Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

İşte Yılmaz Güney'in yayınlanmamış mektupları

Türk sinemasının 'Çirkin Kralı' Yılmaz Güney'in cezaevinde yazdığı ve daha önce yayınlanmayan bazı mektupları, memleketi Adana'da Sinema Müzesi'nin açılış hazırlıkları sırasında ortaya çıktı.

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-09-15 16:25:17

İşte Yılmaz Güney'in yayınlanmamış mektupları

Yusuf Baştuğ'un haberi

Adana Erkek Lisesi’nde birinci sınıfı birlikte okuduğu arkadaşı emekli coğrafya öğretmeni 75 yaşındaki Yavuz Pağda’ya cezaevindeyken yazdığı mektuplarda Yılmaz Güney, o döneme ait çeşitli güncel konulara değiniyor ve yaşama bakışına ilişkin duygularını kendi el yazısı ile yansıtıyor. Müze, 23 Eylül’de Altın Koza Film Festivali kapsamında açılacak.

Yılmaz Güney’in, Adana Erkek Lisesi’nde birinci sınıfı birlikte okuduğu arkadaşı Yavuz Pağda’ya Selimiye Cezaevi’nden yazdığı mektuplar, gelecek hafta açılacak Adana Sinema Müzesi’ne bağışlandı. Yılmaz Güney’in Türk sineması, filmleri, Adana Demirspor ve bazı siyasi gelişmeleri değerlendirdiği 9 ayrı mektubu müzeye bağışlayan Yavuz Pağda, çok özel konuların anlatıldığı mektupları müzeye vermediğini belirterek, "Onun sadece yaşama bakış açısını anlatan, Yılmaz Güney’i cinayet zanlısı olarak göstermek isteyenlerin yanıldığını gösteren mektupları verdim. Türkiye’de Yılmaz Güney’in kıymeti bilinemedi" dedi.

Merkez Seyhan İlçesi’ne bağlı Cemalpaşa Mahallesi’nde eski eşyaların bulunduğu bir apartman dairesinde tek başına yaşayan evli ve 2 çocuk ve bir torun sahibi Yavuz Pağda, eşi ve çocuklarının İstanbul’da yaşadığını söyledi. Yılmaz Güney ile 1952-1953 yılları arasında Adana Erkek Lisesi’nde birinci sınıfı birlikte okuduklarını belirten Yavuz Pağda, "Yılmaz ile okuldan yakınlığımız vardı. O okuldayken daha çok edebiyatla, ben ise sporla ilgileniyordum" diye konuştu.

’HAPİSHANEYE DÜŞÜNCE MEKTUPLAŞTIK’ Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre ile birlikte 1968 yılında Seyithan filminin çekimi için memleketi Adana’ya geldiğini anlatan Pağda, bu karşılaşmalarını şöyle anlattı:

"Otelin önünde karşılaştık. Ben o sıra Çukurova Koleji’nde müdür yardımcısıydım. Filmden bahsetti ve görevli olduğum okulun bahçesinde bazı film sahnelerini çekti. Yılmaz Güney çok vefalı ve vicdanlı birisiydi. Ben de bazı senaryolar yazıyordum. Benim yazdıklarımı inceliyor ve görüş belirtiyordu. Siyasi nedenlerle cezaevine düştü ve bana mektuplar göndermeye başladı. Elimde Selimiye Cezaevi’ndeyken yazdığı çok sayıda mektup var. Bende kalsa kaybolup gidecek diye bazılarını Adana Sinema Müzesi’ne bağışladım. Çok özel ve kişisel konuların anlatıldığı mektupları vermedim. "

Haftaya müzede görülebilecek mektuplardan 1973’de yazdığı bir mektupta, Yılmaz Güney’in kendini sorguladığı görülüyor. O satırları aynen şöyle:

"Her şeyi yeniden düşünüyorum... Sevgilerimi, nefretlerimi, arkadaşlarımı, dostlarımı, düşmanlarımı, filmlerimi, iyileri, kötüleri, tarihi, coğrafyayı ve sanat anlayışımı... Her şeyi yeniden düşünüyorum, yeniden kuruyorum değerler dünyamı.. Batıyı, doğuyu, cumhuriyeti yeniden düşünüyorum... Yeniden bakıyorum aynadaki yüzüme... Bir hesaplaşma içindeyim kendimle ve hesaplaşma gereği her gün yeniden sarsılıyorum. Sarsılmadan, yıkılmadan değişmenin imkanı yok çünkü. Yıkıp yeniden yapıyorum kendimi... (....) Aman ne iyi oldu hapislik... Kendimi buldum. "

