Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Tehcirin unutulan hikâyesi: İnsan

Siyasetin sert kavgalarına malzeme edilen 1915 Ermeni tehciri, aslında insanî hikâyeler de barındırıyor. Milletlerin birbirini daha iyi anlama potansiyeli taşıyan hikâyeler ne kadar çok paylaşılırsa çözüm o kadar yaklaşmış olacak.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-05-03 00:03:33

Tehcirin unutulan hikâyesi: İnsan

Bir 24 Nisan haftası daha ‘geleneksel tartışmalar’ eşliğinde geride kaldı. 1915 yılında Anadolu’da yaşanan meşum Ermeni tehciri, yıllardır aynı rutin söylemler, ithamlar, inkârların gölgesinde tartışılıyor, geriye fanatizmin karanlığına teslim olmuş ruhlar bırakarak yerini başka gündemlere devrediyor. Bu yıl da aynı tabloyu izledik ve meseleyi, herhangi bir ülkenin senatosunda gündeme alacağı muhtemel bir ‘soykırım yasa tasarısı’ gelişmesine kadar rafa kaldırdık. Oysa 1915’te bu topraklarda kimsenin hafife alamayacağı acılar yaşandı. İmparatorluğun dağılması esnasında yaşanan bütün trajediler gibi 1915 olayları da toplumsal hafızamızda derin izler bıraktı. Maalesef bugüne uzanan siyasi hesaplaşmaların da aracı hâline geldi. Ermeni tehciri uluslararası arenada Türkiye’yi köşeye sıkıştıran bir ‘kart’ olarak kullanılırken, iç politikada korku siyasetlerinin dayanağı kılındı. Bu büyüklükte bir toplumsal trajedinin siyasi tezahürü olması kaçınılmaz; ama olayın insani boyutunun siyasi hesapların gölgesinde kalmasını engellemek, meseleyi hak ve adalet adına önemseyen herkesin görevi olmalı.  Çünkü siyasetin kuru ve pragmatist dili insanları birbirlerinin acılarına, korkularına, hayallerine yabancılaştırıyor. Bir sonraki hamlenin ne olması gerektiğini düşünen ‘müzakereciler’ hâline getiriyor.
  Hâlbuki bizim, ABD Başkanı Barak Obama’nın 1915’i nasıl tanımlayacağına değil, karşımızdakinin halet-i ruhiyesine kulak kesilmeye ihtiyacımız var. Birbirimizin acılarını, korkularını, beklentilerini dinlemeye ihtiyacımız var.  ‘Soykırım mıydı değil miydi?’ tartışmasını tarihçilere bırakıp Anadolu’nun kadim sakinleri olarak dertleşmemize engel olan şey nedir? Türklerin ve Ermenilerin 20’nci yüzyılın başında bölgeyi bir satranç tahtası hâline getiren Batılı güçlerin hakemliğinden ziyade birbirine güvenmeleri için daha çok sebebi var. Ama her iki tarafın uzun yıllar içinde oluşmuş toplumsal psikolojisi birbirini duymaya engel teşkil ediyor. Kelimeler, önyargıların ve yüzyıllık öfkenin kalın duvarlarını aşıp yerine ulaşamıyor.
