Hüseyin Güneş’in röportajı;
Sahnelediği tek kişilik gösterisi ‘Küf Noktası’nda, sosyal ve siyasi konulara eleştirel bir dille yaklaşırken, ortaya koyduğu karakterlerin “Herkesin hikâyesi” olmasına özen gösteren Göksel Bekmezci; şiirsel bir üslupla kaleme aldığı ‘Gri Hikâyeler’in ardından yeni kitabı ‘Eski Cesetler’le de okuyucularının bakışlarında derin izler bırakıyor.
Oynadığı birçok reklam filmiyle televizyonlarımıza konuk olan ve ilk sinema filmi deneyimini de 2011 yılında gösterime giren ‘Kukuriku Kadın Krallığı’nda yaşayan Bekmezci, hayatında en çok etkilendiği kişinin babası olduğunu dile getirirken, bunu kitaplarına ve gösterisine fazlasıyla yansıttığını görüyoruz… Farklı alanlarda çalışmalar yapan Göksel Bekmezci ile gösterisi ve kitapları üzerine konuştuk.
Kitaplarınızda ve stand-up gösterilerinizde, etkilendiğiniz ve esinlendiğiniz karakterin babanız olduğunu ifade ediyorsunuz. Onun sizi en çok etkileyen yönleri nelerdir?
Zekâsı, verdiği güven, samimiyet ve çalışkanlığı babamda görüp etkilendiğim şeylerden… Kelimeleri seven bir babayla büyüdüm. Hayata farklı bakışının hakkını veren… Toplumda, ailenin öneminden söz ederken, “Evlenmek farz, ayrılmak sünnet oğlum” inceliğini gösteren… Trafikte; yeşil ışık yandığında, önde hareket etmeyen araç sahibine, “Yürüsene hemşerim laciverti mi bekliyon?” diye kızan... Şiddetli yağmurun yağdığı, şimşeklerin çaktığı bir an da, eliyle yukarıyı gösterip, “Kafası bozuk yine” diye anlayış gösteren bir adamla büyüdüm. Bir gün bir arkadaşıma “Zamanında tarlaya acur ektik, çıka çıka içinden bir hıyar çıktı” diye beni anlatıyordu... Adana depremi olduğunda, işinden dolayı babamın evi Adana’nın ilçesi Karataş’taydı. Depremin ertesi günü telefonla konuşuyorduk, “Göksel n’oldu öyle?” dedi. “Baba bayağı bir sallandık, çok korktuk” dedim. “Oğlum, sallanmasa uyuyamıyorum ben” diye kahkahalar attı. Evin içinde durup dururken ellerini teslim olmuş gibi kaldırıp, “Ateş etme Mayk, arabada karı var” der; “Annemin çok işi vardı, beni babam doğurdu” diye evin içinde öylesine dolaşır; güvenmediği birini “Allah’ın cebinden peygamberi çalar” diye tarif eder… Bir gün telefonla arayıp, “Babacım doğum günün kutlu olsun” dedim, “Kimin?” dedi. “Senin” deyince, “Ne zaman?” diye sordu. “Bugün” dedim, “Hiç farkında değilim” dedi.
Sadece bu yanı değil tabii, aşkı, özlemi derinden yaşayan tavrını da çok sevdim. Kendine acıyla dönüşlerini hiç göstermezdi bize. Sanki ağlamak, onun bedeninde yokmuş gibi davranırdı. Ama bazen; Esengül’ün “Taht kurmuşsun kalbime” veya Ajda Pekkan’ın “Sen mutlu ol” şarkılarıyla açık verirdi bu yanını...
Ortaokula gittiğim zamanlar, benim okuldan gelmemi bekler, birlikte yemeğe giderdik. Dertlerini anlatırdı. Hatta hayatında başka biri olduğunda o kişiden söz ederdi… Beni tanıştırdığı kişiler de oldu. O yaşlardaki bir çocuğa sır konusunda ne kadar güvenebilirsiniz ki? Babam güvenirdi bana. Unutmayıp, kutladığı tek doğum günü, benim doğum günümdür.
