Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Hayrettin Karaman'ın fetvası tartışılıyor!

'Müslümanlara düşen vazife daha fazla bölünmek, daha fazla çatışmak yerine birleşmek, bütünleşmek, hak ve adaleti birlikte sağlamak için işbirliği yapmak, birlik, dirlik ve düzenimizi bozarak meşru olmayan menfaat devşirme peşinde olanlara fırsat vermemektir. Mevcut düzen bu davranışa engel değildir.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-05-10 17:05:24

Hayrettin Karaman'ın fetvası tartışılıyor!
TİMETÜRK / Umut İslam

Son zamanlarda sıkça tartışılan konulardan biri federasyon. Türkiye'de ilk olarak BDP'nin talebi olarak karşımıza çıktı. Kürt Sorunu'nun çözümüne dair ortaya attığı "yerinden yönetim" talebi birçok tartışmayı da beraberinde getirmişti. BDP'nin bu önerisi üzerinden gerçekleşen tartışmalar uzun bir süre gündemdeki yerini korudu. BDP bu talebinde her seferinde sıkça dile getirmeye devam ederken, şimdi bu tartışmanın bir benzeri de   Irak'ta, Kerkük'ün Kürdistan'a bağlanması ile alakalı gündeme geldi. Bağdad uzman ulema Proflarından olan Abdulkerim Zeydan’ın  ; Federatif veya bölgesel sistem adı altında Irak'ın bölünmesi, izalesi farz olan bir münker (meşru olmayan bir tasarruf)tur fetvası üzerinden Hayrettin Karaman'ın, Kundakçı hikayesi üzerinden verdiği "Bölünmeye giden yol kapatılmalıdır" fetvası. Tartışmayı tekrardan hararetli bir boyuta taşıdı. Hayrettin Karaman'nın bu tartışmalı fetvasına ilk olarak  Islahhaber yazarlarından Hasan Postacı "Kürdistan İslam Partisi, Bölünme Fetvası Neyin Habercisi? " yazısı ile katıldı. Ardından ise Mazlumder Bursa Şubesi başkanı olan Şakir Çalışkan'dan "Hayrettin Karaman Hoca’dan Sorunlu “Kundakçı” Fetvası" yazısı ile katıldı. Son olarak da sitemiz yazarlarından Ali Öner : "Hayrettin Karaman Hoca’ya ne oldu?"  Bu tartışma uzunca bir süre gündemden düşmeyeceğe benziyor. İşte o tartışmalı fetva ve buna karşı yazılmış yazılar;


Bölünmeye giden yol kapatılmalıdır

Hayrettin Karaman


Vaktiyle bir "kundakçı" hikayesi dinlemiştim. Bir şehirde kundakçılar türemiş; evleri, dükkanları, başkaca mekanları yakıyorlarmış. Birgün bir eve yaşlı, perişan kılıklı bir adam gelmiş, yatacak yeri olmadığını söylemiş ve çatıda barınmasına izin vermeleri için yalvarmış (Bu kundakçının ilk adımı). Evin sahibi adama acımış, kundakçı olmayabilir diye izin vermiş. Birkaç gün sonra ihtiyar elinde bir miktar çalı çırpı ile eve gelirken (Bu kundakçının ikinci adımı; yakacak topluyor) ev sahibi görmüş, "Bunlar ne?" diye sormuş, "Yola atılmış, zayi olmasın diye topladım, belki lazım olur" cevabını almış; "kışın lazım olur" demek istiyor" diye yorumlayıp dokunmamış. Bir başka gün ihtiyarın elinde kibrit ve çıra görmüş (bu üçüncü adım), "Herhalde gece uyanınca ışığa ihtiyacı oluyor" diye düşünmüş ve dokunmamış. Sonunda bir gün sahibi evine gelirken çatıdan alevler çıktığını görmüş, pişman olup döğünmüş ama iş işten geçmiş ve kundakçı işini görmüş.

İslam fıkıh usulünde "Seddü'z-zerâi'" diye bir hüküm yöntemi (fer'î asıl) var; buna göre mübah olan bir fiil, bir izin, bir tasarruf adım adım yasak ve haram olana doğru gidiyor, buna yol açıyor, bu sonucu doğuruyorsa, o "mubah serbest, helal" olan fiil... caiz olmaktan çıkıyor, yasaklanıyor. Bu kuralın, normal hayatı olumsuz etkilememesi ve hak ve hürriyetleri ölçüsüsüz kısıtlamaması için dikkatli olarak kullanılması da gerekiyor.

Hikayemizde yersiz yurtsuz bir adama yatacak, barınacak bir yer sağlamak mübah değil, müstehab, sevaplı, güzel, insani bir eylem. Lakin ortada yaygın bir tehlike var (kundakçılık) ne idiüğü belli olmayan bir adamı çatıya yerleştirmenin de buna yol açabileceği ihtimali varid; işte bu durumda seddü'z-zerî'a prensibi işletilmeli idi.

Bunları niçin yazdım?

Çağdaş İslam hukuk alimlerinden Prof. Dr. Abdulkerim Zeydân ile ilgili bilgi topluyordum, onun 2010 yılında yayınlanmış ve 2011 de teyit edilmiş bir fetvasına rasladım. Fetva Kerkük'ün Irak'tan ayırılarak Kürdistan'a bağlanmasıyla ilgili. Zeydan şöyle diyor:

"Federatif veya bölgesel sistem adı altında Irak'ın bölünmesi, izalesi farz olan bir münker (meşru olmayan bir tasarruf)tur. Bunu yapmak isteyenlere fiil, söz, destek, övgü, finansman vb. şekillerde yardımcı olmak caiz değildir. Hatta bunu yapanlarla ilgiyi kesmek, onlara karşı protest tavır takınmak gereklidir. Bu teşebbüs (tefrika, ümmetin birliğini bozmak) büyük günahlardan olduğu için teşebbüs edenlerin tazir çerçevesinde cezalandırılmaları meşru olur."