Yılmaz Güney, bir başka mektubunda da o dönemin Türk sinemasını değerlendirirken şu görüşe yer veriyor:

"Biz bu fakir halkın cebindeki bir liracığı kapmak için yılda 300 film yaparız. Onu aldatmak, gözünü boyamak için akla gelmedik hikayeler uydururuz."

YIKIP YENİDEN YAPIYORUM KENDİMİ 25 Haziran 1973

Her şeyi yeniden düşünüyorum... Sevgilerimi, nefretlerimi, arkadaşlarımı, dostlarımı, düşmanlarımı, filmlerimi, iyileri, kötüleri, tarihi, coğrafyayı ve sanat anlayışımı... Her şeyi yeniden düşünüyorum, yeniden kuruyorum değerler dünyamı.. Batıyı, doğuyu, cumhuriyeti yeniden düşünüyorum... Yeniden bakıyorum aynadaki yüzüme... Bir hesaplaşma içindeyim kendimle ve hesaplaşma gereği her gün yeniden sarsılıyorum. Sarsılmadan, yıkılmadan değişmenin imkanı yok çünkü. Yıkıp yeniden yapıyorum kendimi...

Halkımızla, kendimizle yabancılaşmamız, yüzlerce, binlerce, onbinlerce yıl gerilere dayanıyor, milyonlarca yıl.. Hatta biz üzerimizde yüzyılların pasını, pisliğini, alışkanlıklarını, eğilimlerini taşıyoruz... Bir yerlerde aklımız bazı sırları çözmekle yetersiz kalıyor... Kendime soruyorum; ’kimim’, ’neyim’ diyorum.. Yüzeyden bakınca cevap kolay... Yılmaz Güney; aktör, yazar vs. İnince derinine bocalıyorum. Bir karmaşa... Yılların birikimi, sakatlıkları, zaafları, acıları, kompleksleri... Neler yapmışım şimdiye kadar?.. Yüzlerce insanı birden yaşamışım. Adamlar bıçaklamış Yılmaz Güney.. Kabadayılık yapmış uzun yıllar.. Roman yazmış... Ödül almış... Sanatçı... Irgatlık yapmış, zavallı köylü... Asker, sürgün, hovarda, cesur, korkak, memur, işsiz... Açlık günleri, tokluk günleri vs. Bütün bunların kişiliğimin oluşmasında nasıl etkileri olmuş... Hangi evrelerden geçmişim. Şimdiki düşüncelerime nereden vardım? Düşünüyorum, beynimi zorluyorum. Düşünüyorum...

Şu günlerimin, değişimin romanını yazacağım bir gün.. Gerçeği kavrayışımın romanı olacak bu... Benimle birlikte insanlar da kavrayacak gerçeği.. Değişimlerin, yabancılaşmaların, komplekslerin, yalanların filmini yapacağım. Hapishaneye girmem ne kadar iyi oldu... Yokuş aşağı, yokluğa doğru akan bir suymuşum ben... Aman ne iyi oldu hapislik... Kendimi buldum.

6 aydır cigara içmiyorum. İrademi terbiye etmeye, bilincime hakim olmaya çalışıyorum. Kumruları yaşatıyorum kafamda şimdi.. Yoksul kumruları... Onlar benim için hüzündür şimdi... Yok olanın filmini çekeriz seninle.. Adana’yı, değişimi ve kumruları anlatırız... Otur, kumruların gidişini, yok oluşunu hikaye et. Senaryonusu yaz. Bu duyguyu anlatabilirsen müthiş bir film olur. Çekimi benim için büyük zevk... Öperim.

HAPİSHANEDEKİ İŞİM 15 Mart 1973

Uzun, yorucu, düşündürücü günler geçti. Okudukça yeni bir eksik, yeni bir bilinmeyenle karşılaşıyor insan. Dünya, insan, toplum çok bilinmeyenli denklemler gibi... Okumak, düşünmek ve çözmek.. İşte hapishanedeki işim...