Stand-up gösteriniz ve kitaplarınız arasında büyük bir bağ olduğu görülüyor. Bu bağı nasıl açıklayabilirsiniz?
Kendime sadık kalışlarımla ilgili bir şey bu. Bir iç disiplin. Yaşadıklarıma, hissettiğim şeylere “Piyasa değeri” olarak bakmıyorum. Dış etkenlerle elbette bir etkileşimim var. Fakat öncelik öz değerlerimdedir. Hepimiz için geçerli olan bir şey var; kendimiz olabilmemiz için, defalarca başkalaşmak zorunda kalıyoruz. Bunun farkındalığı yeterli değildir. Kendinizi ortaya çıkaracak, ifade edebilecek bir dil de gereklidir. Bu, konuşma diliniz veya bir duruşunuz olabilir.
Bugün baktığınız zaman, dünya üzerinde kayıtlı-kayıtsız beş yüzün üzerinde dil olduğu söyleniyor. Bir yerlerde sürekli dil merkezleri açılıyor. Fakat gazete ve televizyon haberleri hep anlaşmazlıklar üzerinden besleniyor. Haritaların yeri değişiyor bu anlaşmazlıklarda… Barış Manço, “İnsanın öğrenmesi gereken ilk dil, tatlı dildir” derken, Ralph W. Emerson da "Anlaşılmak bir lükstür." diyor.
“Kitap” ve “stand up” bu ifadelerimin birer parçası sadece ve aynı değerlere dayandıkları için birbirlerinden bağımsız kalmıyorlar. İleri gitmektense derine inmeyi tercih eden biriyim. En iyi öğretmen, hayattır. Devamsızlık gibi şansınız yok bu döngüde. Çünkü hayat, hiçbir ayrıntıyı es geçmiyor!
Murathan Mungan, bir şiirinde, “Zaman bağışlamaz hayatıyla kitabı birbirini tutmayanları” diyor. Yaşadıklarımızla, ifade ettiklerimiz birbirine paralel olduğunda sakin ve diri bir duruş sergileyebiliriz ancak.
Stand-up gösterilerinizde canlandırdığınız karakterleri seçerken neye dikkat ediyorsunuz?
Karakterlerin, herkesi ilgilendiren bir hikâyesi olmasına özen gösteriyorum. Örneğin; 14 ilde yapılmış bir araştırma var. Türklerin %44’ü göbekliymiş. Bu göbekli kişiler spor yapan kişiler değiller. Fakat -erkekler için söylüyorum- gazeteyi ellerine aldıklarında, ilk spor sayfasından okumaya başlarlar. Sporda, dünya çapında başarılar beklenir ama okullarda Beden Eğitimi dersleri haftada sadece iki saattir. “Koşu bandı zararlıdır” diyen kimsenin spor yaptığı da görülmemiştir. “Hayatımı yazsam roman olur” diyen birinin roman okuduğunu da hiç görmedim. Aramızda binlerce şair dolaşıyor ama ülkede en az satan kitap, şiir kitaplarıdır. İstanbul’da hepimiz minibüsçülere “Minibüsleri kendi yolları gibi kullanıyorlar” diye kızıyoruz. Ama orayı tarif ederken “Minibüs yolu” diyoruz. Daha çok bunlarla ilgileniyorum. Mesela, Sinop, Türkiye’de suç oranı en düşük şehirlerden biridir. Fakat cezaeviyle, gardiyanı ünlüdür. Biliyorsunuz, Çağan Irmak’ın “Issız Adam” filminde, “Anlamazdın” şarkısıyla Ayla Dikmen, bir anda ilgi odağı haline geldi. Ve bazı yapımcılar, Ayla Dikmen’i televizyon programlarına davet etmek için müzik şirketini aradı. Ama Ayla Dikmen 1990 yılında ölmüştü.