  Türkler açısından bakıldığında, üç kıtada hüküm sürmüş bir imparatorluğun yıllar süren çöküş döneminde yaşananlar ve ‘yedi düvele’ karşı verilen kurtuluş savaşıyla, üzerinde var olunabilecek son topraklara sahip çıkılması, mevcut toplumsal psikolojinin nüvesini oluşturuyor.  Osmanlı’nın son döneminde bağımsızlığını ilan eden diğer etnik gruplara rağmen Ermenilerde bu teşebbüsün olmayışı bir minnet duygusunun ifadesi olarak onlara ‘millet-i sadıka’ payesi verilmesine sebep olmuş. Bu minnet duygusu ve güven, Ermenilerin de merkezî idareye isyan bayrağını açmasıyla büyük bir öfkeye dönüşüyor. Sonrasında Cumhuriyet ile birlikte başlayan kayıtsızlık hâli 1968’de Erivan’daki büyük gösteri ve akabinde ortaya çıkan Asala terörü ile değişmeye yüz tutuyor. Ermenilerin, yaşadıkları büyük trajediyi hafızalarında sürekli canlı tutmasını gerektiren şartlar, onların meseleyi tarihî, siyasi, kültürel olarak da yoğun şekilde çalışmasına imkân vermiş. Sonuç olarak ortaya çoğunlukla Ermenilerin çalışmalarından oluşan bir literatür çıkmış. Bugün ‘Türk tarafının sessizliği’ olarak görülen şey, biraz da bu manzara ile alakalı olmalı.
  Türklerin toplumsal psikolojisi ve grup davranışlarıyla ilgili çalışmalarıyla tanıdığımız Prof Dr. Erol Göka, bu sessizliğin iddia edildiği gibi suçu örtbas etmeye çalışmaktan ziyade, sorun karşısında ne yapılacağını bilememekten kaynaklandığını söylüyor.  Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi Göka’ya göre, bir yandan isyan etmedikleri için Ermenilere minnet, diğer yandan sorunun başlangıcında ortaya çıkan terör, düşmanla işbirliği ve Türkleri küçük düşürme tutumları sebebiyle öfke, aynı anda hissedilmekte. Yine aynı şekilde Türk tarafı her ne sebeple olursa olsun tehcirin binlerce masum insanı cezalandırmak anlamına geldiğini, bunun da bir ‘insanlık suçu’ olduğunu içten içe bilmekte, ama tehcir olmasaydı Ermenilerin savaş boyunca yapabileceklerinden de büyük endişe duymaktaydı. Göka, Türk tarafının elini kolunu bağlayan, ‘yüzleşme korkusu’ denilen kayıtsızlığa yol açan şeyin bu karışık ruh hâli olduğunu ifade ediyor.
  Ermeniler açısından ise durum daha net. 1915’te yaşanan tehcirde, yüz binlerle ifade edilen insanın ölümü ve doğup büyüdüğü topraklardan kopuşu, toplumsal hafızada köklü izler bırakmış. Yaralarını sarıp hep birlikte ortak bir geleceğe yürüyecekleri bir devlet tecrübesi olmaması ise acı olayı, etrafında millî kimliğin örüldüğü tarihî bir kırılma noktası hâline getirmiş. Ermeni tarihçi ve yazar Hakop Çakıryan’a göre, Ermeniler açısından ‘soykırım’ın tartışmaya açılır bir tarafı yok. Hocalı mitinginde açılan pankartların aslında devlet tarafından da desteklendiğini iddia ediyor o. Ermeniler, Türk devletinin Ermenistan’a düşmanca politikalar uyguladığını düşünüyor. Çakıryan yine de hükümetler arasında kurulacak bir komisyon aracılığıyla konuşmanın mümkün olduğunu ifade ediyor. Bu konuda görevin büyüğünün Türk tarafına düştüğüne inanıyor.