Zeydân bu fetvasına gerekçe olarak iki madde üzerinde duruyor:

1. Ayrılık için ileri sürülen gerekçeler ve mevcut duruma yönelik şikayetler böyle bir karar ve eylem için yeterli değildir. Bir yanlış, bir kötülük, ona denk veya ondan daha büyük bir yanlışla, bir kötülükle izale edilemez.

2. Müslümanların temel referansı dindir. Dinin caiz görmediği bir fiil, herhangi bir gerekçe ile tecviz edilemez.

Bizde bazı "insan hak ve hürriyetleri" havarileri de "federalizm dahil her şey konuşulabilir" gibi laflar ediyorlar da,o hikayeyi ve bu fetvayı bir katkı olur diye naklettim.

"Burası laik bir ülke, devlet yaptığını İslam'a göre mi yapıyor ki, siz bunu meşru görüp farklı teşebbüsleri din adına mahkum ediyorsunuz?" diye bir itiraz ileri sürülebilir.

Cevabım şudur:

Devlet laik diye Müslümanlar, serbest oldukları alanlarda İslam'ı uygulamıyorlar mı, imanları gereği buna mecbur değiller mi?

Durum böyle ise Müslümanların bütün farklılarla beraber üzerinde yaşadığı, ecdad yadigârı, ümmetin mülkü olan bu toprakları –yakın tarihte olanlara ek olarak- daha fazla bölmek meşru olmadığına göre Müslümanların bölmeye karşı tavır almaları gerekmez mi?

Müslümanlara düşen vazife daha fazla bölünmek, daha fazla çatışmak yerine birleşmek, bütünleşmek, hak ve adaleti birlikte sağlamak için işbirliği yapmak, birlik, dirlik ve düzenimizi bozarak meşru olmayan menfaat devşirme peşinde olanlara fırsat vermemektir. Mevcut düzen bu davranışa engel değildir. Kürt, Türk, Arab, Farsî, Berber... bütün Müslümanların âkıl adamları, Müslüman kanaat önderleri bir araya gelmeli, olup biteni müzakere etmeli, ümmetin yoluna ışık tutacak açıklamalar yapmalıdırlar. Düzen buna da engel değildir.

_________________________________________________________________________

Tefrika Savunulamaz

Hayrettin Karaman


'Bölünmeye giden yol kapatılmalıdır' başlıklı bir yazı yazmıştım. Hemen her yazıda olduğu gibi buna da katılan ve katılmayan, beğenen ve beğenmeyen, yumuşak veya sert/incitici ifadelerle tepki veren okuycularım oldu.

Alim/fakih Abdulkerim Zeydan 'Bölücülere fırsat vermemeli, ısrar edenler cezalandırılmalı' diyordu. Buna karşı 'Zaten sizin işiniz zulümdür, işkencedir, cezalandırmaktır' cevabı geldi. Arkasından da şu sorular: 'Peki vaktiyle Suriye, Irak, Ürdün... ayrılıp ulus devletler olurken bu alimler nerede idi, niçin bunu engellemediler?'

Suçluya ceza vermek ne şahsi intikamdır, ne de zulümdür. Şeriata/hukuka göre suç olan ve sabit bulunan fiil cezalandırılr; cezanın felsefesinde belki bir miktar 'intikam' unsuru da vardır, ama ağırlıklı olan sebep daha derin, daha kapsamlıdır.

Osmanlı yenilip dağılma sürecine girince içeride ve dışarıda faaliyet gösteren, ortak ve özel menfaatleri bulunan bölücüler devreye girdiler ve bir büyük devletten (ümmetin olabildiğince büyük camiasından) birçok uyduruk ulus devlet çıkardılar. Bu sürece girmeden önce bu sonucu gören alimler gerekli uyarıları yaptılar, İslam birliği için yollar, yöntemler gösterdiler. Tefrika felaketi kapıyı çalınca da herbir parçada yaşayan basiretli alimler buna karşı çıktılar, birliğin bozulmaması için çaba gösterdiler; ama bir kere ok yaydan fırlamıştı. Bölünmeden sonra uyduruk devletçikler arasında 'bir şekilde birlik' oluşturmak için gayret edildi ve hâlâ da ediliyor. İslam ülkeleri arasındaki örgütlenmeler, işbirlikleri, diyaloglar, sıfır problem hedefleri... işte bu bütünleşmeye yönelik çabaların örnekleridir. Tabii şeytanın da vazifesi var, o da boş durmuyor, birileri bağlıyor, birileri çözüyor. Birileri barıştırıyor, birişleri araya fitne fesat sokuyor...

'Belli bir dili konuşan Müslüman topluluğunun ayrı bir devlet kurmasını yasaklayan ayet veya hadis mi var' diye de itiraz edilmiş.

Pek çok ayet ve hadis var da bir tanesini hatırlayalım:

'Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.' (Âl-i İmran: 3/103).

Müslümanlar ayrı ayrı ulus devletler kurunca bölünmüş, parçalanmış oluyorlar. Sonra 'ulusal egoizm ve çıkar' din kardeşliğinin, ümmet birliğinin ve çıkarının önüne geçiyor. Sözde Müslüman uluslar, bazen kafirlerle işbirliği yaparak kardeşleriyle savaşıyorlar.