Sana ’yabancılaşma’ ve ’sanatın kökenini’ sormuştum bir mektubumda. Aldın mı bilmiyorum... Çalışmalarını merak ediyorum. Bulursan ’sanatın gerekliliği’ kitabını mutlaka oku. Sana faydalı olacaktır. 7. Sanatı okumadım henüz. Gördükten sonra fikrimi yazarım. Bir takım arkadaşlarımızın bizi eleştirmesini, hatta kötüleşmesini normal karşılamak gerekir. Son durumdan sonra bize öldü gözüyle bakanlar var. ’Yılmaz Güney efsanesi artık bitti’ diyorlarmış... Oysa daha yeni başladığının farkında değiller. Bacım ve babam üzülmüş olmalılar.. Onlara söyle; zaman akıyor, aylar geçiyor.... İyi olduğumu anlat. Bir gün babamla yine halay çekeceğiz, yine beraber olacağız...

Mart, nisan Adana’nın coşkun, güzellik günleridir. O coşkunluğu içimde olanca etkisiyle duyuyorum. Her gün binlerce çiçek açıyor içimde, renk renk, türlü türlü.. Selam, öperim.

ON AYDIR KAFAMI PATLATAN SORU 21 Aralık 1972

Maddi ve manevi her şeyin kaynağı halktır. Sarayları yapan ve yıkan o... Toprağa eken, biçen, mezarları kazan, gül fidanını budayan, tarihleri yaratan o. Hep o... Sanatın yaratıcısı da odur... Halktır...

Değerlendirmeleri bu açıdan yaparsak, doğrular, iyiler, kendiliğinden ortaya çıkar. ’Yaralı Kurt’, ’Irmak’, ’Cemo’ böyle bir süzgeçten geçirilmelidir. Filmleri bilmediğim için bir şey söyleyemeyeceğim. Yalnız; bir sanatçı ülkesinin sosyo-ekonomik ve siyasal yapısının dışında düşünülemez. Çünkü, halk ve etkilerin dışında değildir. Çünkü, halk gerçeğin kendisidir. Gerçeği yaşayan ve yansıtandır. Sanatçı, ona ne kadar yakınsa, özdeşse, başarıya ve gerçeğe o kadar yakındır. Oysa biz bu fakir halkın cebindeki bir liracığı kapmak için yılda üçyüz film yaparız. Onu aldatmak, gözünü boyamak için akla gelmedik hikayeler uydururuz... Ağlarız, güleriz, uçarız... Krallarımız, kraliçelerimiz, orospularımız ve pezevenklerimizle, abraka-dabrayı bile şaşırtacak hokkabazlıklarla garibin cebindeki liracıkları çalarız.. Ve o bir liracıklar sinemaya, işletmeciye, reklamcıya, filmciye paylarını bıraktıktan sonra biz sanatçılara da yüz binlercesini bırakır. Gazete sayfalarını süsleriz her gün... Apartmanlarımız, otomobillerimiz, katlarımız... Nasıl yatarız, nasıl kalkarız, kaç numara ayakkabı giyeriz, hangi çiçeği severiz. Sevgililerimiz, jigololarımız, şapkalarımız, bacaklarımız, kalçalarımız ve de aptallıklarımız... Bütün bunları yaşatan bir liradır ve onun kaynağı halk.. Zavallı halk.

Bütün filmleri işte bu açıdan değerlendir. Bir liraya ne kadar yalan satıyoruz... Kuruş başına ne düşüyor? Kuruş başına bir yılda kaç zavallı barlara, payvonlara ve daha aşağılara düşüyor. Kaç delikanlı hapislere?... Kaç yuva yıkılır?.. Çünkü onlara gerçekleşmesi imkansız özlemler götürürüz, yalan söyleriz... Bundan nasıl kurtulunur? Nasıl iyi film yapılır? Halkımıza nasıl faydalı oluruz? İşte on aydır kafamı patlatan, uğraştığım soru... Nasıl? Yeni yılın hepinize uğur getirmesini dilerim. Selamlar.