Bu rengi seviyorum. Samimi bir çatışma var toplumun bu duruşunda. Bazen kırıcı evet ama hayat böyle bir şey… Sağlık için alkol tüketimine kısıtlama getirildiğini söyleyenler, GDO gıda denetlemesini kaldırabiliyorlar. Bizler de “GDO ürünlerine karşıyız” diyoruz. Oysa içimizde, Türk oluşlarını ırkçılığa kadar taşıyan kişiler var ki, bu kişilerin gündelik konuşmalarına baktığımızda, “Süper”, “Full”, “Bye bye”, “Real”, “VIP” gibi sözcükler kullanıyor olduklarını görüyoruz. Pekiyi bu kişilerin genetiğiyle oynanmamıştır diyebiliyor muyuz? İnternette Türklüğü öven bir video paylaşılıyorlar, altına “Süper” yazıyorlar! Felsefe öğretmenim, Sabiha Özdemir “Siz hiç ‘Benim Türkçem iyi’ diye övünen birini gördünüz mü?” diye sorardı bazen. Bu sıradanmış gibi görünen kişiler, “Küf Noktası” gösterimde ciddi birer karakter halini alıyorlar. Hepimizi ilgilendiren tavra sahipler çünkü. “NTV” kanalının adı, “Entivi” diye okunuyor. Oysa onun açılımı “Nergis Televizyonu”. Bir dönem HBB televizyon kanalı vardı. “Eyç bi bi” diye okunurdu. Mazhar, Fuat, Özkan’ın kısaltılmışına “Em Ef Ö” diyorlar… Genetikle öyle bir oynanıyor ki, artık Türkçe yazılıp, İngilizce okunur hale geldi çok şey. Hatta bu duruma yaratıcılığımızı dâhil edip, “Paşa” yerine “Pasha”, “Dönerci” yerine “Dönerchi”; “Sish Kebap” gibi şeyler yazmaya başladık. Şu an ki söyleşimizde dahi, “meddahlık” değil de, “stand up” diyerek anlaşıyoruz. Biraz geriye gidersek; aslında bunların temelinin 1947 yılına; Türkiye’nin, Batı’ya kayıtsız şartsız iş birliği sözü verdiği zamana dayandığını göreceğiz.
Ben bu aksiliklerden beslenen biriyim. Dolayısıyla Küf Noktası gösterim bu aksiliklerin toplamından oluşuyor.
Yitik Ülke Yayınları'ndan çıkan, Eski Cesetler ve Gri Hikâyeler kitabınız, bir 'Anlatı' olmasına rağmen şiirsel ve akıcı bir diliniz var. Niçin böyle bir dil kullanmayı tercih ettiniz?
Şiir çok özel bir dildir. Derin bir matematik ister. Matematiği güçlü olmayanların şiir yazabileceklerine inanan biri değilim. Bu okulda öğretilen bir matematik değil. An’la, akış arasındaki bağı oluşturan hayatın kendisidir.
Neden şiirsel dili seçtiğime gelince; böyle bir dil kullanacağım diye yola çıkmadım. Çocukluğumda müzik kasetleri üzerine iş yerimiz vardı. Ablamlar işletiyordu. Daha çok askerler gelip, şarkı listelerinin arasında şiir okunmasını istiyorlardı. Ablalarım da; Ahmet Selçuk İlkan, Ümit Yaşar Oğuzcan, Ataol Behramoğlu ve Özdemir Asaf şiirlerinden beğendiklerini bu kasetlere okuyorlardı. 9, 10 yaşlarımda şiirle böyle tanışmış oldum. Şairlerin hem şiirlerini okuyor, hem de sürekli evin içinde duyuyordum… Hatta onlardan birebir alıntılar yapıp altına kendi adımı yazdığım mektuplar da var. Şimdi üzülsem de bu duruma, kendi dilimi oluşturmamda her birinin gerekli olduklarını görüyorum. Çocukluğumda o alıntıları yapmamış olsaydım eğer bugün, sözünü ettiğiniz o akıcılık eksik kalacaktı belki de…
Sizi, birbirinden farklı olmasa da tiyatro, sinema; festival açılışları, konser ve ödül gecesi gibi özel sunumlar ya da kitap ve metin yazarlığı yaparken görüyoruz. Bu kadar çalışmayı bir arada yürütmenin zor olduğunu düşünüyoruz. Gerçekten öyle mi?