Eğer Müslüman isek, bu sözün manasını ve şümulünü biliyorsak yapacağımız tek şey 'davranışlarımızı dinimize uygun kılmaktır'. Ümmeti daha fazla bölmenin ve birbirine düşürmenin İslam'da yeri olduğunu kimse iddia edemez. İşte bu sebeple o yazıyı şöyle bitirmiştim:

'Müslümanlara düşen vazife daha fazla bölünmek, daha fazla çatışmak yerine birleşmek, bütünleşmek, hak ve adaleti birlikte sağlamak için işbirliği yapmak, birlik, dirlik ve düzenimizi bozarak meşru olmayan menfaat devşirme peşinde olanlara fırsat vermemektir. Mevcut düzen bu davranışa engel değildir. Kürt, Türk, Arab, Farsî, Berberî... bütün Müslümanların âkıl adamları, Müslüman kanaat önderleri bir araya gelmeli, olup biteni müzakere etmeli, ümmetin yoluna ışık tutacak açıklamalar yapmalıdırlar. Düzen buna da engel değildir.'

__________________________________________________________________________________________________

Bizi bölmeye zorlayan sınırlar

Cihan Aktaş


Gazeteci arkadaşlarımızla ilgili durum belirsizliğini yitirdi, dönmeleri bekleniyor; Adem Özköse veHamit Coşkun birkaç güne kadar Şam’da mahkemeye çıkarılacak.
Yazı yazdığım köşenin adından da anlaşılacağı gibi, üzerinde düşünüp durduğum sınır olgusunu Özköse ve Coşkun’la ilgili gergin bekleme döneminde yeniden tartışmaya açtım kendi içimde.

İyi ve doğru olana doğru yaklaşma çabamız her zaman sınırlarla malûl; zafer, keşif hatta özellikle öğrenme adına üzerine giderken sınır çizgisi uzaklaşmaya meyyaldir çünkü. Gerçekliğin öteki yakası bütün bilinemezliğiyle mayınlı sınır alanı; Baas Suriye’si işte böylesine kıpırtısız bir toplumla oluşmaya mecbur edilmiş bir ülke, içinde ilerlerken bile tuzak kurulmuş olabileceği endişesi yüzünden sınırı aşmış sayılmıyorsunuz.

Sınır, ufuk yasağıyla gerçeklerden kaçma temayülüne meşruiyet kazandırır. Kısa görüşlü medyamız ise bütün çağdaşlaşma kibriyle, baskı altındaki insanlara değil, kraliçenin “türbansız” şıklığına çeker dikkatinizi.

Türkiye’de kayıtlı 23 bin Suriyeli olduğunu açıkladı Başbakan Erdoğan. İki ülke arasındaki 910 kilometrelik sınırın iki yakasında bölünen akrabaların, komşuların nüfusu çok daha yüksek bir rakama ulaşıyor olmalı.

Can korkusu, sorumluluk, ekmek kavgası... Aşikâr tehditlere rağmen sınırları aşmaya zorlayan nasıl bir duygudur... Şu soru ulus-devletler çağında daha da çarpıcı bir şekilde cevapsız bırakılıyor: Ulusal sınırların içinde yaşanan azaplar ulusal mesele olarak görülmekle kalınabilir mi...

Ülkeye yasadışı yollardan gelmek ile suçlanıyor Adem Özköse ile Hamit Coşkun. İnsanlar her türlü tehlikeyi göze alarak sınırlardan taşıyorsa, bir yerlerde bir yanlışlık olduğu gelir akla. Bölücülük denen suç da işte bu mesnetsiz sınırlar nedeniyle yaşanıyor ve yine gönye hesabına dayalı sınırlar bölünme diye bir korkunun toplumların üzerine kâbus gibi çökmesine sebep oluyor. Uludere’yi hatırlamamak mümkün mü? İşte bütün muğlâklığıyla kanlı sınır; ekmek öte tarafta ve aslanın ağzında.

***

Hayrettin Karaman Hoca’nın bölünmelere karşı uyaran fetvasını “Dinde federasyon var mı?” manşetiyle yayınladı Timetürk sitesi. Aynı haberde bu fetva bağlamında yer alan Şakir Çalışkan’ın imzasını taşıyan yazıda ise şöyle bir soru vardı: “İnsanların farklı düşünmesi, hatta başka şekillerde yönetmek veya yönetilmek istemesi nasıl ve neden günah olsun, tazirle cezalandırılsın?”

Sınırların hiçbir dönemde olmadığı kadar daraltıcı ve katı olduğu dünyamız, aynı zamanda insanî meselelere ilginç bir şekilde evrensel ölçeklerle bakmaya da zorluyor. Allah’ın ipine sıkı sıkı sarılarak dikey bir varlık geliştirmenin en değerli yolu yatay bir varoluşu sınırlarla teminat altına almaktan geçmiyor.

Ta Rize’den Nermin Şahsi aktardı: Genç kızlar biraraya geliyor, grup halinde Suriye sınırına gidiyor. Suriye barışı için katkı olur diye İmam-Hatip Lisesi’nden çocuklar ayraç yapıyor, konferanslar düzenliyor; Kehf Gençlik Hareketi gibi bir isimle zaman sınırını da aşarak Afrika’da açlık bitsin diye, projeler hazırlıyor. ABD’de yaşayan Müslümanların kurduğu bir internet grubunda bakıyorsunuz insanlar Moritanya’da hükmünü sürdüren köleliği tartışıyorlar.