  TARAFLAR, KENDİ ENGELİNİ ÜRETTİ

Türk ve Ermenilerin toplumsal psikolojilerine kabaca baktığımızda durum pek iç açıcı görünmüyor; ama ümitli olmak için de sebepler yok değil. Karşılıklı konuşma ve birbirimizi anlama ortamını ortadan kaldıran şey ‘soykırım’ iddiasının tartışılmaz bir gerçeklik,  hatta bir tür dinî dogma olarak kabul edilmesi olduğu kadar sürekli ölülerin hesabını, acıların çetelesini tutma ve bunları yarıştırma gayreti belki de. Bu hem nefreti koyulaştırıyor hem de karşılıklı bir şeytanlaştırma ameliyesine yol veriyor. Ermeni tehcirini çalışma konusu yapanlar dahi bu şartlanmışlıktan paylarını alıyor. Bu yüzden kötülükle özdeşleştirilmiş ‘Türk’ ve ihanetle eşdeğer ‘Ermeni’ imajları üretiliyor. Oysa gerçeğin hiçbir zaman bu kadar siyah beyaz olmadığını biliyoruz. Aradaki gri alanlara dikkat çekmeye çalışmak önemli bir aşama olabilirdi. Mesela tehcir kararına uymayan idarecilerin hikâyeleri ya da Türk komşuları tarafından korunan Ermenilerin hatıraları sözlü tarih çalışmalarının önemli bir ayağı olamaz mı? Tehcir kararına makamını ve canını kaybetme pahasına direnen Konya Valisi Celal Bey’in hikâyesini kaçımız biliyoruz? Ya da karara karşı olduğu için görevden alınan Ankara Valisi Hasan Mazhar Bey’den ne kadar haberdarız? Resmî görevleri sabit olduğu için adları tespit edilebilen bir avuç mülki idarecinin kayıtları olmasına rağmen Türk komşuları tarafından kurtarılan Ermenilerin öyküleri sahiplerinde saklı duruyor. Hâlbuki bunların gün yüzüne çıkması, diyalog için, acının tanımı ve paylaşımı için uygun bir duygusal zemin oluşturabilirdi.
  Londra’da yaşayan araştırmacı yazar Ziya Meral İngilizce hazırladığı ‘Project Common Humanity (Ortak İnsanlık Projesi)’ isimli blog sayfasıyla böyle bir teşebbüsün ilk adımlarını atmış. Tehcir esnasında Ermeni ahbaplarına yardım eden Türklerin hikâyelerini yine Ermeni şahitlerin hatıralarından hareketle derlemeye başlamış. Blogda dönemi çalışan araştırmacıların bulgularına ve ilk elden tanıkların anlattığı güvenilir hikâyelere yer veriliyor.
  Ziya Meral, 1915’te yaşananlara resmî bir sıfat vermeye ve acının şiddetini tespit etmeye çalışırken, Ermeni arkadaşları ve komşularını korumak için kendi hayatını riske atan Türklerin varlığını gözden kaçırmamamız gerektiğini düşünmüş. ‘Ortak İnsanlık Projesi’ bu cesur kadın ve erkeklerin hikâyelerini toplamak, onların çabalarına ve fedakârlıklarına karşı bir bilinç oluşturmak ve temsil ettikleri insani vasıfları yüceltmek için hazırlanmış. Blogun yakın bir zamanda Fransızca ve Ermenice versiyonları da yayına başlayacak.
  Meral, “Aşırı derecede kutuplaşmış dünyamızda hep bizi ayıran farkları dinleyerek büyüdük. Medeniyetler arasında, milletler arasında ya da Batı ile Doğu arasında çatışmalar üretenlerin kamusal alanda hâkim olmaya yeltendiği bir vasatta ‘öteki’ ile aramızda kapanmaz uçurumlar olduğuna inanmamız çok kolay” diyor. Bu yüzden bizi birleştiren şeyleri sürekli akılda tutmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyor. İnsanoğlunun en süfli olduğu anlarda bile şefkatin, haysiyetin ve adaletin büyük örneklerini görebiliyoruz. Böyle misallerin varlığı insanlık adına bize ümit veriyor. Bu insanların fedakârlıklarındaki saf cesaret ve ahlakilik bir gün böyle karanlık bir duruma düştüğümüzde yardımımıza koşacak birilerinin olacağı konusunda bizleri ümitlendiriyor. Meral, bu yüzden projeye ‘Ortak İnsanlık’ adını verdiğini söylüyor ve ekliyor: “Buradaki hikâyelerde aşırı derecede parçalanmış bir dünyada insanoğlu olarak bizi birbirimize derinden bağlayan şeyin ne olduğunu göreceksiniz.” Ziya Meral, elinde böyle hikâye olanları www.projectcommonhumanity.net  sayfasında paylaşmaya davet ediyor. Onun bu iyi niyetli çabası Ermeni tehcirine insanlığın ortak ideallerini hatırlatan bir perspektifle yaklaşma imkânı verirken, geçmiş acılara yenilerinin tohumlarını ekmeden bakabilmeyi öğretiyor. Şüphe yok ki bu bakış, Ermeniler ve Türkler arasındaki yüz yıllık kırgınlığı izale etmek ve 1915 olaylarını önyargısız şekilde konuşabilmek için kayda değer bir fırsata işaret ediyor.