Bu kadar işi yapıyor olmak zor değil. Asıl zor olan aklınızda olanları yapamıyor olmaktır. Bu söylediklerinizin bazıları, belli saatlerde olup, biten teknik şeylerdir. Yorgunluğunu da birkaç gün dinlenip atabiliyorsunuz üzerinizden. Fakat gerçekten istediğiniz şeyleri yapamıyorsanız; hayalleriniz olduğu halde, başkalarının hayallerine hizmet etmeyi sürdürüyorsanız, işte bunun yorgunluğunu sadece öldüğünüzde atabilirsiniz üzerinizden!
Bizler risk alma kültürüyle büyümedik. Hep, “Efendi ol”, “Kimseye karışma”, “Sana dokunmuyorsa sesini çıkarma” gibi içe dönük bir kültürle büyüdük. Dolayısıyla kendimizi bir şeyler başarırken görmeye korkuyoruz. Çok zeki kişiler var içimizde. Ama başarmaya, risk almaya alışık olmayan bir toplumun içinde büyüdükleri için bunu ortaya çıkaramıyorlar. Bu ülkenin henüz bir şeyler anlayabilecek akla erişmeyen çocukları dahi, doktorluğa saygı duyarlar ve “Ben büyüyünce doktor olacağım” derler. İçlerinden çok azı başarır bunu. Diğerleri de “Kendine iyi bak” derler. Ülke adına kaçırdığımız çok önemli bir fırsattır bu. Bugün Türkiye’de aşı üretimi dahi yapılmıyor. İlaç konusunda bütünüyle dışarı bağımlıyız.
Bundan 20 yıl kadar önce grip olduğunuzda, hemen “Şehriye çorbası” yapılırdı. “Limonata iç” diye tavsiyede bulunurlardı. Topraklarımızın verimi bilinçaltımızdaydı. “Meyve ye” derlerdi… Hepsi de toprak ürünüdür bunların. Ama şimdi grip olduğunuzda, her bir arkadaşınız size en az beş tane ilaç ismi söyleyebilir. Sahip olunan değerleri işleyişli kılamamak çok daha zordur. Ve bu birilerince başarılmıştır.
Bir bankayı arayıp, örneğin “Hesabımdan neden para kestiniz?” diye sorduğunuzda, Müşteri Hizmetleri’ndeki kişi “İşleyiş böyle efendim” deyip gerekli açıklamayı yapıyor. “Sizce haksızlık yok mu bu işleyişte” diye sorduğunuzda “Özür dilerim, yorum yapamıyoruz” diyorlar. Pekiyi oradaki arkadaşlarımızı bir makineden ayrı tutan ne var bu durumda? Yıllarca okulda eğitim görüyorlar ve çalıştıkları işle ilgili yorum yapamıyorlar. Bence bu daha zor…
Benim birçok şeyi eş zamanlı yapıyor oluşuma şaşıran bazı kişilerin hayatlarına bakıyorum, onlar da aynı zamanda farklı şeyler yapıyorlar. Bir manifaturacı, iş yerinin önüne dondurma dolabı koyuyor. Camına “Kontörlü telefon bulunur”, “Fotokopi çekilir” yazıyor. Bir kozmetik ürünün temsilciliğini yapıyor aynı anda… Ama baktığınızda bu kişi manifaturacı ve başka bir iş yapmıyor gibi görünüyor.
Önemli olan neye odaklandığınız. Çok insan mı, çok para mı; hangisi? Bir şeyi hedeflediğinizde ne yaparsanız yapın; attığınız her adım o hedefe hizmet eder ve sizi istediğiniz yere götürür. Yeter ki kendinize samimi olun ve sadık kalın. Öz değerlerinizin farkında olun ve değişen koşulları olumlu karşılamayı bilin… O zaman birden fazla şey yapmak zor gelmeyecek ve yorulmayacaksınızdır.
on5yirmi5.com