Ulus-devlet ümmetçi duyarlığa dar geliyor, ancak bunun anlamı daha geniş sınırların Müslümanların yekpare varlığını garanti ediyor olması değil.

Ümmet (veya millet) aynı zamanda mesela ABD’de bir cami cemaatini, Güney Afrika’da bir Müslüman topluluğu içine alıyor. Aklıma Şeriati’nin millet tanımı geldi yine: Öze dönüş toprağa ve ırkçı açıklamalara dönüş değil, varoluşsal bir sancıyla olası bir yeniden doğma yolculuğu; bir millet de ortak bir sancı duyan insanların toplamı.

Ulus-devlet ise toplumsal homojenliği sağlamak adına kendi içinde mayınlı sınır arazileri oluşturmaya zorunlu. Bu yüzden, harita sınırının ötesinde yaşanan felaket içerilerde dikiş atmalara sebep oluyor. Dikte edilmiş sınırlar yekpare tasarlanmış varlığın güvencesi olmaya takat getiremezken, mayoz bölünmelere ivme kazandırıyor.

Ötesi boşluk olan, ötesi derin bir hapishaneye ve şayia iklimine dönüşerek genişleyen sınır... “Bünyevi imkânsızlık” diyor Zizek... İnsan olmayı sürdürme yolunda “imkânsız” sınır orası, bütün derinliğine rağmen kolektif bilincin hakiki anlamda tanımlayamadığı bir hat, Adem ile Hamit’in pasaportsuz geçmeye çalıştığı...

***

Kayıplara karışanı görünmez kılan sınırlar sadece haritalarda nakşedilenler değil. Cumartesi Anneleri, tam 371 haftadır kayıpların adlarını haykırıyor. Son toplantılarında 1992 yılında kaybedilen Hüsamettin Yaman’ın abisi Feyyaz Yaman, kardeşi ve Cumartesi Anneleri’nde adı anılan her isim için “gözaltında kaybedilen” lafının artık lügate sığmadığını, çünkü bu insanların gözaltında kaybedilmediğini, devletin tetikçileri tarafından öldürüldüklerini söylemiş. Ayhan Çarkın, “Ben operasyon için emir aldım. Bu çocukları yoldan aldım. Kamyonete bindim. Gençtiler, çocuk gibiydiler. Gözlerini bağladık, yere diz çökerttik. İşkenceleriniz bizi yıldıramaz diye slogan attılar. Biz onları orada infaz ettik” diye anlatmadı mı...



___________________________________________________________________________________________________




Birlik mi Parçalanma mı?

Abdulaziz Tantik

Hayrettin Karaman Hoca ümmetin birliğine iki yazı ile vurgu yapmıştı. Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde yayınladığı bu yazılar ilginç eleştiriler aldı, almaya da devam ediyor…

Tepkilerin ulusalcı Kürt muhalefetinden gelmesi anlaşılabilir bir şey. Çünkü Kürtler ağırlıklı olarak dindar müslümanlardır ve onlar için dinin emirleri önemlidir. Bu yüzden federatif arzuları olanlar veya bağımsız Kürt devleti isteyenler elbette ki Hayrettin Karaman’ın bu yazılarına tepkili olabilir. Bunun başka anlaşılabilir sebepleri de var. Ancak İslamcı kesimden bu yazıya tepki verenleri anlamak biraz zor görünüyor. Ayrıca bu yazı ile İslamcıların nasıl bir değişim yaşadıkları ve bu değişim çerçevesindeki zihni mülevveslikleri de ortaya çıkmaktadır. Hocaya karşı çıkarken, ümmetin bütünlüğünü savunduğu için devletçi olduğunu ifade etmek ve onu din istismarcısı olarak değerlendirmek ne kadar haklı olabilir? İnsan bir yargıyı yazılı olarak ortaya koyduğu zaman üzerine düşen sorumluluğu da düşünmelidir. Fetva bir başka alime ait ve Hoca bu fetvayı yeniden hatırlatırken ümmetin içinde bulunduğu ahvali dikkate alarak ayrışmanın ciddi bir sorun olduğu vurgusu yapıyor. Ayrıca “kundakçı hikayesi” de bunu en güzel ifade eden bir öykülendirmedir. İtirazı anlamak cidden zor…

Meseleyi siyasi görüşlerin dışından temellendirelim: Ulus devlet projesi ümmetin kendi dinamiklerinden hareketle kurguladığı ve uygulamaya koyduğu bir proje midir? Eğer değilse -ki asla değil- o zaman elimizde ulus devlet olmaya yönelik siyasi hamleleri meşru gösterecek ne var? Ayrıca siyasal alanda uluslararası ilişkilerde siyasi bütünleşmeye yönelmek bir temel çıkış noktası olarak ortaya konuyorsa bu ümmetin ayrışarak emperyal siyasetlerin oyuncağı olması bizi memnu mu edecek? Bu nasıl bir zihni duruş ki Hoca ortaya çıkan oyunu bozacak bir şey söyleyince kendisine söylenmedik bir şey bırakılmıyor ve buna koro olarak İslamcı olduğunu düşündüğümüz insanlarda katılıyor?

Temel bir usul hatası söz konusu: Haram üzerine oluşturulmuş bir eylemi birileri yaptıysa bu onu meşru göstermez! Yani Arapların, Türklerin ulus devlet yapısını kurması Kürtlerin dört ayrı bölgede ayrışması doğru bir eylem mi ki İslam bunu tecviz etsin? Yaramaz çocuklar gibi “Bana ne sen haram da olsa bunu yaptın, ben de haram olsa bile yapmak istiyorum” demekten başka bir söyleme indiremeyeceğimiz bakışı meşru mu göreceğiz?

Bu durum olaylar karşısında parçacı tutum ve reel politik argümantasyonlarla dini hakikatin bulunmayacağını açıkça ortaya koyuyor. Alim, entelektüel ve aydının görevi her halukarda doğruyu ilkeye uygun bir şekilde dile getirmek olmalıdır. İslam’ın temel hedefleri ve vizyonu konusunda kafası karışık olanlar ya da baskın kültürel karakterden etkilenenler bu hedef ve vizyon konusunda kafa karışıklığı yaşıyorlar. Halbuki açık bir durum var: Nass’ın sarahaten ortaya koyduğu gerçek ve siyasal gelişmelerin kesin bir şekilde işaret ettiği doğru; ümmetin meşru yöntemlerle birleşme ve bütünleşmenin yollarını açığa çıkarmak için cehd ve çaba içinde olmalarıdır. Bütünleşme yolunda atılan her adım hasenat olarak tanımlanırken ayrılık adına atılacak her adım seyyiat olarak tanımlanacaktır. Çünkü Allah sadece özel ve tüzel kişiliklerin menfaatini değil, ümmetin geleceğini hesaba katar. O yüzden ayetler birlik ve dirlikten bahseder, ayrılığın ölüm olduğunu dile getirir ve bunu sürekli hatırlatır.

Burada şunu da unutmayalım ki “Bu ayet ve hadislerde var mı ki?” sorusu sapma adına ortaya konulmuş bir ifade kalıbıdır. Öncelikli olarak rıza-i ilahiyi hesaba katmalı, kendi çıkarını veya siyasal beklentilerini değil! Bir şey açıkça ayette ve hadiste olmayabilir. Ancak ayet ve hadislerin ortaya koyduğu külli mantık içinde veya güncel deyimi ile ruhundan hareketle temellendirilmelidir. Bu istismar edilebilir derseniz, Allah (c.c) gibi mutlak bir hakikat bile istismara tabi tutulabilir. Mü’mine düşen ise bu istismara kanmaması ve doğruyu bulmaya cehdetmesidir. O yüzden önceliğimiz mü’min olmaksa doğruya yakın oluyoruz demektir. Çünkü herhangi bir siyasi vizyon veya gelecek mü’mini belirleyemez! Eğer belirliyorsa bu mü’minliğin zedelendiği anlamına gelecektir ve günahkar bir mü’minin sözleri kaale alınmaz! Zira güzellik ancak güzel insanların eylem ve sözlerinde tebellür eder.

Bu gerçeği unutmadan yapılan tartışmaları dikkatle izlemek ve kimin nerede durduğunu kavramak adına kemal-i ciddiyetle takip etmek kaçınılmaz olmalıdır. Çünkü sadece bu dünya değildir yaşanılacak olan, asıl yaşam ‘ahiret yurdu’ diye tanımladığımız öte dünyadır…

__________________________________________________________________________



Hayrettin Karaman Hoca’ya ne oldu?

Ali Öner


Hayrettin Karaman Hoca 19 Nisan ve 29 Nisan tarihlerinde Abdulkerim Zeydan’dan bir alıntı yaparak Yeni Şafak Gazetesi’nde iki yazı yayınlandı.

İlk yazı bir kundakçı hikâyesiyle başlıyordu. Güzel bir hikâye, özellikle fıkhı bir sonuca varmak için böyle hikâyeye ihtiyaç vardı. Meşru bir durumun, olabileceklerden hareketle nasıl yasaklanabileceğini gösteriyor bize.

Hayrettin Hoca dillendirmemiş ama mutlaka çok iyi biliyor. İslam hukukunda “gaibin şahide kıyası” kurallı var. Bu hikâye ve Zeydan Hocanın verdiği fetva bu kurallı işleyerek sonuca varmış.

Bu kural çokça işlendiğinden Hocalarımızın bunu izlemeleri kadar doğal bir şey yok zaten. Fakat sorun bunun doğru bir sonuca bizi götürüp götürmediğidir.

Yine Hayrettin Hoca benden çok daha iyi biliyorlar ki, bunu gerçekleştirmek için âlimlerimiz sınırları, sıhhatinin şartları için çok ciddi uğraşlar vermiştir.

Sıhhat için iki temel şart belirlemişler:

Birincisi; Bir gaibin şahide kıyası için her ikisinin de aynı tabiatı taşımaları “temelde” müşterek olmaları gerekiyor.

İkincisi; Bu temellerin ne olduğunu bilmek için “sebr” ve “taksim” işlemlerini yapmak gerekir. El- Cabiri bunları şöyle açıklamaktadır. “Taksim” burada kıyas edilen ile (gaible) üzerine kıyas yapılanı (Şahidi) tüm yönleriyle analiz etmek, aralarındaki ortaklığı bulabilmek için her ikisinin tüm niteliklerini araştırmak demektir.

“Sebr” ise, bu ortak niteliklerin hangileri ikisinin de “özünden” olabilir sorusunu cevaplamak için hepsini teste tabi tutmaktır.

Biz burada bu şartların hiçbirinin gerçekleşmediğini görmekteyiz.

Fakat bu kıyas o noktaya geldik ki artık her şey, her duruma kıyas edilir hale geldi.

Bir kundakçı hikâyesinden girilerek, bir siyasi meselenin ve ayrışmanın günah olduğu boyutuna kıyasından nasıl varıldı, bunu hala anlayabilmiş değilim.