MEMLEKET ÖZLEMİ 5 Ekim 1972

Kışın ilk belirtileri başladı. Üşüyoruz artık. Bir zamanlar mahpushane edebiyatının malı saydığımız yün çoraplara, uzun donlara vs. ihtiyacımız olacağa benzer.

Adana şu günlerde ne güzeldir, ne yoğundur kim bilir. Pamuk tarlaları, kamyonlar, traktörler, fabrika önleri, köylüler ve senin yazlık sinema bahçeleri.... Orada da serinlik tatlı bir ürperti olmaya başlamıştır geceleri. Şimdi Adana’yı özlüyorum... Toprağa, denizi, tuzu, faytonları (kero safari)... Hatırlıyorum da o saat kulesinin sabaha karşı vuruşları nasıl da hüzünlü bir yankı yaratırdı içinde.. Sonra kumrular... Ne zaman bir kumru gelse aklıma, lise çağlarımın çocuksu, özlem dolu pırıltılarını düşünürüm. Ne çok isterdim Adana’ya geldiğim zaman yalnız dolaşmayı. Okulumu görmek, sokaklarında tek başıma, bilinmeden gezinmek, kabak çekirdeği, kaynamış mısır yemek, otobüse binmek, kanalda yüzmek vs. Bütün bunlar benim için kaçırılmış bir trendir Yavuzcuğum. Mektuplarını zevkle izliyorum. Sık sık yazmadığım için gücenme. Selam, öperim.

FİLM YAPAMAYINCA EN KOLAY İŞ UKALALIK 25 Ocak 1973

İnsana, hayata bakarken amacımız onu temellendiren, biçimlendiren ’gerçeği’ kavramaktır. Burada karşımıza çıkan en önemli sorun budur. ’Gerçek’ nedir? Nedir bizi konuşturan, düşündüren, kavga ettiren, iyi olmaya zorlayan, neşelendiren? Nedir bizi hesaplı yapan, korkutan, endişelendiren? Hangi güçtür trenleri saatinde hareket ettirmeyen, suları akıtmayan?.. Binlerce şey sayabiliriz.... Nedir bunların sebebi, hareket ettiricisi, durdurucusu?

İşte son aylarda kafamı kurcalayan soru... Gerçek.... Sosyal gerçek... Maddenin, insanın ve doğanın gerçeği... Sanatımın hareket ettiricisi, yönlendiricisi de bu olacak işte... Türk toplumunun sosyal gerçeği...

Şu sırada Türkiye’de, hatta dünyada kimsenin iyi film yapacağına inanmıyorum... Çok büyük bir iddia belki... Ama mektupla bunu anlatmam imkansız... Bir gün, dünyanın en güzel fimlerini biz yapacağız.... Öyle bir gün gelecek ki; Türkiye sanatın, kültürün en yoğunlaştığı, örnek bir ülke olacak... Göreceğiz bunu...
’Gökçe Çiçek’ Akad ustanın değişmez sinema anlayışının ürünüdür... Her insan, her bölge, her konu kendine ait bağların bir sonucudur. Akad usta, bunu göremiyor. İnsan yapısını belirleyen esasları kavramıyor... Onun için biçimsel olmaktan kurtulamıyor. Epey ukalalık yapıyorum, değil mi? Eh, film yapamayınca, en kolay iş ukalalık oluyor...

Şimdi düşün... Sor soruştur... Araştır... Oku.. ’Gerçek nedir?’ Sosyal gerçek nedir? Bana yazmak zorunda değilsin... ’Yabancılaşma’ nedir? İnsanın insana, insanın doğaya yabancılaşmasından ne anlıyoruz?

’Sanatın kökeni’ yani menşei.... Nereye uzanır?
Bir de beni, çocukluğumu, okul günlerimizi, mümkün olduğu kadar detaylı düşün. Beni tanıyan insanlara sor; eski arkadaşlarımıza... Onların aklında kalanları, senin aklında kalanlarla kıyasla bakalım... Hocalarımızla konuş... Beni okul günlerinde nasıl hatırlıyorlar?.. Bu arada kendini de düşün... Gözlerinden öperim, sevgiler...

İnanı mısın; yeniden öğrenci olmak, yine lisede, birinci sınıfta, en arka sıralarda oturmak özlemi nasıl yakıyor içimi?.. Yine sevgiler.

Radikal

SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara