’ diye soruyorum.
“Normal pasaport ile ve tamamen normal şekilde çıktım. Bir yazım dolayısıyla ağır cezada hapse ve sürgüne mahkum olmuştum. Henüz bitmemiş başka davalar da vardı. Önce hacca gittim. Üç ay Suudi Arabistan’da kaldım. Oradan Ürdün’e geçtim Ürdün’den Lübnan’a gittim. Beyrut’ta ev tuttum. Birkaç ay sonra Almanya’ya... Orada beş sene ikamet ettikten sonra af kanunu çıkınca yurda dönebildim. 1971 darbesinde sahibi olduğum iki günlük gazete Nihat Erim hükümeti tarafından kapattırıldı ve aktif gazetecilik hayatım sona erdi.
Yıl 1998.
28 Şubat sürecinde hakkında çok sayıda dava açılan Eygi, yazıları nedeniyle İstanbul DGM’de hakim karşısında Sağmalcılar, Gerede, Şile cezaevlerinde kaldığını biliyoruz. O günleri unutamadığını söylüyor:
“Üç yazım dolayısıyla üç ayrı ceza almıştım. Sağmalcılar gerçekten facialar yurdu idi. Bir müddet revirinde kaldım. Gazinocular Kralı Fahrettin Arslan da oradaydı. Bir sabah zincirlere vurularak sevk arabasıyla Gerede’ye gönderildim. Orada da epey çile çektikten sonra Şile’ye... Hiç unutmuyorum, 29 Ekim 1985 günü tahliye edildim.
YALNIZLIK SIĞINAKTIR
Evde televizyonu olmayan, gazete almayan Eygi, Milli Gazete’nin en çok tıklanan yazarı olarak dünyayı internetten takip ediyor ama twitter kullanmıyor: “Teknolojik yeniliklerden geri durmam lakin bilgisayarkolik de olmam. Yalnızlık en büyük sığınaktır. İnsan en fazla evinde hürdür. Müslümanım ama iyi bir Müslüman olduğumu asla iddia etmem. Kendimi aydın, çok kültürlü, faziletli bir insan olarak kabul etmem. Bütün hamlıklarım, kusurlarım, günahlarım hatta bazen yapmış olduğum eşeklikler için ‘keşke’ dememem mümkün mü?”
1990’lı yıllar. Çamlıca çayı ve simidin fikir babası olan Eygi, halka ucuz ve kaliteli yemek ve kahvaltının tarifinde bulunuyor.
ESRARLI BİR YEMEK
Gurmeliğiyle de ünlü Eygi’ye, en güzel kurufasulye pilavı, çay ve simidin nasıl yapılacağını soruyoruz: “En güzel pilav basmacı veya amberbu pirinciyle yapılır. Önce tencerede kavrulur. Sonra su ilave edilir. Pirinç kavrulursa piştikten sonra taneleri birbirine yapışmaz. Bazı pilavlar misler gibi kokar. Kuru fasulyeye gelince onun esrarını anlatmak çok uzun sürer... Kültürsüz ve medeniyetsiz kimselere dünyanın en lezzetli kuru fasulyesini ve pilavını ikram etseniz ne çıkar? Her yerde yenilmez. Kapalıçarşı havuzlu lokantada yenebilir.
Türkiye’de halkın yüzde 99’u hoşaf yahut bulaşık suyu gibi çay içmekte. Paris’te “Le Palais des Thes” mağazasında iki yüz elli çeşit çay satılmakta, bir de çay okulu var. Bizim çay ve kahve kültürümüz maalesef (nadir istisnalar dışında) sizlere ömür. Madeni demlikte güzel çay olmaz. Türk kahvesi kıvılcımlı külde, ispirtolu kamenotada veya kısık ateşte on dakikada pişirilir. Kaynar suyla pişerse kahve değil acı bir sudur. Kaliteli buğday unundan yapılmış, üzerindeki susamların genetiği düzgün bir simit, yanında yeterli miktarda kaşkaval peyniri, bir iki bardak da çay, işte büyük bir ziyafet... Anlayana!”
19 yıl süren mulazamet
“Muallim Mahir İz Beyefendi, bana üstatlık etmiş çok faziletli bir şahsiyettir. 1952’den itibaren 19 yıl ona mülazemet ettim. Kendisi baba ve anne tarafından seyyid imiş, 17 yılda bunu bir kere bile söylemedi. Necip Fazıl büyüğüm ve üstadımdır. Rahmetle anarım. Onu tenkit etmeyi, hatırasına gölge düşürmeyi aklımın köşesinden bile geçirmem. Sezai Karakoç 1952’den bu yana kadim dostumdur. Ali Fuat Başgil, Eşref Edip, Nurettin Topçu, Şeyh Muhammed Zahid Efendi, Şeyh Sami Efendi, Şeyh Muzaffer Ozak Efendi’nin görüşlerinden yararlandım.” ( SELİM EFE ERDEM-STAR)
SON VİDEO HABER
Haber Ara