Tamamen İslam dışı olan ve İslami değerlere savaş açan yönetimlerden ayrılmak isteyen kişi ve gruplara yukarıdaki şartlarda böyle siyasi fetvalarla sonuca gitmek ne kadar İslamidir sorusu sorulmalı değil midir?

Abdulkerim Zeydan;"Federatif veya bölgesel sistem adı altında Irak'ın bölünmesi, izalesi farz olan bir münker (meşru olmayan bir tasarruf)tur. Bunu yapmak isteyenlere fiil, söz, destek, övgü, finansman vb. şekillerde yardımcı olmak caiz değildir. Hatta bunu yapanlarla ilgiyi kesmek, onlara karşı protest tavır takınmak gereklidir. Bu teşebbüs (tefrika, ümmetin birliğini bozmak) büyük günahlardan olduğu için teşebbüs edenlerin tazir çerçevesinde cezalandırılmaları meşru olur." Bu fetva dinin istismarı değilse nedir?

Aynı şekilde Hayrettin Hoca’nın bu fetvayı savunan yorumlarda bulunması siyasi bir tavır değil de nedir acaba?
Abdulkerim Zeydan ve Hayrettin Hoca’nın fetvaları iktidarlara yakın durarak, devlet karşısında duranları mahkûm eden bir anlayıştan kaynaklanmıyor mu?

Özellikle Türkiyeli Müslümanların söylediklerine büyük önem verdiği Hoca’nın bu iki yazısında sistem dışı bir makamda görülen Hoca, sistem içi bir makama mı evrildi soruları sorulmalı değil midir?

Hoca verdiği fetvalarla toplumu yönlendiren biridir. Abdulkerim Zeydan’ın fetvasından hareketle vardığı sonuç toplumu birleştirmekten çok ayrıştırmaya götüren yönü göz önüne aldı mı acaba?

Yine soramadan yapamıyorum. Acaba mevcut iktidarı koruma adına kundakçı hikâyesinden hareketle “gaibin şahide kıyası”nı yaparak dini bir istismar mı gerçekleştirdi?

Hocam merakımı mazur görsün. Yazılarından ve kitaplarından faydalanan biri olarak bu üslubun Hoca’ya yakışmadığını ilk yazıya gelen eleştirilere verdiği cevabi yazıda daha vahim bir hal aldığını üzülerek belirtmem gerekiyor.

Hoca sıradan bir insan değil, İslami kesim üzerinde ağırlığı olan biri, onun için söylediğinin nereye varacağını bilmelidir. Mevcut zulüm sistemlerini haklı gösterme adına ezilenlerin kundakçı konumuna sokulması hem Hoca hem de bu kesimlerin tümü için üzücü bir durumdur.

Birileri tarafından “Hoca din üzerinden sistemin zulmünü temize çekiyor” demelerinin önü alınamaz.
Çünkü bu iki yazıda da “din kullanılarak zalim sistemler meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır” anlaşılmaktadır.

Hayrettin Karaman Hoca’ya düşen bu yanlış anlaşılmayı gidermektir.


___________________________________________________________________________


Kürdistan İslam Partisi, Bölünme Fetvası Neyin Habercisi?

Hasan Postacı

Son günlerde Kürd sorununda yaşanan çok önemli gelişmeler var. Özellikle Uludere-Roboski'de 34 sivilin bombalama sonucu ölmesi karşısında ve sonrasındaki süreçte, tüm sivil tepkilere rağmen, klasik devlet aklını aşamayan hükümetin söylemi ve duruşu yeni bir olumsuz kırılma noktasını tarihe not düşerken, açılım politikalarının mimarı AK Parti hükümetini de Roboski'nin suç ortağı olarak toplum havsalasına kaydetti. Yani AK Parti'nin politik duruşu ilk kez Roboski ile sistem/statükoyla aynı paydada buluştu. Bu yönüyle Roboski, AK Parti'nin Kürd sorunu bağlamında yeni bir kırılma noktasını oluşturdu denilebilir.

Başbakan'ın cesaretli(!) söylemleri ile şekillenen yeni dönem Kürd politikasının başlangıç noktasının 12 Haziran 2011 seçimleri sonrası olduğu söylenebilir. Özellikle 14 Temmuz Silvan olayı sonrasında deklare edilen yeni dönem Kürd politikasının merkezinde "PKK'yı bitirme veya silahsızlandırma" var. O zamandan beridir devam eden askeri operasyonlar temel amacı PKK'yı bitirmek veya en azından pes ettirmek. Kürd sorununu PKK'yı bitirmeye indirgemek ise geçmişin tarihi hatalarını tekrarlamaktan öte bir anlamı taşımaz.

Temelde AK Partideki bu startejik değişiklik, bu yeni yaklaşım, PKK içindeki militarist kanadın istediği bir ortamı beraberinde getirdi. Ve sonuçta sürecin merkezine yine silahlı çatışmalar ve onun şekillendirdiği söylemler oturdu. Sivil siyaset üzerinden çözüm sürecini geliştirmesi/beslemesi beklenen aktörler, karşılıklı tehditler, meydan okumalar cenderesine söylemlerini kilitlediler. Son olarak BDP'li vekillerin canlı kalkan olma teşebbüsleri sivil siyasetin, militarist iklime mahkûm olmaktan kendini kurtaramadığını gösteren acı bir pratik olmuştur.