  PİLOYAN AİLESİNİ HİMAYE EDEN MEHMET EFENDİ
www.projectcommonhumanity.net isimli blogdaki hikâyelerden biri Malatya’da yaşayan fabrikatör Mehmet Efendi’ye ait. Mehmet Efendi, sahibi olduğu fabrikada I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı ordusu için üretim yapan zengin ve tanınmış bir fabrikatördür. 1915 yılındaki tehcir esnasında Ermeni ailesi Piloyanları tüm fertleriyle evinde saklayan Mehmet Efendi, ailenin erkeklerini kendi fabrikasında istihdam eder. Mehmet Efendi ile Piloyan ailesi arasındaki ilişki 1897’de başlar. Mehmet Efendi o zaman 20 yaşlarında genç bir müteşebbistir. Kendi üretim imkânlarını korumak için vakti gelen askerliğini bedelini ödeyerek tehir ettirmek istemektedir. Eğer askere giderse mevcut avantajlarını ticari rakiplerine kaptıracak ve elindeki fabrikayı kaybedecektir. İhtiyacı olan 20 bin altın lirayı Sarkis Piloyan’dan ister. Piloyan, o zaman için Malatya’da küçük bir ev almaya yetecek parayı Mehmet Efendi’ye borç verir. Bu para sayesinde askerlikten muafiyetini alan Mehmet Efendi işlerini geliştirerek Osmanlı ordusuna malzeme tedarik eden büyük bir fabrikatör olur. Maddi bir iyilikle başlayan bu ilişki iki aile arasında 1897-1923 yılları boyunca sürecek güçlü bir dostluğa dönüşür.
  1915 yılındaki tehcir kararında Mehmet Efendi, Sarkis Piloyan’ı eşi, 5 çocuğu ve ilk evliliğinden olan diğer 4 çocuğu ile birlikte evinde misafir eder. 6 ay boyunca tehcirden ve tutuklanmaktan koruduğu aile fertlerinin tüm ihtiyaçlarını karşılar. Ailenin erkeklerine, kurtardığı diğer Ermenilerle birlikte fabrikasında iş verir.
  Tehcir süreci bittikten ve Katolik ve Protestan Ermenilerin tehcir edilmeyeceği veya öldürülmeyeceğine dair emir geldikten sonra Piloyan ailesi evlerine döner. Aile geride kalan az sayıda Katolik ve Protestan Ermeni ile birlikte 8 yıl daha Malatya’da yaşamaya devam eder.
  Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Mehmet Efendi her ne olduysa bazı İttihatçılarla siyasi anlaşmazlığa düşer. Hatta İstanbul’da yargılanır fakat beraat eder. Yeni kurulan hükümette İttihatçıların güç kazandığını gören Mehmet Efendi, Ermeni dostlarına ülkeden ayrılmaları tavsiyesinde bulunur.
  Tüm Piloyan ailesi 1923 yılının bir yaz gününde karavana binerek Malatya’dan Suriye’ye doğru yola çıkar. Mehmet Efendi kafileye Halep’e kadar eşlik etmek üzere silahlı muhafızlar temin eder. Daha sonra Piloyanların evini satarak parasını aileye ulaştırır. Piloyan ailesi, 1925 yılında Meksika’ya göç eder ve bir daha Mehmet Efendi’den haber alamazlar.

AKSİYON

Haber Ara