Diğer taraftan, basında psikolojik savaş ajanlığı yapmaktan öte işlevi bulunmayan kimi kallavi kalemler ise yangına benzin döken ajitasyonlar yapan, yorum ve analizlerde bulunuyorlar. Reel gerçeklikten uzak, derinliği bulunmayan, çözümden yana bir açılım içermeyen, "Türklerin neyi varsa, Kürdlerin de olmalıdır" gibi slogandan öte bir anlamı olmayan beylik cümleler kuruyorlar. Ülke gündemine sözüm ona damgasını vuran bu psikolojik savaş ajanlarının ne adına Müslüman Kürd Halkının sözcülüğüne soyundukları, kimden ve nasıl bir akreditasyon ile bu yetkiyi aldıkları ise ayrıca sorgulanmalıdır.

Çok daha acı olan ise İslami çevrelerin içinde bulundukları duygusal ve zihinsel iklim. Son olarak toplum nezdinde büyük saygınlığı olan Hayrettin Karaman Hoca'nın "bölünmeye giden yol kapatılmalıdır" odaklı fetvası, bu zihinsel iklimin önemli kırılma noktalarından birini oluşturmuştur. Bu fetvaya karşı hiçbir itirazın gelmemesi, temelde Kürd sorunu bağlamında İslami sorumluluk ve duruş sahibi tüm kesimlerin içinde bulundukları patolojik durumu deşifre etmektedir.

Hayrettin Hoca'nın temel kaygısı sanırım, son dönemde Irak'ta yaşanan gelişmelerdir. Bu fetvayla, bir yandan Kürdistan'ın bağımsız bir devlet olma sürecini bloke etmeye ve mevcut iktidarı bu bağlamada bir politik duruşa zorlamayı hedeflerken, öte yandan, İslami kesimleri bu yönde bir duruş almaya, tercihte bulunmaya zorlamaktır.

Bu yönüyle bakıldığında Hayrettin Hoca'nın verdiği fetva, İslami çevreleri bir tercihe ve duruşa zorlaması bağlamında, Kürd sorununa bakış açılarının netleşmesi bakımından olumlu olmuştur. Yani süreç artık bundan sonra flu duruşları ortadan kaldıracak ve herkes eteklerindeki taşları dökmek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla bir kırılma noktası oluşturan bu fetvanın bundan sonraki sürecin tüm kesimler açısından netleşmesini kaçınılmaz kılacağı düşünüldüğünde, sürecin gelişmesi ve derinleşmesi bağlamında olumlu olduğu bile söylenebilir.

Bu bağlamda verilen fetva, tüm İslami kesimlerdeki ironik, paradoksal duruşu görünür kılacaktır. Zihinlerde oluşan misak-ı millinin kutsallığını tartışmaya açacaktır. Kardeşlik, adalet, hak ve özgürlükler, ümmet birliği gibi politik söylemin sığ sularında iyice yıpratılmış, manipulatif, kamuflatif angajmanlara tabi tutulmuş kavramları belki, vahyin ikliminde yeniden daha gerçekçi ve vicdani zeminlerde konuşmanın, düşünmenin önünü açacaktır.

AK Partinin, sivil karakterli ve çözüm odaklı açılım politikalarını terk ederek, PKK'yı bitirmeye veya silahlı etkisini minimize ederek, yönetilebilir bir seviyede tutmaya dönük yeni dönem stratejisi, genel olarak iktidar partisi olmaktan kaynaklanan seçim kazanmaya, bir dönem daha iktidarını sürdürmeye dönük pragmatist bir tercihtir. Ama bu durum, AK Partinin kuruluş değerlerinden; hak, adalet, özgürlükler ve insan merkezli değişim misyonundan uzaklaştığını ve iktidar olmanın çözücü etkisinden kendini kurtaramadığını da gösterir.

Benzer şekilde, PKK'nin de kendi iktidarını sürdürme kaygısının Kürt sorununun çözümünün önünde her geçen gün biraz daha aşılamayan bir engele dönüştüğünü belirtelim. Bu kaygı, PKK'yi, sorunun çözümünden öte, kendi varlığını ve iktidarını muhkemleştirme öncellikli hesaplara, politik pazarlıklara itmektedir.

Yaşanan bu süreçte, PKK ve devlet arasına sıkışmış , iktidarın hesaplarının kirli ikliminde, Müslüman Kürd Halkının talepleri, beklentileri ve bu sıkışmışlık içinde yaşadıkları acıları, çığlıkları duyulmaz hale gelmiştir. Bu urum hayati bir temsiliyet sorununu her geçen gün daha bir elzem kılmakta ve oluşan siyasi boşluk kendini daha etkili hissettirmektedir.

Bir süredir Kürdistan coğrafyasında, çok çeşitli çevrelere konuşulan ve tartışılan bu temsiliyet krizi ve bunun doğurduğu siyasi boşluk, sonunda kendini "Kürdistan İslam Partisi" tanımlamasıyla ve de sürecin önemli tanıklarından ve yıllardır www.haberdiyarbakir.com sitesi üzerinden Kürd sorununa kafa yoran, fikir üreten ve değerlendirmeler yapan, Avukat Sıdkı Zilan ismi üzerinden kendini ilan etti. Oluşumun isminin bile PKK-devlet arasına sıkışmışlığın boyutlarını yırtmayı, aşmayı amaçladığı söylenebilir. "Kürd" kelimesi üzerinden PKK'dan beklediği, "İslam" kelimesi üzerinden AK partiden beklediği ama bulamadığı, hatta her bir aktörün kendi iktidarlarını sürdürmek için bu iki boyutu ayrı ayrı artık sömürmeye, kullanmaya başladığının tepkisini kendi isminden başlayarak gündeme getirdiğini söyleyebiliriz.

Bu oluşum ne kadar bu boşluğu doldurabilecek? Ak Parti gibi güçlü siyasi bir aktör ve PKK gibi acımasız bir güç karşısında ne kadar yaşama şansı bulacak? Bütün bunları yeni oluşumun donanımı, samimiyeti ile beraber ortaya koyacağı siyasi duruş ve söylemi belirleyecek. Kurtlar sofrasında bir kuzunun ben de varım, ben de buradayım demesi gibi koşullar çok zor ve sıkıntılı olmaz umarım!

___________________________________________________________________________


Hayrettin Karaman Hoca’dan Sorunlu “Kundakçı” Fetvası

Şakir Çalışkan

İtiraf etmem lazım ki bu yazıyı yazmam hiç kolay olmadı. Hayrettin Karaman Hoca’nın 19.4.2012 tarihli “bölünmeye giden yol kapatılmalıdır” başlıklı yazısını okuduktan sonra epeyce canım sıkıldı, bu yazıya bir şekilde cevap verilmeli en azından yazıda kafa karıştıran ve can sıkan bölümleri açması için hocaya bir kaç soru sorulmalıydı ama nasıl ve daha önemlisi kim yapmalıydı bu işi? Bana kadar düşer miydi koskoca Hoca’ya soru sormak, itiraz etmek. Düşmez/düşmemeli dedim bekledim. Bekledim ki biri ümmet adına bu görevi kırmadan dökmeden mümkün olduğunca usulüne uygun bir nezaket içinde ifa etsin ama olmadı, bugüne kadar kimse kendisine ne cevap verdi ve ne de soru sordu, o yüzden iş başa düştü, üslubumuzdaki kusurumuza da bakılmasın artık, ne demiş adam “Adım Hıdır, elimden gelen budur”.

Bazı insanlar vardır dünya görüşü ne olursa olsun herkes kendisine saygı duyar, onu günlük polemiklerin ve tartışmaların dışında ve üstünde görmek ister, ona bir çeşit hakemlik ya da ombudsmanlık rolü biçmiştir toplum. İşte Hayrettin Karaman Hoca’yı da şimdiye kadar öyle görüyor, görmek istiyorduk, ancak “kundakçı” hikâyesiyle başladığı yazısını okuyunca kendi açımdan Hoca’nın ombudsmanlık görevini askıya aldım.

Kabul etmek lazım ki “bölücülük” dendiğinde bu ülkede doğrudan Kürtler akla gelir, irtica dendiğinde nasıl Müslümanlar anlaşılıyorsa bölücülükle suçlanan kesim de hep Kürtler olmuştur. Bu nedenle “bölünmeye giden yol kapatılmalıdır” diye başladığınız yazıya “kundakçı” hikâyesiyle devam ederseniz Kürtler size ister istemez sorar; “Ne yani bu hikâyedeki kundakçı ben miyim şimdi?” Yetmez ilave sorular da sorar;

Mesela der ki; neden her zaman sen ev sahibi rolünde oluyorsun da ben de çatı arasına sığınan hain kundakçı, sahi neden? Neden ben hem sığıntı hem hain oluyorum? Hani bu ülke hepimizindi, hepimiz Müslümandık hani, Müslümanlar kardeşti hani? Aklımızdan ayrılık geçti diye hain kundakçı mı olduk hemen? Allah’ın kullarını laik Kemalist bir devlet çatısı altında yaşamaya mecbur eden bir ayet var mı? İngilizlerin cetvelle çizdiği sınırlarla oluşturulan ulus devletleri kutsamanın dayanağı nedir?

Ecdat yadigarı bu toprakları daha fazla bölmenin meşru olmadığı ön kabulüne dayandırdığı fetvasını bir ayete ya da hadise değil de başka bir fetvaya dayandırıyor Hayrettin Karaman Hoca .Pr.Abdülkerim Zeydan’ın fetvası yazıda geçtiği şekliyle aynen şöyle;

“Federatif veya bölgesel sistem adı altında Irak’ın bölünmesi, izalesi farz olan bir münker (meşru olmayan bir tasarruf)tur. Bunu yapmak isteyenlere fiil, söz, destek, övgü, finansman vb. şekillerde yardımcı olmak caiz değildir. Hatta bunu yapanlarla ilgiyi kesmek, onlara karşı protest tavır takınmak gereklidir. Bu teşebbüs (tefrika, ümmetin birliğini bozmak) büyük günahlardan olduğu için teşebbüs edenlerin tazir çerçevesinde cezalandırılmaları meşru olur.”

Bu yazıyı okuyanlar bizi de bölücülükle suçlayıp işin içinden çıkabilirler ama mesele o kadar basit değil, açık söylüyorum ben bu ülkenin bölünüp küçülmesinden yana değil, tam tersine bölge ülkeleriyle kurulacak yeni yeni ittifaklarla daha da büyümesinden yanayım. Bunun nasıl olacağı ayrı bir yazı hatta yazıların konusudur. Ancak mümkündür ki bazıları daha başka siyasal yönetim modelleri önersin, nitekim öneriyor. Benim anlayamadığım nihayetinde siyasi bir görüş nasıl olup da Hayrettin Karaman Hocanın fetva alanına giriyor ve derhal “önü kapatılıyor”. İnsanların farklı düşünmesi, hatta başka şekillerde yönetmek veya yönetilmek istemesi nasıl ve neden günah olsun, tazirle cezalandırılsın. Bir insan hakları havarisi olarak bunları soruyorum, lütfen cevap verir misiniz muhterem hocam.


_________________________________________________________________________________


SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara